27 Nisan Muhtırası ve Sonrası Gelişmeler Üzerine
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Devletin tepesindeki kurumlar arasındaki ilişkilerin son dönemlerde neredeyse sıfır noktasına vardı. Bir taraftan Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı, diğer taraftan da Başbakanlık ve Meclis başkanlığı arasında saflaşma derinleşti. Devletin tepesindeki bu "it dalaşı", aslında burjuvazinin kanatları arasındaki çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle ilgili olarak taraflar arasında şiddetlenen söz düellosu biçiminde sürdürüldü. Burjuvazi; bir bütün olarak rejim güçleri Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmışlardı. Açık ki bu seçim, rejim güçleri arasındaki güç dengesini yeniden belirleyecekti. Sorunun bir yönü budur.

Sorunun diğer yönünü de Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da devrimci ve yurtsever hareketi sindirmek ve imha etmek için faşist diktatörlüğün yeni hamlesinden istenilen sonuçların alınamaması oluşturmaktadır.

Haziran 2006'da yürürlüğe giren "Terörle Mücadele Yasası"nda (TMY) ifadesini bulan faşist diktatörlüğün yeni imha ve yok etme konseptinin iki ayağı var: Bunlardan birisi Kürt ulusal hareketini yok etmek. İkinci ayağı da Batıda gelişen özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini sindirmek ve etkisiz hale getirmektir.

Yasanın uygulanmaya başlamasından bu yana rejim, şu veya bu biçimde bazı "başarı"lar elde etmiştir. Ama rejim bu yasayla da sonuç alamayacağını kısa zamanda anlamıştır. Bu yasanın uygulanmasından dolayı ne Kürt ulusal mücadelesinde ve ne de Batıda devrimci ve komünist güçlerin mücadelesinde bir gerileme, sinme, devletin baskılarına teslim olma görülmüştür. Diktatörlük, 8-10 ve 21 Eylül saldırılarından bir sonuç alamadığı gibi, Mart-Mayıs sürecinin (8 Mart, Newroz, 13 Nisan, 1 Mayıs) militanlığı ve kitleselliği karşısında da adeta seyirci kalmıştır.

Devletin bekasından kendini sorumlu gören ordu, yurtsever ve devrimci cephedeki gelişmelerden rahatsızlığını 28 Şubat 1997'den bu yana ilk kez 12 Nisanda sert bir şekilde dile getirmiştir.

Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt, Genelkurmay Karargâhı'nda, 12 Nisan 2007'de kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın toplantısında diğer şeylerin yanı sıra, 27 Nisan muhtırasında da yer alacak bazı konuları vurgulamıştır:

Ordunun başı konuşmasında "PKK terörü"nden, "Siyasal amaçlı etnik milliyetçiliğe... dayalı bölücü bir hareket"ten; "Türkiye'de... milliyetçiliğin Atatürk milliyetçiliği, yurtseverlik" olduğundan, "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası"nın... "bu coğrafyada yaşayan bütün insanların hepsini birden kapsadığın"dan, "etnik ayrımcılığın" olmadığından; "Atatürkçü düşünce sistemini savunan TSK'ya (karşı) yoğun bir yıpratma ve karalama kampanyası(nın) yürütülmekte" olduğundan, "devletin hemen her kademesine olduğu gibi TSK'ya da sızmış... Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları vasıtasıyla veya başka yöntemlerle... silahlı kuvvetlerin üzerine" gidildiğinden ve böylece "bu yüce kurumun yıpratılması(nın) amaçlan"dığından bahsetmiştir.

Bunun ötesinde Cumhurbaşkanı seçimi ve sınır ötesi harekâta ilişkin olarak siyasi irade konusunda da şu görüşleri dile getirmiştir:

Cumhurbaşkanı seçimi:
"... Seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK'nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK'yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum... Hem vatandaş hem TSK'nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz... Karar Meclis'in kararıdır".

Siyasi irade ve operasyon sorunu:
"...Kuzey Irak'a bir operasyon yapılmalı mı?' Yapılmalı. Olayın iki boyutu var. Birincisi, ... Fayda sağlar mı? Evet, sağlar. Olayın ikinci boyutu,... Bir hudut ötesi operasyon yapılması için bir siyasi kararın ortaya çıkması lazım. TSK, yasal zeminde görev verildiğinde bu operasyonları yapma gücüne fazlasıyla sahiptir".

27 Nisan muhtırasından:
"Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir".

"Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar."

"Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir".

Aslında 27 Nisan muhtırası bir sonuçtur. Esas muhtıra olarak 12 Nisan açıklaması görülmelidir. Her halükarda 27 Nisan muhtırasında, 12 Nisan açıklamasında yer alan anlayışlar başka biçimde ifade edilmiştir. Açık ki, ordu birçok konuda oldukça rahatsızdır ve siyasal ortamı uygun bulduğu için de söylemesi gerekeni söylemiş ve Türkiye'de politik yaşamı birden bire değiştirmiştir. Şimdi Türk burjuvazisinin bütün kanatları ve ek olarak da AB, ordu olmaksızın, hesaba katılmaksızın Türkiye'de politika yapılamayacağını bir kez daha anlamış durumdalar.

Bu baylara göre 12 Eylül 1980 faşist darbesinin bir ürünü olan anayasanın büyük bir bölümü, AB'ye uyum sağlamak için değiştirilmişti. Ordunun siyasete müdahalesi tamamen ortadan kaldırılamamış, ama tahammül edilebilir seviyeye indirgenmişti. Bundan dolayı da ordunun darbe yapma, müdahale etme veya muhtıra verme şansı pek kalmamıştı. Üstelik MGK Genel Sekreteri de artık asker değil, sivildi.

Ama ordu hem 28 Şubat muhtırasıyla hem de 12 Nisan açıklaması ve 27 Nisan muhtırasıyla tanklı-toplu darbe yapmasa da "post modern" darbe yapacak güç ve yetenekte olduğunu sergiledi.

28 Şubat 1997'de "ince ayar" yaparak, rejimin bekasını kendine göre garantiye alan ordu, daha sonraki dönemde politikaya aktif; şimdiki gibi müdahale konusunda adeta kışlaya çekilmişti.

Bu dönem zarfında ordu, "Silahsız güçler" diye tanımlanan "sivil toplum örgütleri"nin darbe yapmada ve muhtıra vermede çok önemli bir araç olacağı görüşüne vardı. 14 Nisanda Ankara'da başlatılan, arkasında İstanbul, Manisa, İzmir ve Samsun'da sürdürülen milyonlarca insanın katıldığı mitingler, ordunun, "silahsız güçler"in önemini ne derece anladığını açıkça göstermektedir.

12 Nisan açıklaması yapıldığında, özellikle emekli generallerin başını çektiği birtakım örgütler, söz konusu mitingleri planlamışlardı bile. Liberalinden sivil faşistine, bürokrasinden, üniversitelere sivil toplum kuruluşları, ne kadar anti-AKP'ci ve "laik" Türkiye yanlısı varsa, ordunun sözünden çıkmayan "sivil toplum örgütleri" tarafından adeta seferber edildi.

Daha AKP'nin tek başına hükümet olmasından sonra bu "silahsız güçler", orduyu yeniden önplana çıkartmaya, "vatan elden gidiyor", rejimin bekası tehlikede feryatlarıyla AKP hükümetini devirme planları yapmaya başlamışlardı.

12 Nisan açıklaması AKP hükümetini devirmek için startın verildiği açıklamadır. Açık olan şudur ki, 12 Nisan açıklamasında, yukarıya da aktardığımız gibi, Kürt ulusal mücadelesine karşı bir kez daha topyekûn savaş ilan ediliyor, böylece imha ve inkâr bir kez daha dile getiriliyor; "Türkiye'de azınlık icat ettiği" için AB'ye ateş püskürüyor; reddedilen teskere konusunda ABD'ye özeleştiri veriliyor ve daha ziyade AKP hedef alınarak politik islama karşı mücadelenin devam edeceğinden; nasıl bir cumhurbaşkanı seçilmesi gerektiğinden; ordunun prestijinden; Güney Kürdistan'a operasyondan ve bunun için gerekli siyasi iradeden bahsediliyor.

27 Nisan muhtırasından, 12 Nisan açıklamasında dile getirilen anlayışların belli iki yönü; politik İslama karşı mevcut laiklik anlayışının savunulması temelinde mücadele ve devrimci mücadeleye ve Kürt ulusal hareketine karşı düşmanlık önplana çıkartılmaktadır.

Burjuvazinin klikleri arasındaki it dalaşı veya hükümeti devirme mücadelesi ifadesini 27 Nisan muhtırasında yer alan"Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir" ve "Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar" anlayışında bulmaktadır.

Buna bağlı olarak rejimin bekasını teminat altına alma mücadelesi:
"Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir".

"Ne mutlu Türküm" demeyenlere karşı topyekûn savaş:
"Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır".

"Esasen bu... görevi yerine getirmek için TSK, yasalara dayanan hakkı vardır ve bu hakkını kullanacak güçtedir".

"Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir". (27 Nisan Muhtırasından)

27 Nisan muhtırasından sonraki gelişmeler göstermektedir ki, muhtıracılar, muhtırada dile getirdikleri her iki temel anlayışları doğrultusunda kendilerine göre sonuç alıcı adımlar atmakta; bu anlamda da muhtırayı uygulamakta kararlılar. Muhtırayla birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimi resmen ertelendi, Meclis fiilen işlemez hale getirildi ve Kürt ulusal mücadelesine yönelik saldırılar tırmandırılarak sürdürülmektedir.

"Ne mutlu Türküm demeyen düşmandır ve öyle kalacaktır" Kürt halkına ve ilerici, devrimci bütün kesimlere karşı açık savaş ilandır; TMY'ında ifadesini bulan imha ve yok etme; ezme ve burjuvazinin istediği sınırlara çekme konseptinin uygulanmasıdır. Ordu, resmi ideoloji dışında kalan herkesi düşman ilan etti.

27 Nisan muhtırasının uygulanması için Cumhurbaşkanlığı seçimi bir fırsat olarak değerlendirildi ve 27 Nisanda Meclis'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçini 1. turunun ardından, gece yarısı açıklanan muhtırayla hâkim sınıf klikleri arasındaki mücadele "Çankaya Savaşları" olarak başlatıldı.

Türkiye'nin darbeler ve muhtıralar tarihinde ilk kez AKP-hükümeti orduya cevap verebilecek cüreti gösterdi. Başbakan Erdoğan, muhtırayla ilgili olarak yaptığı açıklamada "Ülkenin siyasi dokusu da zaman zaman afetlere uğruyor". "Milletimiz, afet bekleyen, felakete yol açan fırsatçılara fırsat tanımıyor ve tanımayacak" dedi. Bakanlar Kurulu toplantısından sonra da hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, kararlılık beyanında bulunarak, "Başbakan'a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı'nın hükümete karşı ifade kullanması demokratik hukuk devletinde düşünülemez" diyerek orduya karşı koymada kararlı olunduğunu ifade etti. Çiçek, muhtıranın açıklandığı tarih ve saati de anlamlı bulduğunu, muhtıranın "Bu hassas dönemde, Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır" değerlendirmesi yaptı.

"Laiklik tehlikede" demagojisiyle, söz konusu mitinglerin de gösterdiği gibi milyonlarca insanı etkileyen ve muhtıraya meşruluk zemini kazandırmaya çalışan ordu, "laik"liğin son kalesi olarak gördüğü Çankaya'nın; Cumhurbaşkanlığı kurumunun elden çıkmaması ve politikaya müdahale için bir araç olarak kullanılması için harekete geçmiş oldu. Sonuçta Anayasa Mahkemesi kararını etkileyerek istediği sonucu elde etti ve erken genel seçim sürecine girildi.

Daha önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde söz konusu edilmemesine rağmen, bu seferki seçimlerde ordunun istemediği birinin seçilmesini engellemek ve böylece Çankaya'yı politik bir mevzi olarak elde tutmak için orduyla aynı paralelde hareket eden CHP, Cumhurbaşkanını seçmek için mecliste seçime katılan milletvekili sayısının en azından 367 olması gerektiği görüşünü, Anayasa Mahkemesine taşıdı ve Anayasa Mahkemesi de 367'nin toplanma yeter sayısı olduğuna karar verdi. Siyasal bir karar veren Anayasa Mahkemesi, muhtırayla ordunun, CHP'nin ve "silahsız güçler"inin amaca ulaşmaları için "hukuki" yolu açmış oldu.

Yaşanan bu gelişmelerden sonra Başbakan Erdoğan, erken seçimin "zaruret" haline geldiğini açıklamak zorunda kaldı.

Kendi cephesinden saldırıya geçen Erdoğan, Cumhurbaşkanını da halk seçsin, iki defa üst üste seçilebilsin ve her biri seferinde görev süresi 5 yılla sınırlandırılsın, "Milletvekili seçimlerinin 4 yılda bir olmasına da varız" açıklaması yaptı.

Genelkurmay'ın dayatmasına teslim olmayacaklarını, bildikleri gibi hareket edeceklerini vurgulayan eden Erdoğan, "Biz çağrımızı yaptık, bu çağrımızla birlikte bu yürüyüşe başlayacağız. Bu yürüyüş esnasında (Anayasa değişikleri için) biz referandumu da göze alıyoruz" açıklamasını yaptı.

Erdoğan'ın bu açıklamasına ilk cevabı, "Cumhurbaşkanını halk seçemez" diyerek CHP başkanı D. Baykal verdi. ANAP başkanı Mumcu ise Erdoğan'ın önerisini destekleyeceklerini açıkladı. (Anayasada değişiklik yapmak için AKP ve ANAP'ın oyları yeterli geliyor).

Erdoğan, daha sonrası yaptığı açıklamada, Anayasa Mahkemesi kararını "demokrasiye sıkılmış bir kurşun" olarak tanımladı. Buna cevaben de Anayasa Mahkemesi, Erdoğan'ın mahkemeyi hedef gösterdiğini belirten bir açıklama yaptı. Anayasa Mahkemesi kararından sonra Başbakan Erdoğan'ın, "erken seçim kararı alacağız" ve "Cumhurbaşkanını halk seçecek" açıklamasına Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu karşı çıktı. Eski Başsavcısı, Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci devam ederken Meclis'in erken seçim kararı alamayacağını belirterek, "Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bir sistem sorunudur. Anayasa değişikliği önerisi bu süreç içinde yerine getirilemez. Bu aldatmacadır. Bu süre içinde değişiklik yapılamaz" dedi ve böylece AKP'nin girişimlerine karşı çıkarak, "yeni bir krize girme korkusu taşıyorum" anlayışını dile getirerek Genelkurmay'ın bu girişimleri kolay kolay kabul etmeyeceğinin mesajını vermiş oldu.

Sonuçta Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili Anayasa değişikliği AKP ve ANAP'ın oylarıyla Meclis'te kabul edildi. Yasanın yürürlüğe girmesi için Cumhurbaşkanının imzalaması gerekmektedir ve Sezer de böyle bir yasayı onama yanlısı değildir. Nitekim Cumhurbaşkanı A. N. Sezer 25 Mayıs tarihli açıklamasıyla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören anayasa değişikliğini veto ederek meclise iade etti ve bir kez daha görüşülmesini istedi.

Hukuk alanında it dalaşı bu aşamada.

27 Nisan muhtırası neyin ne olacağını; hangi taşların yerinden oynatılamayacağını, hangilerinin oynatılabileceğini ve ne kadar oynatılabileceğini açıkça gösterdi. Bu, ifadesini Çankaya seçiminde buldu. Bu süreçte, faşist diktatörlüğün yeni konseptinden sonuç alamama; devrimci hareketi sindirememe, istediği alana çekememe ve Kürt ulusal hareketini ezememe temelindeki krizi, ordunun "laiklik" için ve "irtica tehlikesine" karşı mücadelesi biçiminde ortaya çıktı ve burjuvazinin klikleri arasındaki mücadeleyi tetikledi. Ordunun dürtmesiyle burjuva partiler arasındaki saflaşmalar yeni boyutlara taşındı.

28 Şubattan ders aldıklarını açıklayanlar tarafından kurulan AKP, iç ve dış konjonktürün lehine olduğundan hareket ederek orduyu politik yaşamdan tamamen uzaklaştırarak, adeta bir kâbustan kurtulmak istercesine adımlar atmaya başladı. Cumhurbaşkanı adayı konusundaki tutumu bunu açıkça göstermektedir.

Burjuvazinin diğer partileri gibi AKP de, uluslararası sermayenin çıkarlarını koruyan, neoliberal dayatmaları aynen uygulayan bir partidir. Diğerleri gibi bu parti de işçi sınıfı ve emekçi yığınların düşmanıdır. Aynen diğerleri gibi, Kürt ulusal mücadelesi karşısında düşman tavır içinde olan, burjuvazinin geleneksel inkâr ve imha konseptini uygulayan bir partidir. Onun programı diğer partilerin programından nitelik olarak farklı değildir. Bugün için TÜSİAD'ın ekonomi ve politik programını en iyi uygulamaya çalışan bir burjuva partidir. Diğerleri gibi AKP de emperyalist efendilerin çıkarlarını kollama görevini yerine getiren ve uluslararası sermayenin emrinde olan bir partidir. Ordu baskısından kurtulmak için AB ile bütünleşmeyi hedefleyen; bu anlamda kapsamlı reformlar gerçekleştirmeye çalışan bir partidir. AKP'nin devlet kurumlarındaki kadrolaşması, toplumsal yaşamda ideolojik hegemonya alanı oluşturmaya dönük girişimleri, TÜSİAD açısında da rahatsız edici bir durumdur. Şüphesiz ki, bu türden tavır ve adımlar toplumsal gericiliğe alan açmaktadır. Ama bütün bunları TÜSİAD, kabul edilebilir, tahammül edilebilir olarak görmektedir.

Şüphesiz ki, AKP, gerçek anlamda TÜSİAD'ın temel ilkelerine, dünya anlayışına tekabül eden bir parti değildir. Ama onun meclisteki gücü, TÜSİAD'ı, programını uygulatmakta tercihsiz bırakmıştır. Programını uygulayacak güçte başka bir partinin olmaması; bırakalım program uygulatmayı, hükümet olacak başka bir partinin olmaması AKP ile TÜSİAD'ın ortak hareket etmelerinin esas nedenidir. Bu ortaklıkta her iki tarafında açık çıkarları vardır: Bir taraftan AKP, ordu baskısından kurtulacağına inanırken, diğer taraftan da TÜSİAD yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarının ifadesi olan ekonomik programının uygulanmasını sağlamış olacaktı. Çıkar ortaklığının zorunlu olmasından dolayı AB'ci kesimler, AKP'nin dini inançlara hitap eden bazı anlayış ve pratiklerini tahammülle karşılamaktan öte bir şey yapmamışlardır.

AKP, TÜSİAD'a, ABD'ye ve AB'ye güveniyordu. Ne de olsa "kötünün iyisi" babında TÜSİAD tarafından destekleniyordu ve yerli işbirlikçi sermaye ile uluslararası tekelci sermayenin önünde hiçbir şekilde engel değildi. Tam tersine, yerli-yabancı sermayenin işlerinin iyi gitmesinin teminatıydı. Bu nedenden dolayı, ordunun da artık anayasal çerçeve dışına çıkamayacağını hesap eden AKP, istediğini de Cumhurbaşkanı seçebileceğine inanıyordu. Anlaşılan o ki, AKP, kendi yanında yer alan iç ve dış güçlere fazla güvenmişti. AKP, büyük oynadı ve kaybetti.

A. Gül'ün Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanmasından sonra durum değişti ve ordu rejim sorunundan; memleketin geleceğiyle yakından ilgili olduğundan, bu seçimlerde taraf olduğundan bahsetmeye başladı. Son kalenin de elden çıkması ordu tarafından kabul edilir bir şey değildi.

Çankaya, başta ordu olmak üzere "laikçi" kesim için oldukça önemli bir mevzidir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bu böyledir. 1989'a kadar emekliye ayrılmış komutanların son "görev" yeri olan Çankaya, 12 Eylül faşist darbesinden sonra icraatında güçlendirildi, salt sembolik bir mevzi olmaktan çıkartıldı. Çankaya, rejim açısından bir nevi sigorta konumuna getirildi. Böyle bir mevziin elden çıkması ordu için düşünülmesi dahi suç olan bir durumdur.

Muhtıra ve sonraki süreci yönlendirmesiyle ordu, sadece burjuva partileri değil, toplumu da tehdit etmekte ve "benim iradem geçerlidir" demektedir. Açıktır ki, erken genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ordunun darbe tehdidi altında gerçekleşecektir.

AB, muhtıraya karşı olduğunu açıkladı. ABD, "hayırhah" bir tavır sergiledi. TÜSİAD ise muhtırayı, "parlamentonun kararına saygılı olunması" diyerek önce açıktan eleştirdi ve böylece hükümetin yanı sıra orduya karşı gelme cesaretini gösterdi. Ama birkaç gün sonra çark etti ve meclisin, muhtırayı verenlerin isteklerine uyulması gerektiğini açıkladı.

Liberaller, AB'ciler veya bilumum "artık her şeyin bambaşka oldu", "demokrasi yerleşti", "askeri müdahale dönemleri geride kaldı" diye düşünenler büyük bir yanılgı içinde olduklarını anlamışlardır. AB, ABD, TÜSİAD varken, son birkaç yıllık süreçte tüyü yolunmuş ordu, istediği gibi hareket edemez, bu güçlere iradesini dayatamaz diyenler bir kez daha yanılmış olduklarını anladılar.

Ordu, süreci yönlendirme bakımından şimdilik kısmi amacına ulaştı:

  • Ordunun muhtıra vermesinde 14 Nisanda Ankara'daki mitingin yığınsallığı önemli bir rol oynamıştır. 700 bin veya bir milyonla ifade edilen bu katılım, orduyu cesaretlendirmiştir. Aynı rolü daha da fazlasıyla İstanbul'daki miting oynamıştır. Diğer mitingler de kalabalık olmuştur. Bu mitinglere DİSK ve KESK gibi sendika konfederasyonlarının teşvikçi veya "hayırhah" tutumu sonucunda işçilerin ve emekçilerin yanı sıra Türk küçük burjuva sınıfından unsurlar katılmıştır.
  • AKP, iktidar için dini istismar etmeyi temel politika yapmış, politik İslamcı muhafazakâr bir partidir. AKP kadrolarının dinci radikal geçmişleri ve bugün de içinden geldikleri geleneği; kültür ve yaşam tarzını sulandırılmış olarak sürdürmeleri ve ötesinde teşvik etmeleri, başta ordu olmak üzere "laikçi" kesim tarafından sürekli kullanılmış ve toplumun "laikçi-şeriatçı" ekseninde kutuplaştırılmasında kullanılmaktadır. Bu türden "laik Türkiye" demagojisiyle ordu, söz konusu mitinglerin de gösterdiği gibi milyonları harekete geçirmiştir.

    Ordu, söz konusu mitinglerle, "silahsız güçleri" örgütledi, sokağa döktü. AKP ve politik İslamcı güçler üzerinde yoğun bir baskı kurdu. Toplumu laiklikten yana mısın değil misin ikilemiyle; "laiklik tehlikede" veya "şeriata karşı laiklik"le saflaştırdı.
  • Belli sloganlarla bir araya getirdiği milyonlara şovenizm zehrini daha güçlü şırınga etti ve şovenizme eylem yapabilecek daha geniş bir taban kazandırdı.
  • Bu süreçte ve özellikle söz konusu mitinglerde laikçilik-şeriatçılık kutuplaşması topluma taşınındı ve milyonlarca insanın katıldığı göz önünde tutulursa yaygınlaştırılarak geniş işçi ve emekçi yığınlarının bu iki burjuva kesim arasında ayrışmasının yolunu açtı. Bu kutuplaşma bazında bugün siyasi gericilik, ordu-CHP ile AKP arasındaki kutuplaşmada ifadesini bulmaktadır.
  • 27 Nisan muhtırasından sonra "ne şeriat-ne darbe" tutumu söz konusu mitinglerde ve "sol" kesimlerde oldukça rağbet görmüştür. Ne de olsa hem şeriata ve hem de darbeye karşı bir tavır sergilenmiş oluyordu. Böyle bir anlayış, sonuçta darbecilerin değirmenine su taşımaya yaramaktan başka bir anlam taşımıyor. Doğru, Türkiye'de, halkın ezici çoğunluğunun Müslüman olmasından dolayı en azından teorik olarak şeriat tehlikesi vardır. Ama Türkiye'de, Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Kemalist burjuvazi ideolojinin etkisiyle yetişmiş nesillerin varlığından dolayı bugün için şeriat en önemli tehlike değildir. Şüphesiz şeriatı isteyen ve bu doğrultuda mücadele edenler vardır, örgütlüdürler ve güçlüdürler. Ama şeriatı istemeyenler onlardan daha da güçlüdürler. Tabii ki, Türk burjuvazisinde "gerekirse komünizmi de biz getiririz" zihniyeti hala hâkim olduğu için gerekirse şeriatı da o getirir!

Buna karşın Türkiye'de, her türden toplumsal ilerlemenin önünde esas engeli, bizzat muhtıranın da gösterdiği gibi muhtıranın sahiplerinin temsil ettiği güçler oluşturmaktadır. Yani ordu ve yönlendirdiği güçler. Şüphesiz ki, "ne şeriat-ne darbe"de dile getirilen tarafların her ikisi de işçi sınıfı ve emekçi yığınların düşmanıdır. Her iki taraf da işçi sınıfı ve emekçi yığınları kendi hâkimiyet politikalarına koşmaya çalışmaktadır. Şüphesiz ki, birine karşı diğeriyle ittifak söz konusu değil. Ama hâkim sınıfların bu iki kliği arasındaki mücadelede yedeklenmek istemeyenler, her iki tarafa karşı aynı derecede mücadele yerine ordunun merkezinde durduğu darbeci, ırkçı-şoven-faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi önplana çıkartmak zorundadırlar. Muhtıranın kurduğu bu tuzağa; "ne şeriat-ne darbe" tuzağına düşmemek, muhtırada bu tuzağın kurulduğu bilinciyle hareket etmek gerekir. 29 Nisan Çağlayan, 5 Mayıs Çanakkale ve Manisa, 13 Mayıs İzmir ve Samsun mitinglerine katılan kitlenin büyük yanılgısı bu tuzağın görülmemesidir.

  • Ordu, AKP'ye karşı baskı altına aldığı burjuvazinin partilerini birleşme sürecine yönlendirdi. Muhtıra, burjuva cephede saflaşmayı hızlandırdı. Bunun sonucudur ki, şimdiye kadar ayrı yürüyenler; daha düne kadar birbirine selam vermeyen, ama programatik olarak farklı olmayanlar bir araya gelmek; birleşmek ve güç birliği oluşturmakla karşı karşıya kaldılar: DYP ve ANAP hızla birleşirken, CHP ve DSP seçimde güç birliği yapacaklarını açıkladılar. Burjuva cephede saflaşma tabii ki, şimdiye kadar elde edilmiş olanla sınırlı kalmayacaktır.
    Böylece AKP'nin seçimde olası tek başına hükümet olma gücünün kırılması hesabı yapılıyor.
  • Ordu ve CHP de dâhil "silahsız güçler"i, yönlendirdikleri yığınları, şırınga ettikleri şovenizme dayanarak "Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır", "Cumhuriyeti korumak", "laikliği korumak", "bayrak altında birleşmek" demagojileriyle devrimci harekete ve Kürt ulusal mücadelesine karşı kullanmaktadır ve ileride de kullanmaya devam edecektir.
  • Ordu, Kuzey Kürdistan'da en kapsamlı operasyonlarını sürdürüyor. Onbinlerce asker ve gelişmiş teknoloji ürünü silahlarla gerilla-sivil ayrımı yapmadan katletmeye devam ediyor. Ama ABD yeşil ışık yakmadığı ve hükümet de siyasi irade sergileyemediği için sınırdan öteye adım atamıyor. Bu nedenle 27 Nisan muhtırası, aynı zamanda "Türküm demeyen düşmandır"da dile getirilen Kürt halkına yönelik saldırılarda ordunun çizgisinde hareket edecek bir "siyasi irade" oluşturma arayışını da ifade etmektedir.
  • Muhtırayla ordu, işçi sınıfı ve emekçi yığınları taraf olmaya zorlamıştır: Toplum, ordu partisi CHP ve AKP arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır. Burjuvazinin bu iki cephesi arasındaki hegemonya mücadelesi şiddetlenerek devam edecektir. Muhtıracılar, CHP-DSP ortaklığını güçlendirmek ve AKP'yi küçülterek, genel seçimlerde yeniden mutlak çoğunluğa sahip olmasını engellemek için planlı faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
  • Şüphesiz, mevcut faşist rejim dağılacak kadar güçsüz değil. Ama dağılacak kadar çürümüş durumdadır. Burjuvazinin klikleri arasındaki hegemonya mücadelesi ve böyle bir rejimin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, Kürt ulusuna işsizlikten, baskı ve talandan, katliamdan başka vereceği bir şey olmadığı için rejim, yönetilemez hale gelmiştir; bir yönetim krizi yaşanmaktadır.

Komünist öncünün sınırlı gücü ve faşizme ve emperyalizme karşı birleşebilecek güçlerin dağınık olması; kısaca sübjektif faktörün durumu, muhtıraya ve yaşanmakta olan siyasal krize müdahale koşullarını sınırlandırmaktadır. Türkiye'de devrimci hareketin faşist saldırılara boyun eğmeyen mücadelesi, son birkaç ayda yaşanan birleşik devrimci mücadele ile güçlendirilmelidir.

Ordu, zorladığı, yönlendirdiği için işçi sınıfı ve emekçi yığınların burjuva cephelerden birini tercih etmeleri karşısında kayıtsız kalamayız. Birleşik devrimci mücadele, faşizme ve emperyalizme karşı bileşilebilecek bütün güçlerin ortak hareket etmesini ön görmektedir. Bunu Hırant Dink'i uğurlarken yaşadık, 1 Mayıs'ta yaşadık. Bugün de böyle bir sınav vermekle karşı karşıyayız. Erken genel seçim koşullarında birleşik devrimci mücadele, burjuvazinin her iki cephesi karşısında üçüncü bir cephe açmak anlamına gelmektedir. Bu cephe, toplumsal ve siyasi gericiliğe, şovenizme ve militarizme karşı mücadele; özgürlük ve demokrasi mücadelesi, emperyalist işgal ve talana karşı mücadele; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi temelinde yükselmelidir. Bu cephede bütün ilerici, devrimci, yurtsever güçler, siyasi parti ve örgütler, sendikalar ve kitle örgütleri yer almalıdır ve yukarıda belirttiğimiz anlayışlar doğrultusunda faşist diktatörlüğe karşı, seçimler zeminindeki mücadelede birleşmelidirler. Bu cephede tüm yurtsever, demokrat, antifaşist, devrimci parti ve örgütlerin bir araya gelmeleri kaçınılmazdır. Bu türden bir birleşik mücadelenin olanakları, her zamankinden daha fazla birikmiş ve olgunlaşmıştır.

_ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _

1 Bu makale Mayıs ayında yazılmıştır.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

27 Nisan Muhtırası ve Sonrası Gelişmeler Üzerine
fc Share on Twitter
 

Devletin tepesindeki kurumlar arasındaki ilişkilerin son dönemlerde neredeyse sıfır noktasına vardı. Bir taraftan Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı, diğer taraftan da Başbakanlık ve Meclis başkanlığı arasında saflaşma derinleşti. Devletin tepesindeki bu "it dalaşı", aslında burjuvazinin kanatları arasındaki çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle ilgili olarak taraflar arasında şiddetlenen söz düellosu biçiminde sürdürüldü. Burjuvazi; bir bütün olarak rejim güçleri Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmışlardı. Açık ki bu seçim, rejim güçleri arasındaki güç dengesini yeniden belirleyecekti. Sorunun bir yönü budur.

Sorunun diğer yönünü de Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da devrimci ve yurtsever hareketi sindirmek ve imha etmek için faşist diktatörlüğün yeni hamlesinden istenilen sonuçların alınamaması oluşturmaktadır.

Haziran 2006'da yürürlüğe giren "Terörle Mücadele Yasası"nda (TMY) ifadesini bulan faşist diktatörlüğün yeni imha ve yok etme konseptinin iki ayağı var: Bunlardan birisi Kürt ulusal hareketini yok etmek. İkinci ayağı da Batıda gelişen özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini sindirmek ve etkisiz hale getirmektir.

Yasanın uygulanmaya başlamasından bu yana rejim, şu veya bu biçimde bazı "başarı"lar elde etmiştir. Ama rejim bu yasayla da sonuç alamayacağını kısa zamanda anlamıştır. Bu yasanın uygulanmasından dolayı ne Kürt ulusal mücadelesinde ve ne de Batıda devrimci ve komünist güçlerin mücadelesinde bir gerileme, sinme, devletin baskılarına teslim olma görülmüştür. Diktatörlük, 8-10 ve 21 Eylül saldırılarından bir sonuç alamadığı gibi, Mart-Mayıs sürecinin (8 Mart, Newroz, 13 Nisan, 1 Mayıs) militanlığı ve kitleselliği karşısında da adeta seyirci kalmıştır.

Devletin bekasından kendini sorumlu gören ordu, yurtsever ve devrimci cephedeki gelişmelerden rahatsızlığını 28 Şubat 1997'den bu yana ilk kez 12 Nisanda sert bir şekilde dile getirmiştir.

Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt, Genelkurmay Karargâhı'nda, 12 Nisan 2007'de kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın toplantısında diğer şeylerin yanı sıra, 27 Nisan muhtırasında da yer alacak bazı konuları vurgulamıştır:

Ordunun başı konuşmasında "PKK terörü"nden, "Siyasal amaçlı etnik milliyetçiliğe... dayalı bölücü bir hareket"ten; "Türkiye'de... milliyetçiliğin Atatürk milliyetçiliği, yurtseverlik" olduğundan, "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası"nın... "bu coğrafyada yaşayan bütün insanların hepsini birden kapsadığın"dan, "etnik ayrımcılığın" olmadığından; "Atatürkçü düşünce sistemini savunan TSK'ya (karşı) yoğun bir yıpratma ve karalama kampanyası(nın) yürütülmekte" olduğundan, "devletin hemen her kademesine olduğu gibi TSK'ya da sızmış... Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları vasıtasıyla veya başka yöntemlerle... silahlı kuvvetlerin üzerine" gidildiğinden ve böylece "bu yüce kurumun yıpratılması(nın) amaçlan"dığından bahsetmiştir.

Bunun ötesinde Cumhurbaşkanı seçimi ve sınır ötesi harekâta ilişkin olarak siyasi irade konusunda da şu görüşleri dile getirmiştir:

Cumhurbaşkanı seçimi:
"... Seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK'nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK'yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum... Hem vatandaş hem TSK'nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz... Karar Meclis'in kararıdır".

Siyasi irade ve operasyon sorunu:
"...Kuzey Irak'a bir operasyon yapılmalı mı?' Yapılmalı. Olayın iki boyutu var. Birincisi, ... Fayda sağlar mı? Evet, sağlar. Olayın ikinci boyutu,... Bir hudut ötesi operasyon yapılması için bir siyasi kararın ortaya çıkması lazım. TSK, yasal zeminde görev verildiğinde bu operasyonları yapma gücüne fazlasıyla sahiptir".

27 Nisan muhtırasından:
"Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir".

"Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar."

"Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir".

Aslında 27 Nisan muhtırası bir sonuçtur. Esas muhtıra olarak 12 Nisan açıklaması görülmelidir. Her halükarda 27 Nisan muhtırasında, 12 Nisan açıklamasında yer alan anlayışlar başka biçimde ifade edilmiştir. Açık ki, ordu birçok konuda oldukça rahatsızdır ve siyasal ortamı uygun bulduğu için de söylemesi gerekeni söylemiş ve Türkiye'de politik yaşamı birden bire değiştirmiştir. Şimdi Türk burjuvazisinin bütün kanatları ve ek olarak da AB, ordu olmaksızın, hesaba katılmaksızın Türkiye'de politika yapılamayacağını bir kez daha anlamış durumdalar.

Bu baylara göre 12 Eylül 1980 faşist darbesinin bir ürünü olan anayasanın büyük bir bölümü, AB'ye uyum sağlamak için değiştirilmişti. Ordunun siyasete müdahalesi tamamen ortadan kaldırılamamış, ama tahammül edilebilir seviyeye indirgenmişti. Bundan dolayı da ordunun darbe yapma, müdahale etme veya muhtıra verme şansı pek kalmamıştı. Üstelik MGK Genel Sekreteri de artık asker değil, sivildi.

Ama ordu hem 28 Şubat muhtırasıyla hem de 12 Nisan açıklaması ve 27 Nisan muhtırasıyla tanklı-toplu darbe yapmasa da "post modern" darbe yapacak güç ve yetenekte olduğunu sergiledi.

28 Şubat 1997'de "ince ayar" yaparak, rejimin bekasını kendine göre garantiye alan ordu, daha sonraki dönemde politikaya aktif; şimdiki gibi müdahale konusunda adeta kışlaya çekilmişti.

Bu dönem zarfında ordu, "Silahsız güçler" diye tanımlanan "sivil toplum örgütleri"nin darbe yapmada ve muhtıra vermede çok önemli bir araç olacağı görüşüne vardı. 14 Nisanda Ankara'da başlatılan, arkasında İstanbul, Manisa, İzmir ve Samsun'da sürdürülen milyonlarca insanın katıldığı mitingler, ordunun, "silahsız güçler"in önemini ne derece anladığını açıkça göstermektedir.

12 Nisan açıklaması yapıldığında, özellikle emekli generallerin başını çektiği birtakım örgütler, söz konusu mitingleri planlamışlardı bile. Liberalinden sivil faşistine, bürokrasinden, üniversitelere sivil toplum kuruluşları, ne kadar anti-AKP'ci ve "laik" Türkiye yanlısı varsa, ordunun sözünden çıkmayan "sivil toplum örgütleri" tarafından adeta seferber edildi.

Daha AKP'nin tek başına hükümet olmasından sonra bu "silahsız güçler", orduyu yeniden önplana çıkartmaya, "vatan elden gidiyor", rejimin bekası tehlikede feryatlarıyla AKP hükümetini devirme planları yapmaya başlamışlardı.

12 Nisan açıklaması AKP hükümetini devirmek için startın verildiği açıklamadır. Açık olan şudur ki, 12 Nisan açıklamasında, yukarıya da aktardığımız gibi, Kürt ulusal mücadelesine karşı bir kez daha topyekûn savaş ilan ediliyor, böylece imha ve inkâr bir kez daha dile getiriliyor; "Türkiye'de azınlık icat ettiği" için AB'ye ateş püskürüyor; reddedilen teskere konusunda ABD'ye özeleştiri veriliyor ve daha ziyade AKP hedef alınarak politik islama karşı mücadelenin devam edeceğinden; nasıl bir cumhurbaşkanı seçilmesi gerektiğinden; ordunun prestijinden; Güney Kürdistan'a operasyondan ve bunun için gerekli siyasi iradeden bahsediliyor.

27 Nisan muhtırasından, 12 Nisan açıklamasında dile getirilen anlayışların belli iki yönü; politik İslama karşı mevcut laiklik anlayışının savunulması temelinde mücadele ve devrimci mücadeleye ve Kürt ulusal hareketine karşı düşmanlık önplana çıkartılmaktadır.

Burjuvazinin klikleri arasındaki it dalaşı veya hükümeti devirme mücadelesi ifadesini 27 Nisan muhtırasında yer alan"Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir" ve "Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar" anlayışında bulmaktadır.

Buna bağlı olarak rejimin bekasını teminat altına alma mücadelesi:
"Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir".

"Ne mutlu Türküm" demeyenlere karşı topyekûn savaş:
"Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır".

"Esasen bu... görevi yerine getirmek için TSK, yasalara dayanan hakkı vardır ve bu hakkını kullanacak güçtedir".

"Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir". (27 Nisan Muhtırasından)

27 Nisan muhtırasından sonraki gelişmeler göstermektedir ki, muhtıracılar, muhtırada dile getirdikleri her iki temel anlayışları doğrultusunda kendilerine göre sonuç alıcı adımlar atmakta; bu anlamda da muhtırayı uygulamakta kararlılar. Muhtırayla birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimi resmen ertelendi, Meclis fiilen işlemez hale getirildi ve Kürt ulusal mücadelesine yönelik saldırılar tırmandırılarak sürdürülmektedir.

"Ne mutlu Türküm demeyen düşmandır ve öyle kalacaktır" Kürt halkına ve ilerici, devrimci bütün kesimlere karşı açık savaş ilandır; TMY'ında ifadesini bulan imha ve yok etme; ezme ve burjuvazinin istediği sınırlara çekme konseptinin uygulanmasıdır. Ordu, resmi ideoloji dışında kalan herkesi düşman ilan etti.

27 Nisan muhtırasının uygulanması için Cumhurbaşkanlığı seçimi bir fırsat olarak değerlendirildi ve 27 Nisanda Meclis'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçini 1. turunun ardından, gece yarısı açıklanan muhtırayla hâkim sınıf klikleri arasındaki mücadele "Çankaya Savaşları" olarak başlatıldı.

Türkiye'nin darbeler ve muhtıralar tarihinde ilk kez AKP-hükümeti orduya cevap verebilecek cüreti gösterdi. Başbakan Erdoğan, muhtırayla ilgili olarak yaptığı açıklamada "Ülkenin siyasi dokusu da zaman zaman afetlere uğruyor". "Milletimiz, afet bekleyen, felakete yol açan fırsatçılara fırsat tanımıyor ve tanımayacak" dedi. Bakanlar Kurulu toplantısından sonra da hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, kararlılık beyanında bulunarak, "Başbakan'a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı'nın hükümete karşı ifade kullanması demokratik hukuk devletinde düşünülemez" diyerek orduya karşı koymada kararlı olunduğunu ifade etti. Çiçek, muhtıranın açıklandığı tarih ve saati de anlamlı bulduğunu, muhtıranın "Bu hassas dönemde, Anayasa Mahkemesi eksenli tartışmalar yapılırken ortaya çıkması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır" değerlendirmesi yaptı.

"Laiklik tehlikede" demagojisiyle, söz konusu mitinglerin de gösterdiği gibi milyonlarca insanı etkileyen ve muhtıraya meşruluk zemini kazandırmaya çalışan ordu, "laik"liğin son kalesi olarak gördüğü Çankaya'nın; Cumhurbaşkanlığı kurumunun elden çıkmaması ve politikaya müdahale için bir araç olarak kullanılması için harekete geçmiş oldu. Sonuçta Anayasa Mahkemesi kararını etkileyerek istediği sonucu elde etti ve erken genel seçim sürecine girildi.

Daha önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde söz konusu edilmemesine rağmen, bu seferki seçimlerde ordunun istemediği birinin seçilmesini engellemek ve böylece Çankaya'yı politik bir mevzi olarak elde tutmak için orduyla aynı paralelde hareket eden CHP, Cumhurbaşkanını seçmek için mecliste seçime katılan milletvekili sayısının en azından 367 olması gerektiği görüşünü, Anayasa Mahkemesine taşıdı ve Anayasa Mahkemesi de 367'nin toplanma yeter sayısı olduğuna karar verdi. Siyasal bir karar veren Anayasa Mahkemesi, muhtırayla ordunun, CHP'nin ve "silahsız güçler"inin amaca ulaşmaları için "hukuki" yolu açmış oldu.

Yaşanan bu gelişmelerden sonra Başbakan Erdoğan, erken seçimin "zaruret" haline geldiğini açıklamak zorunda kaldı.

Kendi cephesinden saldırıya geçen Erdoğan, Cumhurbaşkanını da halk seçsin, iki defa üst üste seçilebilsin ve her biri seferinde görev süresi 5 yılla sınırlandırılsın, "Milletvekili seçimlerinin 4 yılda bir olmasına da varız" açıklaması yaptı.

Genelkurmay'ın dayatmasına teslim olmayacaklarını, bildikleri gibi hareket edeceklerini vurgulayan eden Erdoğan, "Biz çağrımızı yaptık, bu çağrımızla birlikte bu yürüyüşe başlayacağız. Bu yürüyüş esnasında (Anayasa değişikleri için) biz referandumu da göze alıyoruz" açıklamasını yaptı.

Erdoğan'ın bu açıklamasına ilk cevabı, "Cumhurbaşkanını halk seçemez" diyerek CHP başkanı D. Baykal verdi. ANAP başkanı Mumcu ise Erdoğan'ın önerisini destekleyeceklerini açıkladı. (Anayasada değişiklik yapmak için AKP ve ANAP'ın oyları yeterli geliyor).

Erdoğan, daha sonrası yaptığı açıklamada, Anayasa Mahkemesi kararını "demokrasiye sıkılmış bir kurşun" olarak tanımladı. Buna cevaben de Anayasa Mahkemesi, Erdoğan'ın mahkemeyi hedef gösterdiğini belirten bir açıklama yaptı. Anayasa Mahkemesi kararından sonra Başbakan Erdoğan'ın, "erken seçim kararı alacağız" ve "Cumhurbaşkanını halk seçecek" açıklamasına Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu karşı çıktı. Eski Başsavcısı, Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci devam ederken Meclis'in erken seçim kararı alamayacağını belirterek, "Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bir sistem sorunudur. Anayasa değişikliği önerisi bu süreç içinde yerine getirilemez. Bu aldatmacadır. Bu süre içinde değişiklik yapılamaz" dedi ve böylece AKP'nin girişimlerine karşı çıkarak, "yeni bir krize girme korkusu taşıyorum" anlayışını dile getirerek Genelkurmay'ın bu girişimleri kolay kolay kabul etmeyeceğinin mesajını vermiş oldu.

Sonuçta Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili Anayasa değişikliği AKP ve ANAP'ın oylarıyla Meclis'te kabul edildi. Yasanın yürürlüğe girmesi için Cumhurbaşkanının imzalaması gerekmektedir ve Sezer de böyle bir yasayı onama yanlısı değildir. Nitekim Cumhurbaşkanı A. N. Sezer 25 Mayıs tarihli açıklamasıyla cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören anayasa değişikliğini veto ederek meclise iade etti ve bir kez daha görüşülmesini istedi.

Hukuk alanında it dalaşı bu aşamada.

27 Nisan muhtırası neyin ne olacağını; hangi taşların yerinden oynatılamayacağını, hangilerinin oynatılabileceğini ve ne kadar oynatılabileceğini açıkça gösterdi. Bu, ifadesini Çankaya seçiminde buldu. Bu süreçte, faşist diktatörlüğün yeni konseptinden sonuç alamama; devrimci hareketi sindirememe, istediği alana çekememe ve Kürt ulusal hareketini ezememe temelindeki krizi, ordunun "laiklik" için ve "irtica tehlikesine" karşı mücadelesi biçiminde ortaya çıktı ve burjuvazinin klikleri arasındaki mücadeleyi tetikledi. Ordunun dürtmesiyle burjuva partiler arasındaki saflaşmalar yeni boyutlara taşındı.

28 Şubattan ders aldıklarını açıklayanlar tarafından kurulan AKP, iç ve dış konjonktürün lehine olduğundan hareket ederek orduyu politik yaşamdan tamamen uzaklaştırarak, adeta bir kâbustan kurtulmak istercesine adımlar atmaya başladı. Cumhurbaşkanı adayı konusundaki tutumu bunu açıkça göstermektedir.

Burjuvazinin diğer partileri gibi AKP de, uluslararası sermayenin çıkarlarını koruyan, neoliberal dayatmaları aynen uygulayan bir partidir. Diğerleri gibi bu parti de işçi sınıfı ve emekçi yığınların düşmanıdır. Aynen diğerleri gibi, Kürt ulusal mücadelesi karşısında düşman tavır içinde olan, burjuvazinin geleneksel inkâr ve imha konseptini uygulayan bir partidir. Onun programı diğer partilerin programından nitelik olarak farklı değildir. Bugün için TÜSİAD'ın ekonomi ve politik programını en iyi uygulamaya çalışan bir burjuva partidir. Diğerleri gibi AKP de emperyalist efendilerin çıkarlarını kollama görevini yerine getiren ve uluslararası sermayenin emrinde olan bir partidir. Ordu baskısından kurtulmak için AB ile bütünleşmeyi hedefleyen; bu anlamda kapsamlı reformlar gerçekleştirmeye çalışan bir partidir. AKP'nin devlet kurumlarındaki kadrolaşması, toplumsal yaşamda ideolojik hegemonya alanı oluşturmaya dönük girişimleri, TÜSİAD açısında da rahatsız edici bir durumdur. Şüphesiz ki, bu türden tavır ve adımlar toplumsal gericiliğe alan açmaktadır. Ama bütün bunları TÜSİAD, kabul edilebilir, tahammül edilebilir olarak görmektedir.

Şüphesiz ki, AKP, gerçek anlamda TÜSİAD'ın temel ilkelerine, dünya anlayışına tekabül eden bir parti değildir. Ama onun meclisteki gücü, TÜSİAD'ı, programını uygulatmakta tercihsiz bırakmıştır. Programını uygulayacak güçte başka bir partinin olmaması; bırakalım program uygulatmayı, hükümet olacak başka bir partinin olmaması AKP ile TÜSİAD'ın ortak hareket etmelerinin esas nedenidir. Bu ortaklıkta her iki tarafında açık çıkarları vardır: Bir taraftan AKP, ordu baskısından kurtulacağına inanırken, diğer taraftan da TÜSİAD yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarının ifadesi olan ekonomik programının uygulanmasını sağlamış olacaktı. Çıkar ortaklığının zorunlu olmasından dolayı AB'ci kesimler, AKP'nin dini inançlara hitap eden bazı anlayış ve pratiklerini tahammülle karşılamaktan öte bir şey yapmamışlardır.

AKP, TÜSİAD'a, ABD'ye ve AB'ye güveniyordu. Ne de olsa "kötünün iyisi" babında TÜSİAD tarafından destekleniyordu ve yerli işbirlikçi sermaye ile uluslararası tekelci sermayenin önünde hiçbir şekilde engel değildi. Tam tersine, yerli-yabancı sermayenin işlerinin iyi gitmesinin teminatıydı. Bu nedenden dolayı, ordunun da artık anayasal çerçeve dışına çıkamayacağını hesap eden AKP, istediğini de Cumhurbaşkanı seçebileceğine inanıyordu. Anlaşılan o ki, AKP, kendi yanında yer alan iç ve dış güçlere fazla güvenmişti. AKP, büyük oynadı ve kaybetti.

A. Gül'ün Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanmasından sonra durum değişti ve ordu rejim sorunundan; memleketin geleceğiyle yakından ilgili olduğundan, bu seçimlerde taraf olduğundan bahsetmeye başladı. Son kalenin de elden çıkması ordu tarafından kabul edilir bir şey değildi.

Çankaya, başta ordu olmak üzere "laikçi" kesim için oldukça önemli bir mevzidir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bu böyledir. 1989'a kadar emekliye ayrılmış komutanların son "görev" yeri olan Çankaya, 12 Eylül faşist darbesinden sonra icraatında güçlendirildi, salt sembolik bir mevzi olmaktan çıkartıldı. Çankaya, rejim açısından bir nevi sigorta konumuna getirildi. Böyle bir mevziin elden çıkması ordu için düşünülmesi dahi suç olan bir durumdur.

Muhtıra ve sonraki süreci yönlendirmesiyle ordu, sadece burjuva partileri değil, toplumu da tehdit etmekte ve "benim iradem geçerlidir" demektedir. Açıktır ki, erken genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ordunun darbe tehdidi altında gerçekleşecektir.

AB, muhtıraya karşı olduğunu açıkladı. ABD, "hayırhah" bir tavır sergiledi. TÜSİAD ise muhtırayı, "parlamentonun kararına saygılı olunması" diyerek önce açıktan eleştirdi ve böylece hükümetin yanı sıra orduya karşı gelme cesaretini gösterdi. Ama birkaç gün sonra çark etti ve meclisin, muhtırayı verenlerin isteklerine uyulması gerektiğini açıkladı.

Liberaller, AB'ciler veya bilumum "artık her şeyin bambaşka oldu", "demokrasi yerleşti", "askeri müdahale dönemleri geride kaldı" diye düşünenler büyük bir yanılgı içinde olduklarını anlamışlardır. AB, ABD, TÜSİAD varken, son birkaç yıllık süreçte tüyü yolunmuş ordu, istediği gibi hareket edemez, bu güçlere iradesini dayatamaz diyenler bir kez daha yanılmış olduklarını anladılar.

Ordu, süreci yönlendirme bakımından şimdilik kısmi amacına ulaştı:

  • Ordunun muhtıra vermesinde 14 Nisanda Ankara'daki mitingin yığınsallığı önemli bir rol oynamıştır. 700 bin veya bir milyonla ifade edilen bu katılım, orduyu cesaretlendirmiştir. Aynı rolü daha da fazlasıyla İstanbul'daki miting oynamıştır. Diğer mitingler de kalabalık olmuştur. Bu mitinglere DİSK ve KESK gibi sendika konfederasyonlarının teşvikçi veya "hayırhah" tutumu sonucunda işçilerin ve emekçilerin yanı sıra Türk küçük burjuva sınıfından unsurlar katılmıştır.
  • AKP, iktidar için dini istismar etmeyi temel politika yapmış, politik İslamcı muhafazakâr bir partidir. AKP kadrolarının dinci radikal geçmişleri ve bugün de içinden geldikleri geleneği; kültür ve yaşam tarzını sulandırılmış olarak sürdürmeleri ve ötesinde teşvik etmeleri, başta ordu olmak üzere "laikçi" kesim tarafından sürekli kullanılmış ve toplumun "laikçi-şeriatçı" ekseninde kutuplaştırılmasında kullanılmaktadır. Bu türden "laik Türkiye" demagojisiyle ordu, söz konusu mitinglerin de gösterdiği gibi milyonları harekete geçirmiştir.

    Ordu, söz konusu mitinglerle, "silahsız güçleri" örgütledi, sokağa döktü. AKP ve politik İslamcı güçler üzerinde yoğun bir baskı kurdu. Toplumu laiklikten yana mısın değil misin ikilemiyle; "laiklik tehlikede" veya "şeriata karşı laiklik"le saflaştırdı.
  • Belli sloganlarla bir araya getirdiği milyonlara şovenizm zehrini daha güçlü şırınga etti ve şovenizme eylem yapabilecek daha geniş bir taban kazandırdı.
  • Bu süreçte ve özellikle söz konusu mitinglerde laikçilik-şeriatçılık kutuplaşması topluma taşınındı ve milyonlarca insanın katıldığı göz önünde tutulursa yaygınlaştırılarak geniş işçi ve emekçi yığınlarının bu iki burjuva kesim arasında ayrışmasının yolunu açtı. Bu kutuplaşma bazında bugün siyasi gericilik, ordu-CHP ile AKP arasındaki kutuplaşmada ifadesini bulmaktadır.
  • 27 Nisan muhtırasından sonra "ne şeriat-ne darbe" tutumu söz konusu mitinglerde ve "sol" kesimlerde oldukça rağbet görmüştür. Ne de olsa hem şeriata ve hem de darbeye karşı bir tavır sergilenmiş oluyordu. Böyle bir anlayış, sonuçta darbecilerin değirmenine su taşımaya yaramaktan başka bir anlam taşımıyor. Doğru, Türkiye'de, halkın ezici çoğunluğunun Müslüman olmasından dolayı en azından teorik olarak şeriat tehlikesi vardır. Ama Türkiye'de, Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Kemalist burjuvazi ideolojinin etkisiyle yetişmiş nesillerin varlığından dolayı bugün için şeriat en önemli tehlike değildir. Şüphesiz şeriatı isteyen ve bu doğrultuda mücadele edenler vardır, örgütlüdürler ve güçlüdürler. Ama şeriatı istemeyenler onlardan daha da güçlüdürler. Tabii ki, Türk burjuvazisinde "gerekirse komünizmi de biz getiririz" zihniyeti hala hâkim olduğu için gerekirse şeriatı da o getirir!

Buna karşın Türkiye'de, her türden toplumsal ilerlemenin önünde esas engeli, bizzat muhtıranın da gösterdiği gibi muhtıranın sahiplerinin temsil ettiği güçler oluşturmaktadır. Yani ordu ve yönlendirdiği güçler. Şüphesiz ki, "ne şeriat-ne darbe"de dile getirilen tarafların her ikisi de işçi sınıfı ve emekçi yığınların düşmanıdır. Her iki taraf da işçi sınıfı ve emekçi yığınları kendi hâkimiyet politikalarına koşmaya çalışmaktadır. Şüphesiz ki, birine karşı diğeriyle ittifak söz konusu değil. Ama hâkim sınıfların bu iki kliği arasındaki mücadelede yedeklenmek istemeyenler, her iki tarafa karşı aynı derecede mücadele yerine ordunun merkezinde durduğu darbeci, ırkçı-şoven-faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi önplana çıkartmak zorundadırlar. Muhtıranın kurduğu bu tuzağa; "ne şeriat-ne darbe" tuzağına düşmemek, muhtırada bu tuzağın kurulduğu bilinciyle hareket etmek gerekir. 29 Nisan Çağlayan, 5 Mayıs Çanakkale ve Manisa, 13 Mayıs İzmir ve Samsun mitinglerine katılan kitlenin büyük yanılgısı bu tuzağın görülmemesidir.

  • Ordu, AKP'ye karşı baskı altına aldığı burjuvazinin partilerini birleşme sürecine yönlendirdi. Muhtıra, burjuva cephede saflaşmayı hızlandırdı. Bunun sonucudur ki, şimdiye kadar ayrı yürüyenler; daha düne kadar birbirine selam vermeyen, ama programatik olarak farklı olmayanlar bir araya gelmek; birleşmek ve güç birliği oluşturmakla karşı karşıya kaldılar: DYP ve ANAP hızla birleşirken, CHP ve DSP seçimde güç birliği yapacaklarını açıkladılar. Burjuva cephede saflaşma tabii ki, şimdiye kadar elde edilmiş olanla sınırlı kalmayacaktır.
    Böylece AKP'nin seçimde olası tek başına hükümet olma gücünün kırılması hesabı yapılıyor.
  • Ordu ve CHP de dâhil "silahsız güçler"i, yönlendirdikleri yığınları, şırınga ettikleri şovenizme dayanarak "Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır", "Cumhuriyeti korumak", "laikliği korumak", "bayrak altında birleşmek" demagojileriyle devrimci harekete ve Kürt ulusal mücadelesine karşı kullanmaktadır ve ileride de kullanmaya devam edecektir.
  • Ordu, Kuzey Kürdistan'da en kapsamlı operasyonlarını sürdürüyor. Onbinlerce asker ve gelişmiş teknoloji ürünü silahlarla gerilla-sivil ayrımı yapmadan katletmeye devam ediyor. Ama ABD yeşil ışık yakmadığı ve hükümet de siyasi irade sergileyemediği için sınırdan öteye adım atamıyor. Bu nedenle 27 Nisan muhtırası, aynı zamanda "Türküm demeyen düşmandır"da dile getirilen Kürt halkına yönelik saldırılarda ordunun çizgisinde hareket edecek bir "siyasi irade" oluşturma arayışını da ifade etmektedir.
  • Muhtırayla ordu, işçi sınıfı ve emekçi yığınları taraf olmaya zorlamıştır: Toplum, ordu partisi CHP ve AKP arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır. Burjuvazinin bu iki cephesi arasındaki hegemonya mücadelesi şiddetlenerek devam edecektir. Muhtıracılar, CHP-DSP ortaklığını güçlendirmek ve AKP'yi küçülterek, genel seçimlerde yeniden mutlak çoğunluğa sahip olmasını engellemek için planlı faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
  • Şüphesiz, mevcut faşist rejim dağılacak kadar güçsüz değil. Ama dağılacak kadar çürümüş durumdadır. Burjuvazinin klikleri arasındaki hegemonya mücadelesi ve böyle bir rejimin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, Kürt ulusuna işsizlikten, baskı ve talandan, katliamdan başka vereceği bir şey olmadığı için rejim, yönetilemez hale gelmiştir; bir yönetim krizi yaşanmaktadır.

Komünist öncünün sınırlı gücü ve faşizme ve emperyalizme karşı birleşebilecek güçlerin dağınık olması; kısaca sübjektif faktörün durumu, muhtıraya ve yaşanmakta olan siyasal krize müdahale koşullarını sınırlandırmaktadır. Türkiye'de devrimci hareketin faşist saldırılara boyun eğmeyen mücadelesi, son birkaç ayda yaşanan birleşik devrimci mücadele ile güçlendirilmelidir.

Ordu, zorladığı, yönlendirdiği için işçi sınıfı ve emekçi yığınların burjuva cephelerden birini tercih etmeleri karşısında kayıtsız kalamayız. Birleşik devrimci mücadele, faşizme ve emperyalizme karşı bileşilebilecek bütün güçlerin ortak hareket etmesini ön görmektedir. Bunu Hırant Dink'i uğurlarken yaşadık, 1 Mayıs'ta yaşadık. Bugün de böyle bir sınav vermekle karşı karşıyayız. Erken genel seçim koşullarında birleşik devrimci mücadele, burjuvazinin her iki cephesi karşısında üçüncü bir cephe açmak anlamına gelmektedir. Bu cephe, toplumsal ve siyasi gericiliğe, şovenizme ve militarizme karşı mücadele; özgürlük ve demokrasi mücadelesi, emperyalist işgal ve talana karşı mücadele; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi temelinde yükselmelidir. Bu cephede bütün ilerici, devrimci, yurtsever güçler, siyasi parti ve örgütler, sendikalar ve kitle örgütleri yer almalıdır ve yukarıda belirttiğimiz anlayışlar doğrultusunda faşist diktatörlüğe karşı, seçimler zeminindeki mücadelede birleşmelidirler. Bu cephede tüm yurtsever, demokrat, antifaşist, devrimci parti ve örgütlerin bir araya gelmeleri kaçınılmazdır. Bu türden bir birleşik mücadelenin olanakları, her zamankinden daha fazla birikmiş ve olgunlaşmıştır.

_ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _

1 Bu makale Mayıs ayında yazılmıştır.