Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da Birleşik Mücadelenin Olanakları
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

"Komünist hareketin küçük burjuva devrimci gruplarla ittifakı, bunun eylem birlikleri, bloklar ve giderek de bir ortak cephe tarzında geliştirilmesi, sadece taktiğin değil daha çok stratejinin bir sorunudur. Stratejinin temel ittifakını gerçekleştirmenin somut bir biçimidir. Bu nedenle de komünistler, bu gruplarla ittifaka ve onun bugünkü somut bir biçimi olarak eylem birliklerine hak ettiği stratejik değeri vermelidirler." (Birlik Kongresi Belgeleri, sf. 73).
Kuruluş belgelerinde devrimizin ilk adımını, "antiemperyalist demokratik devrim" olarak belirleyen partimiz, küçük burjuva devrimci gruplarla eylem birliklerinin, bloklar ve giderek bir ortak cephe tarzında geliştirilmesini, sadece taktiğin değil, stratejinin de bir sorunu olarak görmektedir. Antiemperyalist demokratik devrimin özünü politik özgürlüklerin kazanılması olarak gören parti, geçmiş 12 yıllık mücadele tarihinde diğer devrimci parti ve örgütleri de birlikte mücadele etmeye seferber etmek için her olanağı değerlendirmeye çalışmıştır. Geçen yüzyılın ‘90'lı yıllarının ortalarından itibaren geliştirilen birleşik mücadele fikri ve çabası, mücadelenin birçok alanında olumlu deneyimler ortaya çıkarmıştır.
Bu fikrin örgütsel cephedeki karşılığı, partimiz tarafından "birleşik devrimci önderlik" veya "bir devrimci parti ve örgütler cephesi" oluşturma olarak formüle edilmiş, bu konuda somut planlar ve yönelimler geliştirilerek harekete geçilmiştir.
Partimiz, birleşik mücadele ve cepheleşme sorununu ne sadece kendisinden ibaret görür ne de belli güçlerle sınırlar: Merkezinde komünist, devrimci ve yurtsever devrimci güçler durmak üzere faşist diktatörlüğe karşı savaşımın devrimci çözümünü hedefleyen bir özgürlük cephesini inşa etmeye çalışır. Bu süreçte reformist ve yasalcı da olsalar, ilerici, antifaşist parti ve örgütlerle ilişkilerin devrimci gelişmeyi güçlendirecek, onların burjuva liberalizmine yedeklenmesini önleyecek tarzda geliştirilmesini de önemli görür. Zira faşist diktatörlük her fırsatta, ilerici reformist güçleri, reformist sendika ve kitle örgütü önderliklerini burjuva liberalizme yedekleyerek ya da şovenizmle zehirleyerek devrimcileri yalıtma ve marjinalleştirme çabasındadır.
Bu çerçevede partimiz, birleşik devrimci mücadelenin gelişimi için sayısız çalışmaya imza atmıştır. Kimi devrimci güçlerin, sekter, olumsuz, devrimci hareketi kendinden ibaret gören dayatmacı yaklaşımları, yer yer bu birliktelikleri imkânsız hale getirse de, bu çabaların her biri devrimci harekete önemli deneyimler kazandırmıştır.
Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu1, birleşik devrimci önderliğin somutlaştığı bir deneyim olmuştur. Gençlik, kadın, semtler gibi faaliyet alanlarında yerel veya merkezi düzeyde kurulan birçok platform yine bunun örnekleridir. Buralarda belirli somut gündemler etrafında çok sayıda geçici platformun ve bazı uzun vadeli kurumsal oluşumların örgütlenmesinde partimiz birleştiriciliği ve inisiyatifiyle önemli bir rol oynamıştır. Keza Birleşik Devrimci Güçler Platformu'yla2 birleşik devrimci önderlik pratiğinin oldukça ileri bir örneği oluşturulmuştur.
Partimiz, burjuvazinin dayattığı mevcut sınırlar içinde devrim gerçekleştirmeyi hedefler. Ama aynı zamanda partimiz, Kuzey Kürdistan'ın sömürgeci boyunduruk altında olması özgünlüğünden yola çıkarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da gerçekleşecek olan devrimi bir birleşik devrim olarak tanımlamıştır. Kürt ulusal hareketine önderlik eden PKK'nin küçük burjuva devrimci bir çizgi izlediği 1999'a kadarki süreç boyunca, birleşik devrimin Kuzey Kürdistan'da başlamış bulunduğu tespitini yapmış ve Batı'da işçi ve emekçilerin merkezinde durduğu ikinci cepheyi açmaya girişmiştir. 1999 yılında PKK önderi Abdullah Öcalan'ın tutsak edilmesiyle başlayan süreçte Kürt ulusal devriminin yenilgiye uğradığı, PKK'nin küçük burjuva reformist çizgiye evrildiği, ancak Kürt ulusal mücadelesinin sürdüğü ve Kürt emekçi kitleleri içinde devrimci dinamiklerin korunduğu günümüz koşullarında reformist çizgideki Kürt yurtsever güçlerle dayanışmasını da sürdürmüştür. Özellikle Kürt ulusalcı güçlere karşı diktatörlüğün tırmandırdığı şovenist saldırganlığa karşı Batı'da birleşik mücadeleyle halkların kardeşliğini yükseltmede önemli roller üstlenmiştir.
Faşist diktatörlüğün en korkulu kâbusu, partimizin birleşik devrim anlayışında ifadesini bulan, Türk işçi ve emekçilerinin faşist baskılara ve neoliberal saldırılara karşı direnişi ile Kürt ulusunun sömürgeci boyunduruğa karşı özgürlük mücadelesi arasında bir köprünün kurulmasıdır. Dolayısıyla yığınları yönetme stratejisini, Türkiye ile Kuzey Kürdistan halkları ve işçi sınıfı arasında her türlü birleşik mücadele olanağını yok etmek üzerine kurmaktadır. Ulusal ayrımların yanı sıra Alevi-Sünni, laik-şeriatçı ekseninde gerici saflaştırma ve kutuplaştırmalarla da işçi sınıfı ve emekçilerin eylem gücünü bölmeye çalışmaktadır. "Milliyetçilikle şovenizm, proletarya ve emekçi yığınların birliğine yönelmiş büyük bir tehdit ve proletarya ve emekçi yığınları egemen sınıfların ve devletin yedeğine bağlamak, burjuva ideolojisinden ve politikasından kopuşlarını önlemek için etkili bir silahtır. Geniş proleter ve emekçi yığınlar arasında Türk milliyetçiliği ve şovenizmine dayanan faşist ideolojiye karşı yürütülecek sistematik ideolojik savaş, yığınların devrimci birliğinin inşasında büyük bir önem taşımaktadır." (Birlik Kongresi Belgeleri)
Bu nedenle birleşik mücadelenin örülmesinde antifaşist, antişovenist eksen, daima önemli bir hat olagelmiştir.
Faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir coğrafyada, burjuva cephede önemli bir iç rekabet, hegemonya mücadelesi olsa da, sorun komünist ve devrimci hareketi ezmek olduğunda, Kürt ulusal hareketini bitirmek olduğunda burjuvazinin bütün kanatları bir araya gelmekte ve ortak hareket etmektedirler. Burjuvazi, kendisine kitle desteği sağlamak için veya kaybettiği kitle desteğini geri alabilmek için, başta burjuva medya olmak üzere her türlü aracı etkin olarak kullanmaktadır. Kullandığı araçlarla kitleleri yanılsatabilmekte, burjuva sistemin değişik kanatlarına ve onun militarist gücü orduya umut bağlamalarını sağlayabilmektedir. Güçler açısından eşitsiz koşullarda mücadele yürüten komünist ve devrimci hareket ise, sahip olduğu olanakları her zaman ve gerektiği gibi değerlendirememektedir.
Karşı devrim cephesinin gerek devrimci ve komünist hareketi bitirme ve gerekse de Kürt ulusal hareketinin canlı dinamiklerini tasfiye etme saldırıları artarak sürmektedir. Faşist diktatörlük, neoliberal saldırı politikalarını uygulamaya devam edebilmek için, işçi ve emekçiler cephesinde gelişen hoşnutsuzluğun örgütlü bir güce dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır. Bunun için de en başta da işçi sınıfı ve emekçilerin öncü kuvvetlerine, devrimci yapılara ve ulusal harekete karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktadır.
Faşist diktatörlük, içinden geçmekte olduğumuz süreçteki stratejisini Genelkurmay Başkanı'nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı bir açıklama ile en net haliyle ortaya koymuştur. Açıklamadan çıkanlara göre, ana darbenin hedefi Kürt ulusal hareketinin ezilmesi ya da savaş iradesinin kırılmasıdır. Bu nedenle kuzeyde operasyonlar sürecek, bu arada yasal Kürt kurumları ezilecek veya işlevsizleştirilecek ve böylece lojistik kaynaklar kesilecek, bu yönelim Güney Kürdistan'a yönelik bir askeri operasyonla tamamlanarak uzun süre atlatılamayacak bir darbe indirilecektir. Bu süreçte devrimci güçler göz ardı edilmeyecek, aksine, Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesiyle Kürt halkının mücadelesinin birleşmemesi için bu güçlerin ezilmesi özel bir önem de taşıyacaktır. Bu çerçevede bu güçleri yalnızlaştırmak için diğer ilerici reformist güçler gözdağı veya manipülasyon yoluyla birleşik mücadeleden uzak tutulacaktır.
Faşist diktatörlük, 2004 yılı Newroz ayında bu amaçla Mersin'de tezgâhladığı bayrak provokasyonundan3 bu yana hem rejimin diğer güçleri üzerindeki inisiyatifini pekiştirmiş hem de Kürt halkı başta gelmek üzere devrimci, ilerici, komünist güçlere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Mersin provokasyonu, Batı'da Kürt işçilere, gençlere, yurtseverlere, Türk ve Kürt devrimcilere yönelik kitlesel linç girişimlerinin başlangıç noktası olmuştur. Yeni saldırı konsepti olarak ifadelendirilen bu dönemde gözaltı ve tutuklama saldırıları artmış, Eğitim-Sen'in kapatılmas ı4 örneğinde olduğu türden, emekçilerin söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik kapatma, yasaklama ve baskılar hızla yükselişe geçmiştir. Şemdinli'de, Yüksekova'da, Amed'de5 kontrgerilla eliyle bombalamalar gerçekleşmiştir. Devrimci güçlere yönelik tasfiye saldırıları sertleşmiştir. 2005 yılı Haziran ayında MKP'nin önderlik kadrosuna yönelik bir operasyonda 17 MKP'li siper yoldaşımız katledilmiştir.
Özellikle Mersin provokasyonundan bu yana faşist diktatörlük "Silahsız Kuvvetler" olarak tabir ettiği ırkçı ve faşist örgütlenmeler ve şovenist provokasyonlar vasıtasıyla Türk işçi ve emekçilerini Türk milliyetçiliği ve şovenizm temelinde aktif karşıdevrimci bir kitle hareketi içinde örgütlemeye çalışmaktadır.
Faşist diktatörlük, Kuzey Kürdistan'da dizginsiz terör uygulanmaya devam ederken Batı'da devrimci güçlere ve devrimci arayışlara vahşice saldırmakta ve ilerici reformist güçleri yedeklenmeye çalışmaktadır. Böylece devrimci güçlerin marjinalleştirilmesi ve şovenizme karşı birleşik direniş alanının daraltılması hedeflenmektedir. Bu amaçla yasal, düzen içi politika kanallarının açık tutulması, yasadışı arayışlara ise var gücüyle saldırılması taktiği uygulanmaktadır. Bu taktikler, Türk işçi ve emekçileri arasında yaratılan şovenist histeriyle birleştirilmekte, işçi ve emekçilerin neoliberal politikalara karşı büyüyen direnişi bu şekilde kuşatılıp belli sınırlar içinde tutulmaktadır. Bu politikalar, başta DİSK, KESK gibi reformist sendika ve kitle örgütleri de içinde olmak üzere, birleşik mücadelenin bileşenleri üzerinde önemli ölçüde etkili de olmaktadır.
2006 yılı Haziran ayında faşist diktatörlük, bu konsept çerçevesindeki saldırı ve katliamlarının yasal zeminini genişletmek amacıyla TMY (Terörle Mücadele Yasası) olarak adlandırdığı yasayı uygulamaya koydu. Yasa, başta Kürt ulusal hareketi ve devrimci güçler olmak üzere, yediden yetmişe tüm emekçileri potansiyel terörist olarak gören, İngiltere'de ve diğer bazı emperyalist ülkelerde uygulanmakta olan yasalara uygun olarak hazırlanmış bir yasaydı ve yeni bir kapsamlı saldırı dalgasının sinyallerini veriyordu.
Marksist Leninist Komünistler, TMY'nin mecliste görüşüldüğü süreçte ve sonrasında, faşist baskılara karşı siyasal özgürlükler temelinde bir birleşik mücadele örmeye çalıştılar. Bu yasanın gündeme gelmesinin, yeni kapsamlı saldırı hazırlıkları anlamına geldiğini belirttiler.
Ancak tüm çabalara rağmen, ilerici ve devrimci güçler, TMY'nin geri çektirilmesi için baskı uygulayabilecek düzeyde bir mücadele yükseltmekte başarılı bir sınav veremediler. Yasa meclisten geçti.

Eylül saldırıları ve birleşik mücadele
Faşist diktatörlüğün bu yasaya dayanarak yaptığı ilk büyük saldırı Eylül saldırıları oldu. Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında onlarca ilde eş zamanlı gerçekleşen ve medyaya yansıtılan açıklamalarına göre 2 yıl kadar bir ön hazırlığa dayanan kapsamlı bir saldırı dalgasıydı bu. Onlarca devrimci ve komünistin tutsak düşmesiyle sonuçlanan saldırıların ardından yaptıkları ilk açıklamalarda faşist diktatörlüğün sözcüleri, "MLKP'nin çökertildiğini" duyurdular6.
Komünist öncünün Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumu ve faşist diktatörlüğün şovenist kışkırtmaları karşısında Batı'nın merkezlerinde halkların kardeşliğini yükseltme yönlü çabaları ve özellikle III. Kongre'den itibaren toplumsal mücadelenin her alanında etkin ve birleştirici bir kuvvet olarak en ön saflarda yer alışı, onu düşmanın bu kapsamlı saldırısının hedefi haline getiren başlıca etmendi.
Nitekim bu duruşunu geriletmeyi hedefleyen Eylül saldırısını da aynı etkin ve birleştirici çizgide yanıtladı.
Eylül saldırıları fiili olarak partimize yöneltilmiş olsa da, sadece partimizle sınırlı olmadığını devrimci, demokrat çevreler ve birçok ilerici aydın da gördü. Bu saldırının püskürtülemediği koşullarda devrimci hareketin başka bölüklerini ve giderek tüm muhalefeti kapsayacağı kısa zamanda anlaşıldı. Saldırıları başından beri böyle tahlil eden komünist öncü, sadece kendi varlık hakkını değil, aynı zamanda devrimci hareketin de varlık hakkını savunma tarihsel göreviyle karşı karşıya olduğunu biliyordu.
Parti, Eylül saldırı dalgaları, geniş gözaltı ve tutuklamalar karşısında geri adım atmadı. Anında geliştirdiği refleks ile tüm mevzilerin savunulması pratiğini sergiledi. Boşalan yerler, bir adım ileriye çıkan komünistler tarafından dolduruldu. Parti, 13. mücadele yılına yoğun saldırılar altında girerken saldırıyı ayakta dimdik durarak karşıladı. "Umut dimdik ayakta", "Bize gücünüz yetmez" temel parola oldu. Komünist öncünün bu direngen tutumu ve dayanışma çağrısı kısa zamanda geniş yankı buldu. Devrimci ve ilerici çevrelerden, aydınların önemli bir kesimine dek dosta umut, düşmana korku salan bir sahiplenme ve dayanışma hareketi gelişti. Bu hareket, yer yer reformist ve liberal çevreleri bile etrafına çekmeyi başardı.
Komünistlerin uğradığı saldırı ve geliştirdikleri direngen tutum, uluslararası alanda da geniş bir dayanışma ortaya çıkardı. Partinin uluslararası ilişkilere yaklaşımı ve verdiği önemin yansıması olarak da görülebilecek olan enternasyonal dayanışma, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, Balkanlar'dan Asya'ya kadar uzanan bir genişliğe sahip oldu.
TMY çıktığı dönemde başarılamayan ortak karşı koyuş, TMY'nin bu ilk kapsamlı saldırısı karşısında başarıldı. Bunda öncünün, yıllardır birleşik devrimci mücadele anlayışı temelinde gerek diğer devrimci güçlerle, gerek Kürt ulusal hareketinin güçleriyle, gerekse de ilerici aydın çevrelerle kurduğu olgun ve yapıcı ilişkilerin; ittifak girişimlerinin büyük payı vardı.
Eylül saldırılarının hemen ardından geliştirilen ve politik özgürlüklerin savunulması hedefiyle bu yılın başlarına kadar yürütülen, "özgürlük" temel talebinin merkezinde durduğu bir politik kampanya ile mevzileri saldırıya uğrayan öncü, faşist teröre birçok ilde karşılık verdi. Kendisine yönelik saldırıyı, tüm ilerici, devrimci güçlere, işçi ve emekçilerin söz eylem, örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir saldırı olarak kavradı. Ve bu nedenle, geniş kitlelerin politik özgürlük talebini Eylül saldırılarına karşı mücadelenin merkezine oturttu. Eylül saldırılarının, öncüyü kendi içine döndürme, marjinalleştirme, yalıtma, kitle çizgisinden geri düşürme hedefi bu hareket tarzı ile boşa çıkarıldı. Bu duruş sayesindedir ki Eylül saldırıları, TMY terörüne karşı oluşan ve sonrasında toplumsal mücadelenin diğer gündemleri karşısında da belli ölçülerde korunan bir birleşik mücadele hattının ortaya çıkışına zemin oldu. Aynı zamanda devrimci ve demokratik muhalefetin üzerinde politika yapabileceği alanı genişletirken, şovenizmin ve faşizmin saldırı alanını daraltmayı hedefledi. Eylül saldırılarını göğüslemeyi başaran komünist öncü, saldırıları püskürtmek hedefine kilitlendi. Saldırıları püskürterek, devrimci hareketin diğer bölüklerine yönelmesinin önlenebileceği bakış açısıyla hareket etti.
Eylül saldırıları karşısında oluşan birleşik mücadele hattı, belli ölçülerde kurumlaşabilmeyi de başardı. TMY saldırılarına acil refleks verebilmek üzere onlarca kurum tarafından oluşturulan "Acil Hat" deneyimi, bunun kurumsal ifadesi oldu.
Nitekim 7 Aralık'ta HÖC ve çeşitli kurumlara yönelik baskınlar, bu hat üzerinden önemli bir yol alındığının göstergesi oldu.
19 Aralık katliamının7 yıldönümü yaklaşırken, yükselişe geçmiş olan toplumsal duyarlılık, tecrit sorununa yoğunlaşmaya başladı. Avukat Behiç Aşçı, devrimci tutsak Sevgi Saymaz ve tutsak yakını Gülcan Görüroğlu'nun sürdürdüğü ölüm orucu eylemi devleti sıkıştırmaya başladı. Behic Aşçı'nın ölüm orucunu yürüttüğü eve yönelik daha öncekilere benzer kanlı bir operasyonun8 ön provası olarak devlet, İstanbul çapında onu aşkın devrimci kurumu eş zamanlı olarak bastı. Ancak Komünist ve devrimci güçlerin kimi yerlerde kurum baskınlarına katılan düşman güçlerini sokak eylemleriyle çembere alıp kuşatması, düşmanı saldırıyı yarıda bırakıp geri çekilmek zorunda bıraktı. İstanbul'un bazı semtlerinde barikat savaşları verildi. Bu, anında karşı koyuşun gerçekleştirilmesinde Eylül saldırılarından sonra geliştirilen "acil hat" örgütlenmesinin önemli rolü oldu. Geliştirilen refleks, birleşik mücadelede ve siper yoldaşlığında, direnme gücünde yeni bir örnek olarak devrimci hareketin deneyimler hanesine yazıldı. Aralık baskınları, TMY'ye karşı birleşik refleksin, diktatörlüğün saldırılarını yarıda bıraktırarak kazanım da elde edebilecek tarzda emekçi semtlerin sokaklarına taşması, bu anlamda yeni bir düzey kazanması bakımından önemliydi.
Öte yandan, Avukat Behiç Aşçı'nın ölüm orucu eylemi etrafında oluşan ve 19 Aralık'a doğru gelişen sahiplenme, konuya o güne dek tamamen duyarsız kalmış sendikacıları, kimi aydınları, çeşitli demokratik kitle örgütlerini kapsamayı başardı. Avukatlar, kitlesel eylemlerle tecride karşı sokağa çıktılar. Sendikalar, basın açıklamaları ve destek ziyaretleri gerçekleştirdiler. Nihayet bu birleşik karşı koyuş, diktatörlüğün 6 yıllık tecrit politikasına çok sınırlı da olsa geri adım attıracak düzeye ulaştı. Ocak ayında Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan bir genelge ile devlet, 10 tutsağın belli saatlerde koşulsuz bir araya gelişini kabul etti ve ölüm oruçları sona erdi.

Barış ve özgürlük için birleşik mücadele
Marksist Leninist Komünistler, diktatörlüğün Mersin'deki bayrak provokasyonuyla başlattığı, Şemdinli ve Amed provokasyonlarıyla ve TMY'nin kabul edilmesiyle hızlandırdığı saldırı konsepti çerçevesinde Kürt ulusal hareketine, devrimci güçlere ve tüm toplumsal muhalefete yönelik saldırılarının tırmanarak süreceğini öngörmekteydiler. Gerillanın Eylül 2006'da ilan ettiği ve 2007 Mayıs'ına ayına kadar sürdüreceğini açıkladığı ateşkese devlet, gözaltı, tutuklama, kapatma ve yasaklama saldırıları ve Kuzey'deki operasyonlarla yanıt vermiş, imha ve inkârın kesintisiz süreceğini bir kez göstermişti. Nisan ayında gerçekleştirilmesi gereken cumhurbaşkanı seçiminin, egemen güçler arası çatışmaları şiddetlendireceğinin sinyalleri daha o zaman mevcuttu.
Faşist diktatörlüğün bu saldırılarına karşı birleşik mücadele hattının derinleştirilmesi ve bir özgürlük cephesinin yaratılması zorunluydu. Birleşik mücadelenin üzerinde yükseleceği zemin ise, yığınların "özgürlük ve barış" talepleri etrafında, antişovenist, antifaşist bir cephe olabilirdi.
Bu kapsamda devrimci, ilerici güçlere ve Kürt ulusal hareketinin güçlerine bir öneri sunuldu.
Öneri Ocak-Mayıs sürecini kapsamaktaydı ve Kürt halkının "barış" talebi etrafında oluşacak antişovenist ve halklarımızın "özgürlük" talebi etrafında oluşturulacak antifaşist bir hareket birliğini ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Barış ve özgürlük taleplerinin, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi ve emekçilerini kapsayacak olan birleştirici iki talep olduğu, Kürt halkı ile Türk işçi ve emekçilerinin ihtiyaçlarını birlikte ifade edebilecek, onları buluşturabilecek, üzerinde ortak mücadele yürütülebilecek zemini oluşturduğu ifade edildi.
Türk işçi ve emekçilerinin kapitalist sömürüye ve faşist baskılara karşı kendi talepleri ekseninde harekete geçmesinin önündeki başlıca engellerden biri Türk şovenizmidir. Bu nedenle Kürt halkının onurlu ve adil barış talebini kavramaları hayati önemdedir.
Kürt halkı için ise, onurlu ve adil bir barış talebinin gerçek muhatabının Türk işçi ve emekçileri olduğu, sorunun muhataplarını devlette veya AB, ABD gibi emperyalist devletlerin icazetinde aramak yerine, Türk işçi ve emekçilerinde aramak gerektiğinin altı çizilmektedir.
Öneri, bütün ilerici devrimci güçlerin, siyasi parti ve örgütlerin, aydın ve sanatçıların içinde yer alabileceği, belli bir süreyi kapsayan, geniş paydalı bir "barış ve özgürlük" ittifakı kurmayı öngörmekteydi. Eylemi, yoğun kitle faaliyetini esas alan öneri, Kürt halkının barındırdığı ve söndürülemeyen dinamikleri, batıdaki potansiyelle, devrimci ve demokratik güçlerin etki alanıyla birleştirmeyi öngörmekteydi. Güçlerin barış ve özgürlük talebi etrafında birleştirilmesi ve yaratıcı kanallara akıtılabilmesi durumunda, egemenlerin her iki kliğinin işçi ve emekçileri kendilerine yedekleme çabalarına karşı üçüncü bir cephenin açılabileceğini vurgulayan komünistler, aksi takdirde Ocak-Mayıs sürecinde ortaya çıkan önemli bir fırsatın kaçırılmış olacağına dikkati çektiler.
Komünistlerin 2006 sonlarına doğru sunduğu bu öneri, pratik karşılığını bulamadı. Ancak, komünistlerin, devrimci, ilerici ve yurtsever güçleri birleşik mücadeleye sevk edici çabaları devam etti.

Kontrgerilla katliamına karşı birleşik antişovenist sokak mücadelesi
Marksist Leninist Komünistlerin, "Kürt halkının ‘barış' talebi etrafında oluşacak antişovenist ve halklarımızın ‘özgürlük' talebi etrafında oluşturulacak antifaşist bir hareket birliğini ortaya çıkarma" hedefiyle sunduğu önerinin öngörü düzeyi, 19 Ocak'ta Ermeni aydın Hrant Dink'in çalıştığı gazete önünde katledilmesiyle bir kez daha kanıtlandı. Eylül-Aralık sürecinde yakalanan birleşik mücadele hattı, bu siyasi cinayetle birlikte yeni bir evreye girdi. AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve tutarlı demokrat bir Ermeni aydın olan Hrant Dink, coğrafyamız tarihinde kontrgerilla cinayetleriyle katledilen onlarca aydından biriydi. Devlet, Hrant Dink'in Ermeni kimliğini hedef alarak, ilerleyen süreçte şovenist provokasyonları tırmandıracağının, kontrgerilla eylemlerini ve kirli savaş yöntemlerini daha da yoğunlaştıracağının sinyalini veriyordu. Bu siyasi cinayet, son aylarda gelişen aydın duyarlılığına yönelik bir gözdağıydı. Liberal çevrelerin Kürt ulusal hareketi ve devrimci ilerici güçlere yönelik kimi tavizlerden caydırılmasını, duyarlı aydınların daha reformist kesimlerinin devrimci güçlerle ve Kürt ulusal hareketiyle ilişkilenişinin korku ve terör yaratma yoluyla engellenmesini içeriyordu. Coğrafyamızda Ermenilik ağır bir hakarete dönüştürülmüş olduğundan, toplum içinde ve hatta toplumsal muhalefet içinde Türk-Ermeni-Kürt gibi bir gerici saflaşmanın yaratılması hedefleniyordu.
Ancak planlar ters tepti. Hrant Dink'in katledildiği gün ortaya konan Dink'i sahiplenici politik refleks, faşist diktatörlüğe güçlü bir yanıt oldu. Irkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliğinin göstergesi olarak geliştirilen "Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dink'iz" sloganını önce on binler, sonra cenazesinde yüz binler sahiplenince, muazzam bir antifaşist, antişovenist kitle gösterisine dönüştü. Devlet, bir kez daha suçüstü yakalandı ve teşhir oldu.
Coğrafyamızda Sabahat Ali'den Musa Anter'e sayısız ilerici, devrimci, yurtsever aydının kontrgerilla cinayetlerine kurban gitmesi, 1977 1 Mayıs katliamından 16 Mart Beyazıt katliamına, Çorum ve Maraş katliamlarından Gazi katliamına devletin imza attığı onlarca kontrgerilla eylemi, Susurluk'tan Şemdinli'ye açığa çıkan onlarca devlete ve orduya bağlı gizli kontrgerilla çetesinin varlığı ve tüm bunlara karşı on yıllardır biriktirilmiş büyük tepki, bu kitlesel eylemin nedenlerindendi. Bu katliamların hiçbiri, kontrgerillanın yargılanıp cezalandırılmasıyla sonuçlandırılmamış, işçi ve emekçilerin adalet talebi hiçbir zaman karşılanmamıştı. Hrant Dink'in katledilmesi, şovenist provokasyonlara karşı antişovenist ve kontrgerilla devletine karşı antifaşist mücadele eksenlerini birleştiriyordu. Suikast, kontrgerilla cinayetlerine karşı biriken öfkenin, Türk-Kürt-Ermeni kardeşliği temelinde yüz binleri kapsayan antişovenist, antifaşist bir kitle seline dönüşmesine yol açtı. Bu sokak hareketi, birleşik mücadelenin sonraki süreçte de içinde akacağı başlıca kanal oldu. Bu dönemde birleşik mücadele olanakları en güçlü biçimde kendini hissettirdi.
Bu dönemde kitle mücadelesi, liberal aydınlardan devrimci örgütlere, sendikal konfederasyonlardan meslek örgütlerine çok geniş bir kesimi kapsadı. Aslında kimi burjuva partiler bile, cinayet karşısındaki tepkiyi yedeklemek üzere kontrgerillaya öfkeyi bulanıklaştırmaya ve yedeklemeye çalıştılar. Ancak on binlerin "Hepimiz Hrant Dink'iz, Hepimiz Ermeni'yiz" sloganını bayraklaştırması, bu kesimlerin hevesini kursağında bıraktı. Bu slogan, egemen sınıfın hiçbir temsilcisinin kabule yanaşamayacağı, ayrıştırıcı bir unsurdu ve harekete rengini verenin bu slogan olması, cinayetten kazanç sağlamaya çalışan tüm güçleri boşa düşürmüştü.
Elbette bu en geniş bileşen, Hrant Dink cinayetini çok farklı açılardan ele alan ve bu kitle hareketine çok farklı yönler vermeye çalışan birçok güçten oluşuyordu ve kısa süre sonra belli kesimlerin ayrışması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Yüz binlerin antişovenist öfkesi, kurumsallaşmadı. Gevşek bir bir araya geliş olarak kaldı.
Marksist Leninist Komünistler, Hrant Dink'i sahiplenen kitlenin ve kuvvetlerin ileri bölüklerini Mart-Mayıs sürecinde9 "Kontrgerilla devletinden hesap sorma" şiarıyla yürütülecek mücadeleye akıtmak ve böylece ortaya çıkan birleşik mücadele hattının gelişmesini ve kalıcılaşmasını, somut kazanımlar temelinde yeni mevziler elde etmesini sağlamak hedefiyle hareket ettiler.
Mart ayının temel gündemlerinden Newroz kutlaması yaklaşırken, antişovenist mücadeleyi ve halkların kardeşliğini yükseltmek, devrimci ve ilerici güçlerin temel göreviydi. Bu, Mart ayından 1 Mayıs'a uzanan kontrgerilla katliamlarının yıldönümlerinde açığa çıkacak sokak öfkesiyle birleşecekti.

Kürt halkının başkaldırı günü: Newroz
Hrant Dink cinayetini, Kürt halkına yönelik saldırıların daha da tırmanışı izledi. 21 Mart Newroz kutlamaları öncesindeki süreç boyunca DTP bürolarına ve evlere yönelik sayısız baskında onlarca DTP yöneticisi, üyesi tutuklandı. Çeşitli kentlerde Kürt işçilere yönelik linç girişimleri gelişti. Kürt basını kapatma saldırılarıyla yüz yüze kaldı. Bu saldırılara karşı, Hrant Dink cinayeti dönemindeki geniş sahiplenme pratiği sürdürülemedi.
Devlet, Newroz kutlamalarının kitlesel olmasını engellemeye kilitlendi. Ancak tüm saldırılara rağmen Newroz kitlesel biçimde kutlandı. Türk işçi ve emekçilerinin en ileri bölüklerinin önceki yıllarda açığa çıkan Newroz'u sahiplenme pratiği sürmekle birlikte, katılım yine de zayıf kaldı. Halkların kucaklaşması ve kardeşlik duygularının bilincinin büyütülmesi, devrimci hareketin başat görevi olarak kendisini bir kez daha gösterdi.
Devrimci ve ilerici hareket ise, Eylül saldırılarından sonra ortaya koyduğu dayanışma hareketi ve geliştirdiği "birleşik aktif savunma" mevzisini sürdürmeyi Mart ayında başaramadı. Bu durum bir kez daha devrimci ve ilerici saflarda sosyal şovenizmin kırılamadığını ve bunun da coğrafyamızda birleşik antifaşist mücadelenin örülmesi bakımından acil bir görev olduğunu gösterdi.

Diktatörlüğün kitleleri yedekleme girişimleri
Faşist diktatörlük cephesinde Cumhurbaşkanı seçimleri etrafında başlayan saflaşmalar derinleşerek devam ediyordu. Ordu, hem AKP'ye Cumhurbaşkanı seçtirmemek ve hem de toplumda AKP ve devlete karşı var olan tepkiyi kendisine arkalamak ve üçüncü bir cepheye akmasını önlemek için manevralara girişti.
Genelkurmay, Çankaya mevzisini sokakta savundu. 14 Nisan'dan itibaren "Silahsız kuvvetler" olarak tabir ettiği "sivil toplum örgütleri" aracılığıyla örgütlediği "Cumhuriyet mitingleri" ile milyonlarca insanı sokaklara çıkardı. Bu mitinglere, ABD emperyalizmiyle işbirliğine tepki duyan, hükümetin neoliberal politikalarına öfke biriktiren yığınlar katıldı. Katılım, gösterileri düzenleyen darbe destekçisi, ırkçı ve faşist örgütlenmelerin kendi kitle tabanlarının binlerce kat üstünde bir kitleselliğe ulaştı. Görünen yüzünde laik-şeriatçı saflaşmasının durduğu bu mitingler, sol ve antiemperyalist söylemler de içeriyordu ve DİSK gibi kimi çevreleri de hem de 1 Mayıs öncesinde bu çevrelerle ilerici, devrimci güçler arasında oluşmuş bulunan fiili ittifak haline rağmen kapsamayı başardı. Mitingler, darbeci generallere sokak desteğini örgütledi. Mitinglerin güncel içeriği, Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını engellemek ve kendisinden yana tavır koyan CHP-DSP ve MHP gibi partileri öne çıkararak, seçimlerde alternatif olarak sunmak olsa da, askeri faşist cephe bakımından daha uzun vadeli bir planın parçası idi. Bugün Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına karşı sokağa indirilen kitlelerin, yarın Kürt halkına yönelik kitlesel provokasyonların parçası haline getirilmesi planlanıyordu.
Bu mitinglere rağmen hükümet, Abdullah Gül'ü aday göstererek kendi içinden bir cumhurbaşkanı çıkarmakta, yani Çankaya mevzisinde ısrar edince, 27 Nisan Muhtırası yayınlandı. Böylece hükümet üzerinde tam inisiyatif kuruldu ve Güney Kürdistan'a operasyon planının da dahil olduğu konseptini ordu, tam gaz uygulamaya devam ediyor.
27 Nisan muhtırasının en önemli yanlarından biri de, Kürt ulusal hareketi ile komünist ve devrimci harekete karşı "irade kırma konsepti" olmasıydı. Muhtıra, daha önce MGK toplantısında dile getirilen ve "terörle mücadelenin büyük bir kararlılıkla devam edeceği" sözlerinde ifadesini bulan, Türkiye'de Kürt, Alevi vb. azınlıklardan söz edilemeyeceği bunların düşmanlık olduğu iddialarının, Kürt halkına karşı imha ve inkârda, komünist ve devrimci hareketi ezme konseptinin devamı ve bir adım ileriye taşınmasıydı. Muhtırayla başlayan askeri müdahale süreci, Cumhurbaşkanının AKP tarafından seçilmesini engelledikten ve meclise 22 Temmuz için erken genel seçim kararı aldırdıktan sonra, hızla muhtıranın düşman olarak ilan ettiği Kürt halkına yönelik saldırılar, operasyonlar yoğunlaştırıldı ve Güney Kürdistan'a askeri müdahale tekrar gündeme getirildi.
Özetle, 1 Mayıs'a giderken durum şuydu:
Eylül saldırılarından itibaren yeni düzeyde olgunlaşan devrimci dayanışma ve birleşik mücadele hattı, Aralık'ta polis baskınlarına karşı sokak barikatlarıyla savunma boyutunu almış ve kimi kazanımlar sağlamış, F tipi tecrit gündemi üzerinden önemli bir moral kazanmış, Ocak'ta ise Hrant Dink'in katledilmesiyle birleşik mücadele olanakları gelişmiş ve antişovenist antifaşist eksende yüz binler sokaklara dökülmüştü. Mart ayı eylemliliklerinde bu çizgi, belli bir düşüşe rağmen sürmüştü. Egemenler cephesinde rejim içi kriz ve derin çatışmalar, askeri muhtıra boyutuna kadar varmış, ordu, yıllardır olmadığı kadar, perde arkasından sahnenin önünde boy gösterir hale gelmişti. Nisan ayı boyunca yığınların sokak eylemini örgütleyen, antiemperyalist söylemler altında ve gerici, şovenist temelde ABD'ci ordu olmuştu. Kürt halkına yönelik askeri, hukuki, fiziki saldırılar tırmanış göstermiş, Güney Kürdistan'a müdahale zemininde savaş çığırtkanlığı doruğa çıkmıştı.
Bir yanda özellikle kontrgerilla saldırılarına ve şovenist provokasyonlara karşı gelişen antifaşist antişovenist sokak ekseni, diğer yanda genelkurmayın bu aynı mücadelenin tabanını oluşturan kesimleri -daha sonra şovenist provokasyonlarında harekete geçirmek üzere- hükümet kanadına karşı sokağa döküşü söz konusuydu.
1 Mayıs'ta, 77 katliamının yıldönümünde yasaklı meydan Taksim'de birleşik kitlesel ve militan bir çizgi ortaya koymak temel önemde bir görevdi.

Komünistlerin sürece yaklaşımı ve 13 Nisan Duruşması
Bu koşullar altında Marksist Leninist Komünistler, ‘77 katliamının yıldönümünde Taksim'de birleşik, kitlesel, militan çizgide bir 1 Mayıs' hedefine kilitlendiler.
Marksist Leninist Komünistler, bu süreç boyunca, DTP'ye yönelik saldırılarda DTP'yle dayanışmayı yükseltmekten, provokasyonlara ve linç girişimlerine karşı Batı'da halkların kardeşliğini yükseltmeye dek Mart-Mayıs sürecini şovenizme ve faşizme karşı birleşik mücadeleyi örmede kazanımla sonuçlandırmaya girişmişlerdi.
21 Eylül operasyonları sonucu İstanbul'da tutuklananların davasının 13 Nisan olarak açıklanmasıyla birlikte, bu mahkemeyi faşizmin yargılandığı kürsüye dönüştürme görevi, Marksist Leninist Komünistlerin gündemine oturdu.
Eylül saldırılarında tutuklanan komünistleri, devrimci sosyalist kurum temsilcilerini duruşmalarda kitlesel ve birleşik bir tarzda sahiplenmek, Eylül saldırılarına karşı geliştirilen dayanışma ve birleşik mücadele hattının devam ettirilmesi, tüm devrimci hareketin önünde duran siyasal bir görevdi.
Marksist Leninist Komünistler, Eylül saldırıları sonrasında yığınların politik "özgürlük" talebini merkezine oturtulduğu kampanyanın ardından, Nisan mahkemesi sürecini de, "özgürlük ve adalet" talebini merkeze koyarak ördü. Egemenlerin "adalet"inin sosyalistleri ve sosyalizmi mahkûm edemeyeceği fikri etrafında, kontrgerilla katliamlarına ve faşist diktatörlüğün diğer suçlarına karşı yığınların on yıllardır karşılanmamış olan adalet talebi sahiplenildi. Sosyalistlerin oturtulduğu sanık sandalyelerine oturtulması gerekenin, 1 Mayıs 1977'de 36 işçiyi, emekçiyi katleden kontrgerilla devleti olması gerektiği vurgusuyla, 13 Nisan ile 1 Mayıs arasında bağ kuruldu ve süreç birleşik tarzda ele alındı.
Eylülden sonuçlar çıkarıldı ve Eylül'ün kazanımları örgütlenmeye, kurumlaştırılmaya çalışıldı. Mahkeme ekseninde, sahiplenme ve dayanışma hareketinin Eylül'de kalmayıp süreklileşmesi hedeflendi.
Bu kapsamda geniş bir kitle çalışması örgütlendi. İşçi ve emekçiler, sosyalistleri desteklemeye, sosyalizm düşüncesine sahip çıkmaya çağrıldı. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs'la birlikte ele alınan çalışmalar, işçi sınıfına sosyalizm düşünün taşınmasını içeriyordu. Devrimci ve demokratik kurumların adalet talebiyle kontrgerilla devletini mahkûm eden eylemliliklere girişmesi yönünde çaba sarf edildi.
13 Nisan'da İstanbul'da gerek mahkeme salonu, gerekse de mahkeme önü, komünist ve devrimci güçlerle devlet arasında bir irade savaşına sahne oldu. Sosyalistler, mahkeme kürsülerinde eylemlerinin haklılığını savunurken, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın dört bir yanından gelen komünistler, devrimciler, siper yoldaşları, demokrat, ilerici aydınlar ve uluslararası alandan gelen heyet içinde yer alan onlarca dayanışmacı gözlemci 10 Eylül tutsaklarını sahiplendi. Faşist diktatörlük, mahkeme önünde oluşan devrimci dayanışmayı, devrimci mevzilerin, sosyalist ideallerin coşkulu ve militanca savunulmasını, yasaklanmaya çalışılan bayrakların gururla dalgalanmasını engellemek için mahkeme önünde toplanan kitleye vahşice saldırdı. Saldırı, 1 Mayıs'a yönelik devlet terörünün bir provası niteliğindeydi. Ancak kitle de, 1 Mayıs'ta ortaya konacak olan kitle kararlılığının provası niteliğinde bir direnişle saldırıyı yanıtladı. Onlarca gözaltı ve tutuklamaya rağmen geri adım atılmadı.
Komünistler, 13 Nisan'ın açtığı yoldan durmaksızın 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkmak için konumlanmak, 1 Mayıs'ı birleşik mücadele ile kazanmak perspektifiyle hareket etti ve dostlarına da bu çağrıyı yaptı.

Birleşik mücadele hattının Taksim zaferi
Nisan ayı boyunca rejim içi güçler cephesinde cumhurbaşkanı seçimleri etrafında kızışan çelişkilerin sokak mevzileriyle ilerleyerek Cumhuriyet mitinglerinde milyonlarca ekmeciyi yedekler hale gelişi, 1 Mayıs'ta işçi sınıfı ve emekçi kitleler lehine güçlü bir duruşu ortaya koymayı daha da hayati hale getiriyordu. Bunun yolunun, 1977 katliamının yıldönümünde Kontrgerilla devletine karşı Taksim meydanını zapt etmekten geçtiği, birçok devrimci ve ilerici güç tarafından aylardır ortaya konmaktaydı.
Devrimci, ilerici güçlerin ezici çoğunluğu da Taksim'de birleşik kitlesel 1 Mayıs kutlaması yönünde kararlılık belirtti. Devrimci örgütler, hatta bazı reformist partiler, ayrı ayrı Taksim yönlü irade beyanında bulundular. DİSK, yıllardır biriken taban basıncının etkisi altındaydı. 1 Mayıs'ta Taksim iradesine tabi olmak ve en az zararla geçiştirmek onun için bir zorunluluk haline gelmişti. KESK, reformist ama belli ölçülerde hala diri bir sendika olarak Taksim'e işaret etti. TMMOB; TTB ve sayısız demokratik kitle örgütü de oluşan bu Taksim iradesi etrafında saf tuttular. Sonuçta 2007 1 Mayıs kutlamaları devletle emekçi kitleler arasında önemli bir çarpışmaya sahne oldu. Bütün yasaklara ve İstanbul'un hapishaneye çevrilmesi girişimlerine rağmen kitle militanlığı ve devrimci kararlılık, 2007 1 Mayıs'ına damga vuran unsurlar oldu.
Devletin Türk-İş gibi sarı sendikalara başka yerde miting yaptırarak, sınıfı bölme çabası rağbet bulamadı. Komünistler, devrimciler, ilerici kurumlar ve sendikalar, Taksim ısrarında direndiler. Reformist kesimin de hemen hepsi (sadece EMEP Taksim'i göze alamayarak, Türk-İş'in peşine takıldı) Taksim saflarında yer aldı.
1 Mayıs kutlamaları, birleşik mücadelenin ve cepheleşmenin bu son süreçteki en ileri örneğini oluşturdu. Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, reformist partiler, devrimcilerin şiarı ekseninde harekete geçtiler. Kuşkusuz bu, devrimcilerin doğrudan etkisiyle olmadı. Ancak toplumsal mücadelenin gelişimi ve devrimci olanaklar açısından anlamlı bir düzeye işaret ediyordu.
1 Mayıs 2007, birleşik mücadelenin muazzam bir kazanımı olarak tarihe geçti. Devletin 1 Mayıs'ı engellemek için İstanbul'da otobüs ve vapur seferlerini durdurarak ulaşımı felç etmesi ve estirdiği terör karşısında devrimciler öncülüğünde işçi ve emekçiler semtleri, yolları mücadele alanına çevirdiler. Bu tedbirlere rağmen on bini aşkın işçi ve emekçi, Taksim alanını kuşatarak polisle çatıştı. 800'ü aşkın gözaltı ve yüzlerce yaralıya rağmen polis barikatlarını aşan binlerce işçi ve emekçi, Taksim'e çıkarak, Taksim yasağını parçaladı.
2007 1 Mayıs'ı, egemenler adına politik bir yenilgi oldu. İşçi ve emekçiler cephesinden ise politik bir zafere işaret etti.
Cumhurbaşkanı seçimleri ile doruğa varan rejim içi kliklerin çatışması ve Genelkurmayın milyonları sokağa dökmesine karşılık, 1 Mayıs'ta açığa çıkan kitle militanlığı ve devrimci kararlılık, içinden geçilen sürecin egemenler lehine görüntüsünün altında barınan geniş olanakları ortaya seriyordu. İlerici sendikal ve mesleki kitle örgütleri ile devrimci parti ve örgütlerin birleşik hareket etmesinin başarılması önemli bir unsurdu. 1 Mayıs zaferi, ilerici, devrimci güçlerin ve sınıfın kendine ve birliğe olan güvenini pekiştirdi. 1 Mayıs'ta sağlanan birliktelik, birleşik mücadelenin, işçi ve emekçilerin, devrimci, ilerici ve yurtsever tüm güçlerin içinde yer alacağı bir cepheleşmeye yönlendirilmesinin olanaklarını bir kez daha gösterdi. Sürecin devrim lehine ilerletilebilmesinin tamamen mümkün olduğunu gösteren önemli bir veri oldu.

Birleşik mücadelenin yeni bir olanağı: Seçimler
1 Mayıs'ın hemen ardından, ordu kliği ile hükümet kliği arasında, cumhurbaşkanı seçimleri etrafında gelişen kriz, kaçınılmaz biçimde erken seçimleri gündeme getirmesiyle, birleşik mücadelenin özel bir biçimi için koşullar ortaya çıktı: Seçimler.
Seçimler, Eylül saldırılarından Hrant Dink suikastına, oradan 1 Mayıs'a uzanan süreçte yükselmiş bulunan birleşik mücadele ruhunun, örgütlü biçimde ilerletilmesi için önemli bir kanaldı. Bu konuda önemli bir mesafenin kat edilmiş olduğunun verileri de mevcuttu. Örneğin ilerici aydınların, yıllardır hiç gündeme gelmeyen biçimde, ortak aday çağrıları yapmış olmaları, buna örnekti.
Marksist Leninist Komünistler, bağımsız adaylar bloğuyla seçimlere müdahale etmenin, egemen sınıfların iki kliği arasındaki, işçi ve emekçilere farklı alternatiflermiş gibi sunulan çatışmalara karşılık bir üçüncü cepheyi oluşturma yönünde önemli bir fırsat olduğunu ortaya koydular. Devrimci güçler, ilerici reformist partiler, ilerici aydınlar, ilerici sendika ve demokratik kitle örgütlerinin geniş cephe ittifakıyla, muazzam bir ajitasyon ve propaganda makinesinin, ordu kliği tarafından geliştirilen şovenist kitle seferberliğini kıracak biçimde harekete geçirilmesi gerektiğini vurguladılar. Bu ittifak, her şeyden önce sokaklarda kurulmalıydı. Diktatörlüğün ilerici, devrimci ve Kürt yurtsever güçleri parlamentodan uzak tutmak için geliştirdiği hukuki manevralar ve fiziki saldırılar, sokağın sesiyle yanıtlanarak boşa çıkarılmalıydı. Sokak hareketi, toplumsal muhalefetin elinde, faşist diktatörlüğe karşı koyabileceği başlıca araçtı. Hem de diktatörlüğün devrimci ve yurtsever güçlerin karşısına bizzat işçi ve emekçileri gerici temelde sokakta örgütleyerek çıkmaya, ‘teröre karşı' kitlesel eylemleri, yani kitlesel linç girişimleri ve provokasyonları çıkarmaya çalıştığı bir süreçte, bu daha da hayati bir hal alıyordu. Böylesi bir süreçte, belirleyici hamleler, sokakta birleşik mücadelenin gücünden yoksun bir biçimde, seçim sandıklarına endekslenerek gerçekleştirilemezdi.
Ancak başta DTP'nin, merkeze sokağı değil parlamentoyu alan ve devrimci güçleri dışlayan seçim yaklaşımı olmak üzere çeşitli güçlerin olumsuz yaklaşımları, bu türden bir cephenin oluşturulmasını engelledi. 22 Temmuz erken genel seçimleri sürecine devrimci ve ilerici güçlerin ortak müdahalesinin geliştirilemeyişi, toplumsal mücadele bakımından önemli bir zafiyete işaret etti.

Birleşik mücadelenin gelişim seyri
Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da bugün, Güney Kürdistan'a müdahale tartışmalarının da önemli bir boyutunu oluşturduğu Kürt halkının ve devrimci güçlerin savaş iradesini kırma konsepti tüm hızıyla uygulanmaktadır. Ancak bu tablo içinde muazzam devrimci olanakları da barındırmaktadır.
Devrimci ve komünist güçlerin odağında durduğu, belli başlı tüm ilerici güçleri kapsayan antifaşist antişovenist bir cepheleşme süreci, hem zorunlu, hem de mümkündür. İşçi sınıfının, emekçi yığınların ve ezilen Kürt halkının mücadelesi, bunun olanaklarını fazlasıyla içermektedir. Türk işçi ve emekçileri şovenizm bataklığından kurtararak kendi talepleri ekseninde harekete geçirmek, Kürt yurtsever kitleleri ile Türk halkının mücadelesini birleştirmek, ilerici, devrimci ve komünist güçlerin birleşik direnişi ve kurumsallaşmış birleşik mevzilerinin oluşturulmasından geçmektedir.
Bu tipten bir cepheleşme, bizzat sokak hareketinin içinde örülecektir. Faşist saldırılara, şovenist kışkırtmalara ve bir bütün devlet terörüne verilen her güçlü yanıt, bu cepheleşme yönünde atılmış adımlar olacaktır.
Marksist Leninist Komünistler, 13 yıllık tarihleri boyunca olduğu gibi, bu süreçte de enerjilerini bu görevin başarılmasına seferber etmeyi sürdüreceklerdir.

_ _ _ _ _ _ _ _

1 Faşist diktatörlüğün 6 Mayıs 1996 yılında yayınladığı ve devrimci tutsaklara yönelik çeşitli saldırıları içeren genelge karşısında 7 devrimci parti ve örgütün, saldırıya karşı ortak yanıt vermek için kurduğu koordinasyon. 96 Ölüm Orucu direnişini bu koordinasyon örgütlemiştir.
2 1998 Haziran başında kurulusu ilan edilen, partimiz MLKP ile birlikte PKK, TKP(ML), TKP/ML, TDP, DHP, TKP (K), Devrimci Sol'un oluşturduğu devrimci ittifak. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın esir edildikten sonra İmralı duruşmalarında verdiği ifadelerle birlikte PKK'nın küçük burjuva devrimci çizgiden küçük burjuva reformist çizgiye evrilmesi sonucu işlevsizleşmiş ve sonrasında da dağıtılmıştır.
3 2005 yılı Newroz kutlamaları esnasında Mersin'de Türk bayrağının yere atılarak çiğnendiği iddiasıyla bir provokasyon gerçekleşti. Mersin'deki provokasyon, daha sonrasında bir çok kentte devrimcilere ve Kürt yurtseverlere yönelik gelişen linç girişimlerinin de başlangıcı oldu.
4 2004 yılında Ankara Valiliği'nin isteği üzerine, "anadilde eğitim hakkı" istediği için Eğitim-Sen (Bilim ve Eğitim Emekçileri Sendikası) hakkında kapatma davası açılmış ve genelkurmayın istemleri doğrultusunda bir yıl içinde kapatma kararı çıkmıştı.
5 9 Kasım 2005 günü, Kuzey Kürdistan'ın Şemdinli ilçesinde, Kontrgerilla örgütü JİTEM (Jandarma İstihbarat Örgütü), bir kitabevini bombaladı, bir Kürt yurtseveri yaşamını yitirirken ikisi yaralandı. Şemdinli halkı, büyük bir kararlılık ve kahramanlıkla bombacı JİTEM'cileri yakalayarak, silahları, saldırı planları ve ölüm listeleriyle birlikte sahibine, yani devlete teslim etti. Şemdinli provokasyonu böylece, Kürt halkının sağduyusu ve kararlılığıyla, faillerinin elinde patladı. Bu durum karşısında sıkışan kontrgerilla, saldırıyı soruşturan ve olay yerinde inceleme yapan devletin savcısı, o anda orada bulunan milletvekili Esat Canan ve halkın üzerine ateş açarken, bir yurtsever de orada katledildi.
6 8-12 Eylül tarihleri arasında 7 ayrı kentte gerçekleştirilen operasyonlarda 23 devrimci ve komünist tutuklandı. Operasyonun adi faşist diktatörlük güçlerince "Gaye Operasyonu" olarak açıklanırken, bu operasyonla partimiz MLKP'nin "çökertildiği" ilan edildi.
7 19 Aralık 2000'de faşist diktatörlük Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın 20 hapishanesine yönelik binlerce jandarmanın, özel timin ve çeşitli askeri güçlerin yer aldığı kanlı bir katliam düzenledi. Katliamın hedefi, devrimci tutsakları F Tipi tecrit hücrelerine götürerek teslim almaktı. Katliam sonucunda 28 devrimci tutsak ağır makineli tüfekler, sinir gazları ve çeşitli kimyasal maddelerle katledildi, onlarcası yaralandı ve sakat kaldı. Devrimci tutsaklar katliama Ölüm Orucu Direnişiyle yanıt verdiler.
8 5 Kasım 2001'de İstanbul'un küçük Armutlu semtinde Ölüm Orucu direnişinin sürdüğü bir eve devletin ağır silahlar, gaz bombaları ve is makineleri ile düzenlediği saldırı sonucunda 4 devrimci şehit düştü. Daha sonrasında yine küçük Armutlu'da ve Alibeyköy'deki Ölüm Orucu siperlerine yönelik polis saldırıları gerçekleştirdi.
9 Mart-Mayıs dönemi, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 12 Mart 1995 Gazi katliamı ve ardından Gazi komutanı yoldaşımız Hasan Ocak'ın kaçırılarak katledilmesi, 16 Mart 1977 Beyazıt katliamı, 15 Mart 1988 Halepçe katliamı, Kürt halkı ile Ortadoğu ve Orta Asya halklarının kardeşlik bayramı Newroz (21 Mart) ve 30 Mart 1972 Kızıldere katliamı yıldönümlerinden 1 Mayıs'a uzanan, coğrafyamızda toplumsal mücadelenin ateşlendiği bir süreç olarak yaşanmaktadır.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da Birleşik Mücadelenin Olanakları
fc Share on Twitter
 

"Komünist hareketin küçük burjuva devrimci gruplarla ittifakı, bunun eylem birlikleri, bloklar ve giderek de bir ortak cephe tarzında geliştirilmesi, sadece taktiğin değil daha çok stratejinin bir sorunudur. Stratejinin temel ittifakını gerçekleştirmenin somut bir biçimidir. Bu nedenle de komünistler, bu gruplarla ittifaka ve onun bugünkü somut bir biçimi olarak eylem birliklerine hak ettiği stratejik değeri vermelidirler." (Birlik Kongresi Belgeleri, sf. 73).
Kuruluş belgelerinde devrimizin ilk adımını, "antiemperyalist demokratik devrim" olarak belirleyen partimiz, küçük burjuva devrimci gruplarla eylem birliklerinin, bloklar ve giderek bir ortak cephe tarzında geliştirilmesini, sadece taktiğin değil, stratejinin de bir sorunu olarak görmektedir. Antiemperyalist demokratik devrimin özünü politik özgürlüklerin kazanılması olarak gören parti, geçmiş 12 yıllık mücadele tarihinde diğer devrimci parti ve örgütleri de birlikte mücadele etmeye seferber etmek için her olanağı değerlendirmeye çalışmıştır. Geçen yüzyılın ‘90'lı yıllarının ortalarından itibaren geliştirilen birleşik mücadele fikri ve çabası, mücadelenin birçok alanında olumlu deneyimler ortaya çıkarmıştır.
Bu fikrin örgütsel cephedeki karşılığı, partimiz tarafından "birleşik devrimci önderlik" veya "bir devrimci parti ve örgütler cephesi" oluşturma olarak formüle edilmiş, bu konuda somut planlar ve yönelimler geliştirilerek harekete geçilmiştir.
Partimiz, birleşik mücadele ve cepheleşme sorununu ne sadece kendisinden ibaret görür ne de belli güçlerle sınırlar: Merkezinde komünist, devrimci ve yurtsever devrimci güçler durmak üzere faşist diktatörlüğe karşı savaşımın devrimci çözümünü hedefleyen bir özgürlük cephesini inşa etmeye çalışır. Bu süreçte reformist ve yasalcı da olsalar, ilerici, antifaşist parti ve örgütlerle ilişkilerin devrimci gelişmeyi güçlendirecek, onların burjuva liberalizmine yedeklenmesini önleyecek tarzda geliştirilmesini de önemli görür. Zira faşist diktatörlük her fırsatta, ilerici reformist güçleri, reformist sendika ve kitle örgütü önderliklerini burjuva liberalizme yedekleyerek ya da şovenizmle zehirleyerek devrimcileri yalıtma ve marjinalleştirme çabasındadır.
Bu çerçevede partimiz, birleşik devrimci mücadelenin gelişimi için sayısız çalışmaya imza atmıştır. Kimi devrimci güçlerin, sekter, olumsuz, devrimci hareketi kendinden ibaret gören dayatmacı yaklaşımları, yer yer bu birliktelikleri imkânsız hale getirse de, bu çabaların her biri devrimci harekete önemli deneyimler kazandırmıştır.
Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu1, birleşik devrimci önderliğin somutlaştığı bir deneyim olmuştur. Gençlik, kadın, semtler gibi faaliyet alanlarında yerel veya merkezi düzeyde kurulan birçok platform yine bunun örnekleridir. Buralarda belirli somut gündemler etrafında çok sayıda geçici platformun ve bazı uzun vadeli kurumsal oluşumların örgütlenmesinde partimiz birleştiriciliği ve inisiyatifiyle önemli bir rol oynamıştır. Keza Birleşik Devrimci Güçler Platformu'yla2 birleşik devrimci önderlik pratiğinin oldukça ileri bir örneği oluşturulmuştur.
Partimiz, burjuvazinin dayattığı mevcut sınırlar içinde devrim gerçekleştirmeyi hedefler. Ama aynı zamanda partimiz, Kuzey Kürdistan'ın sömürgeci boyunduruk altında olması özgünlüğünden yola çıkarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da gerçekleşecek olan devrimi bir birleşik devrim olarak tanımlamıştır. Kürt ulusal hareketine önderlik eden PKK'nin küçük burjuva devrimci bir çizgi izlediği 1999'a kadarki süreç boyunca, birleşik devrimin Kuzey Kürdistan'da başlamış bulunduğu tespitini yapmış ve Batı'da işçi ve emekçilerin merkezinde durduğu ikinci cepheyi açmaya girişmiştir. 1999 yılında PKK önderi Abdullah Öcalan'ın tutsak edilmesiyle başlayan süreçte Kürt ulusal devriminin yenilgiye uğradığı, PKK'nin küçük burjuva reformist çizgiye evrildiği, ancak Kürt ulusal mücadelesinin sürdüğü ve Kürt emekçi kitleleri içinde devrimci dinamiklerin korunduğu günümüz koşullarında reformist çizgideki Kürt yurtsever güçlerle dayanışmasını da sürdürmüştür. Özellikle Kürt ulusalcı güçlere karşı diktatörlüğün tırmandırdığı şovenist saldırganlığa karşı Batı'da birleşik mücadeleyle halkların kardeşliğini yükseltmede önemli roller üstlenmiştir.
Faşist diktatörlüğün en korkulu kâbusu, partimizin birleşik devrim anlayışında ifadesini bulan, Türk işçi ve emekçilerinin faşist baskılara ve neoliberal saldırılara karşı direnişi ile Kürt ulusunun sömürgeci boyunduruğa karşı özgürlük mücadelesi arasında bir köprünün kurulmasıdır. Dolayısıyla yığınları yönetme stratejisini, Türkiye ile Kuzey Kürdistan halkları ve işçi sınıfı arasında her türlü birleşik mücadele olanağını yok etmek üzerine kurmaktadır. Ulusal ayrımların yanı sıra Alevi-Sünni, laik-şeriatçı ekseninde gerici saflaştırma ve kutuplaştırmalarla da işçi sınıfı ve emekçilerin eylem gücünü bölmeye çalışmaktadır. "Milliyetçilikle şovenizm, proletarya ve emekçi yığınların birliğine yönelmiş büyük bir tehdit ve proletarya ve emekçi yığınları egemen sınıfların ve devletin yedeğine bağlamak, burjuva ideolojisinden ve politikasından kopuşlarını önlemek için etkili bir silahtır. Geniş proleter ve emekçi yığınlar arasında Türk milliyetçiliği ve şovenizmine dayanan faşist ideolojiye karşı yürütülecek sistematik ideolojik savaş, yığınların devrimci birliğinin inşasında büyük bir önem taşımaktadır." (Birlik Kongresi Belgeleri)
Bu nedenle birleşik mücadelenin örülmesinde antifaşist, antişovenist eksen, daima önemli bir hat olagelmiştir.
Faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir coğrafyada, burjuva cephede önemli bir iç rekabet, hegemonya mücadelesi olsa da, sorun komünist ve devrimci hareketi ezmek olduğunda, Kürt ulusal hareketini bitirmek olduğunda burjuvazinin bütün kanatları bir araya gelmekte ve ortak hareket etmektedirler. Burjuvazi, kendisine kitle desteği sağlamak için veya kaybettiği kitle desteğini geri alabilmek için, başta burjuva medya olmak üzere her türlü aracı etkin olarak kullanmaktadır. Kullandığı araçlarla kitleleri yanılsatabilmekte, burjuva sistemin değişik kanatlarına ve onun militarist gücü orduya umut bağlamalarını sağlayabilmektedir. Güçler açısından eşitsiz koşullarda mücadele yürüten komünist ve devrimci hareket ise, sahip olduğu olanakları her zaman ve gerektiği gibi değerlendirememektedir.
Karşı devrim cephesinin gerek devrimci ve komünist hareketi bitirme ve gerekse de Kürt ulusal hareketinin canlı dinamiklerini tasfiye etme saldırıları artarak sürmektedir. Faşist diktatörlük, neoliberal saldırı politikalarını uygulamaya devam edebilmek için, işçi ve emekçiler cephesinde gelişen hoşnutsuzluğun örgütlü bir güce dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır. Bunun için de en başta da işçi sınıfı ve emekçilerin öncü kuvvetlerine, devrimci yapılara ve ulusal harekete karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktadır.
Faşist diktatörlük, içinden geçmekte olduğumuz süreçteki stratejisini Genelkurmay Başkanı'nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı bir açıklama ile en net haliyle ortaya koymuştur. Açıklamadan çıkanlara göre, ana darbenin hedefi Kürt ulusal hareketinin ezilmesi ya da savaş iradesinin kırılmasıdır. Bu nedenle kuzeyde operasyonlar sürecek, bu arada yasal Kürt kurumları ezilecek veya işlevsizleştirilecek ve böylece lojistik kaynaklar kesilecek, bu yönelim Güney Kürdistan'a yönelik bir askeri operasyonla tamamlanarak uzun süre atlatılamayacak bir darbe indirilecektir. Bu süreçte devrimci güçler göz ardı edilmeyecek, aksine, Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesiyle Kürt halkının mücadelesinin birleşmemesi için bu güçlerin ezilmesi özel bir önem de taşıyacaktır. Bu çerçevede bu güçleri yalnızlaştırmak için diğer ilerici reformist güçler gözdağı veya manipülasyon yoluyla birleşik mücadeleden uzak tutulacaktır.
Faşist diktatörlük, 2004 yılı Newroz ayında bu amaçla Mersin'de tezgâhladığı bayrak provokasyonundan3 bu yana hem rejimin diğer güçleri üzerindeki inisiyatifini pekiştirmiş hem de Kürt halkı başta gelmek üzere devrimci, ilerici, komünist güçlere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Mersin provokasyonu, Batı'da Kürt işçilere, gençlere, yurtseverlere, Türk ve Kürt devrimcilere yönelik kitlesel linç girişimlerinin başlangıç noktası olmuştur. Yeni saldırı konsepti olarak ifadelendirilen bu dönemde gözaltı ve tutuklama saldırıları artmış, Eğitim-Sen'in kapatılmas ı4 örneğinde olduğu türden, emekçilerin söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik kapatma, yasaklama ve baskılar hızla yükselişe geçmiştir. Şemdinli'de, Yüksekova'da, Amed'de5 kontrgerilla eliyle bombalamalar gerçekleşmiştir. Devrimci güçlere yönelik tasfiye saldırıları sertleşmiştir. 2005 yılı Haziran ayında MKP'nin önderlik kadrosuna yönelik bir operasyonda 17 MKP'li siper yoldaşımız katledilmiştir.
Özellikle Mersin provokasyonundan bu yana faşist diktatörlük "Silahsız Kuvvetler" olarak tabir ettiği ırkçı ve faşist örgütlenmeler ve şovenist provokasyonlar vasıtasıyla Türk işçi ve emekçilerini Türk milliyetçiliği ve şovenizm temelinde aktif karşıdevrimci bir kitle hareketi içinde örgütlemeye çalışmaktadır.
Faşist diktatörlük, Kuzey Kürdistan'da dizginsiz terör uygulanmaya devam ederken Batı'da devrimci güçlere ve devrimci arayışlara vahşice saldırmakta ve ilerici reformist güçleri yedeklenmeye çalışmaktadır. Böylece devrimci güçlerin marjinalleştirilmesi ve şovenizme karşı birleşik direniş alanının daraltılması hedeflenmektedir. Bu amaçla yasal, düzen içi politika kanallarının açık tutulması, yasadışı arayışlara ise var gücüyle saldırılması taktiği uygulanmaktadır. Bu taktikler, Türk işçi ve emekçileri arasında yaratılan şovenist histeriyle birleştirilmekte, işçi ve emekçilerin neoliberal politikalara karşı büyüyen direnişi bu şekilde kuşatılıp belli sınırlar içinde tutulmaktadır. Bu politikalar, başta DİSK, KESK gibi reformist sendika ve kitle örgütleri de içinde olmak üzere, birleşik mücadelenin bileşenleri üzerinde önemli ölçüde etkili de olmaktadır.
2006 yılı Haziran ayında faşist diktatörlük, bu konsept çerçevesindeki saldırı ve katliamlarının yasal zeminini genişletmek amacıyla TMY (Terörle Mücadele Yasası) olarak adlandırdığı yasayı uygulamaya koydu. Yasa, başta Kürt ulusal hareketi ve devrimci güçler olmak üzere, yediden yetmişe tüm emekçileri potansiyel terörist olarak gören, İngiltere'de ve diğer bazı emperyalist ülkelerde uygulanmakta olan yasalara uygun olarak hazırlanmış bir yasaydı ve yeni bir kapsamlı saldırı dalgasının sinyallerini veriyordu.
Marksist Leninist Komünistler, TMY'nin mecliste görüşüldüğü süreçte ve sonrasında, faşist baskılara karşı siyasal özgürlükler temelinde bir birleşik mücadele örmeye çalıştılar. Bu yasanın gündeme gelmesinin, yeni kapsamlı saldırı hazırlıkları anlamına geldiğini belirttiler.
Ancak tüm çabalara rağmen, ilerici ve devrimci güçler, TMY'nin geri çektirilmesi için baskı uygulayabilecek düzeyde bir mücadele yükseltmekte başarılı bir sınav veremediler. Yasa meclisten geçti.

Eylül saldırıları ve birleşik mücadele
Faşist diktatörlüğün bu yasaya dayanarak yaptığı ilk büyük saldırı Eylül saldırıları oldu. Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında onlarca ilde eş zamanlı gerçekleşen ve medyaya yansıtılan açıklamalarına göre 2 yıl kadar bir ön hazırlığa dayanan kapsamlı bir saldırı dalgasıydı bu. Onlarca devrimci ve komünistin tutsak düşmesiyle sonuçlanan saldırıların ardından yaptıkları ilk açıklamalarda faşist diktatörlüğün sözcüleri, "MLKP'nin çökertildiğini" duyurdular6.
Komünist öncünün Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumu ve faşist diktatörlüğün şovenist kışkırtmaları karşısında Batı'nın merkezlerinde halkların kardeşliğini yükseltme yönlü çabaları ve özellikle III. Kongre'den itibaren toplumsal mücadelenin her alanında etkin ve birleştirici bir kuvvet olarak en ön saflarda yer alışı, onu düşmanın bu kapsamlı saldırısının hedefi haline getiren başlıca etmendi.
Nitekim bu duruşunu geriletmeyi hedefleyen Eylül saldırısını da aynı etkin ve birleştirici çizgide yanıtladı.
Eylül saldırıları fiili olarak partimize yöneltilmiş olsa da, sadece partimizle sınırlı olmadığını devrimci, demokrat çevreler ve birçok ilerici aydın da gördü. Bu saldırının püskürtülemediği koşullarda devrimci hareketin başka bölüklerini ve giderek tüm muhalefeti kapsayacağı kısa zamanda anlaşıldı. Saldırıları başından beri böyle tahlil eden komünist öncü, sadece kendi varlık hakkını değil, aynı zamanda devrimci hareketin de varlık hakkını savunma tarihsel göreviyle karşı karşıya olduğunu biliyordu.
Parti, Eylül saldırı dalgaları, geniş gözaltı ve tutuklamalar karşısında geri adım atmadı. Anında geliştirdiği refleks ile tüm mevzilerin savunulması pratiğini sergiledi. Boşalan yerler, bir adım ileriye çıkan komünistler tarafından dolduruldu. Parti, 13. mücadele yılına yoğun saldırılar altında girerken saldırıyı ayakta dimdik durarak karşıladı. "Umut dimdik ayakta", "Bize gücünüz yetmez" temel parola oldu. Komünist öncünün bu direngen tutumu ve dayanışma çağrısı kısa zamanda geniş yankı buldu. Devrimci ve ilerici çevrelerden, aydınların önemli bir kesimine dek dosta umut, düşmana korku salan bir sahiplenme ve dayanışma hareketi gelişti. Bu hareket, yer yer reformist ve liberal çevreleri bile etrafına çekmeyi başardı.
Komünistlerin uğradığı saldırı ve geliştirdikleri direngen tutum, uluslararası alanda da geniş bir dayanışma ortaya çıkardı. Partinin uluslararası ilişkilere yaklaşımı ve verdiği önemin yansıması olarak da görülebilecek olan enternasyonal dayanışma, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, Balkanlar'dan Asya'ya kadar uzanan bir genişliğe sahip oldu.
TMY çıktığı dönemde başarılamayan ortak karşı koyuş, TMY'nin bu ilk kapsamlı saldırısı karşısında başarıldı. Bunda öncünün, yıllardır birleşik devrimci mücadele anlayışı temelinde gerek diğer devrimci güçlerle, gerek Kürt ulusal hareketinin güçleriyle, gerekse de ilerici aydın çevrelerle kurduğu olgun ve yapıcı ilişkilerin; ittifak girişimlerinin büyük payı vardı.
Eylül saldırılarının hemen ardından geliştirilen ve politik özgürlüklerin savunulması hedefiyle bu yılın başlarına kadar yürütülen, "özgürlük" temel talebinin merkezinde durduğu bir politik kampanya ile mevzileri saldırıya uğrayan öncü, faşist teröre birçok ilde karşılık verdi. Kendisine yönelik saldırıyı, tüm ilerici, devrimci güçlere, işçi ve emekçilerin söz eylem, örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir saldırı olarak kavradı. Ve bu nedenle, geniş kitlelerin politik özgürlük talebini Eylül saldırılarına karşı mücadelenin merkezine oturttu. Eylül saldırılarının, öncüyü kendi içine döndürme, marjinalleştirme, yalıtma, kitle çizgisinden geri düşürme hedefi bu hareket tarzı ile boşa çıkarıldı. Bu duruş sayesindedir ki Eylül saldırıları, TMY terörüne karşı oluşan ve sonrasında toplumsal mücadelenin diğer gündemleri karşısında da belli ölçülerde korunan bir birleşik mücadele hattının ortaya çıkışına zemin oldu. Aynı zamanda devrimci ve demokratik muhalefetin üzerinde politika yapabileceği alanı genişletirken, şovenizmin ve faşizmin saldırı alanını daraltmayı hedefledi. Eylül saldırılarını göğüslemeyi başaran komünist öncü, saldırıları püskürtmek hedefine kilitlendi. Saldırıları püskürterek, devrimci hareketin diğer bölüklerine yönelmesinin önlenebileceği bakış açısıyla hareket etti.
Eylül saldırıları karşısında oluşan birleşik mücadele hattı, belli ölçülerde kurumlaşabilmeyi de başardı. TMY saldırılarına acil refleks verebilmek üzere onlarca kurum tarafından oluşturulan "Acil Hat" deneyimi, bunun kurumsal ifadesi oldu.
Nitekim 7 Aralık'ta HÖC ve çeşitli kurumlara yönelik baskınlar, bu hat üzerinden önemli bir yol alındığının göstergesi oldu.
19 Aralık katliamının7 yıldönümü yaklaşırken, yükselişe geçmiş olan toplumsal duyarlılık, tecrit sorununa yoğunlaşmaya başladı. Avukat Behiç Aşçı, devrimci tutsak Sevgi Saymaz ve tutsak yakını Gülcan Görüroğlu'nun sürdürdüğü ölüm orucu eylemi devleti sıkıştırmaya başladı. Behic Aşçı'nın ölüm orucunu yürüttüğü eve yönelik daha öncekilere benzer kanlı bir operasyonun8 ön provası olarak devlet, İstanbul çapında onu aşkın devrimci kurumu eş zamanlı olarak bastı. Ancak Komünist ve devrimci güçlerin kimi yerlerde kurum baskınlarına katılan düşman güçlerini sokak eylemleriyle çembere alıp kuşatması, düşmanı saldırıyı yarıda bırakıp geri çekilmek zorunda bıraktı. İstanbul'un bazı semtlerinde barikat savaşları verildi. Bu, anında karşı koyuşun gerçekleştirilmesinde Eylül saldırılarından sonra geliştirilen "acil hat" örgütlenmesinin önemli rolü oldu. Geliştirilen refleks, birleşik mücadelede ve siper yoldaşlığında, direnme gücünde yeni bir örnek olarak devrimci hareketin deneyimler hanesine yazıldı. Aralık baskınları, TMY'ye karşı birleşik refleksin, diktatörlüğün saldırılarını yarıda bıraktırarak kazanım da elde edebilecek tarzda emekçi semtlerin sokaklarına taşması, bu anlamda yeni bir düzey kazanması bakımından önemliydi.
Öte yandan, Avukat Behiç Aşçı'nın ölüm orucu eylemi etrafında oluşan ve 19 Aralık'a doğru gelişen sahiplenme, konuya o güne dek tamamen duyarsız kalmış sendikacıları, kimi aydınları, çeşitli demokratik kitle örgütlerini kapsamayı başardı. Avukatlar, kitlesel eylemlerle tecride karşı sokağa çıktılar. Sendikalar, basın açıklamaları ve destek ziyaretleri gerçekleştirdiler. Nihayet bu birleşik karşı koyuş, diktatörlüğün 6 yıllık tecrit politikasına çok sınırlı da olsa geri adım attıracak düzeye ulaştı. Ocak ayında Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan bir genelge ile devlet, 10 tutsağın belli saatlerde koşulsuz bir araya gelişini kabul etti ve ölüm oruçları sona erdi.

Barış ve özgürlük için birleşik mücadele
Marksist Leninist Komünistler, diktatörlüğün Mersin'deki bayrak provokasyonuyla başlattığı, Şemdinli ve Amed provokasyonlarıyla ve TMY'nin kabul edilmesiyle hızlandırdığı saldırı konsepti çerçevesinde Kürt ulusal hareketine, devrimci güçlere ve tüm toplumsal muhalefete yönelik saldırılarının tırmanarak süreceğini öngörmekteydiler. Gerillanın Eylül 2006'da ilan ettiği ve 2007 Mayıs'ına ayına kadar sürdüreceğini açıkladığı ateşkese devlet, gözaltı, tutuklama, kapatma ve yasaklama saldırıları ve Kuzey'deki operasyonlarla yanıt vermiş, imha ve inkârın kesintisiz süreceğini bir kez göstermişti. Nisan ayında gerçekleştirilmesi gereken cumhurbaşkanı seçiminin, egemen güçler arası çatışmaları şiddetlendireceğinin sinyalleri daha o zaman mevcuttu.
Faşist diktatörlüğün bu saldırılarına karşı birleşik mücadele hattının derinleştirilmesi ve bir özgürlük cephesinin yaratılması zorunluydu. Birleşik mücadelenin üzerinde yükseleceği zemin ise, yığınların "özgürlük ve barış" talepleri etrafında, antişovenist, antifaşist bir cephe olabilirdi.
Bu kapsamda devrimci, ilerici güçlere ve Kürt ulusal hareketinin güçlerine bir öneri sunuldu.
Öneri Ocak-Mayıs sürecini kapsamaktaydı ve Kürt halkının "barış" talebi etrafında oluşacak antişovenist ve halklarımızın "özgürlük" talebi etrafında oluşturulacak antifaşist bir hareket birliğini ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Barış ve özgürlük taleplerinin, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi ve emekçilerini kapsayacak olan birleştirici iki talep olduğu, Kürt halkı ile Türk işçi ve emekçilerinin ihtiyaçlarını birlikte ifade edebilecek, onları buluşturabilecek, üzerinde ortak mücadele yürütülebilecek zemini oluşturduğu ifade edildi.
Türk işçi ve emekçilerinin kapitalist sömürüye ve faşist baskılara karşı kendi talepleri ekseninde harekete geçmesinin önündeki başlıca engellerden biri Türk şovenizmidir. Bu nedenle Kürt halkının onurlu ve adil barış talebini kavramaları hayati önemdedir.
Kürt halkı için ise, onurlu ve adil bir barış talebinin gerçek muhatabının Türk işçi ve emekçileri olduğu, sorunun muhataplarını devlette veya AB, ABD gibi emperyalist devletlerin icazetinde aramak yerine, Türk işçi ve emekçilerinde aramak gerektiğinin altı çizilmektedir.
Öneri, bütün ilerici devrimci güçlerin, siyasi parti ve örgütlerin, aydın ve sanatçıların içinde yer alabileceği, belli bir süreyi kapsayan, geniş paydalı bir "barış ve özgürlük" ittifakı kurmayı öngörmekteydi. Eylemi, yoğun kitle faaliyetini esas alan öneri, Kürt halkının barındırdığı ve söndürülemeyen dinamikleri, batıdaki potansiyelle, devrimci ve demokratik güçlerin etki alanıyla birleştirmeyi öngörmekteydi. Güçlerin barış ve özgürlük talebi etrafında birleştirilmesi ve yaratıcı kanallara akıtılabilmesi durumunda, egemenlerin her iki kliğinin işçi ve emekçileri kendilerine yedekleme çabalarına karşı üçüncü bir cephenin açılabileceğini vurgulayan komünistler, aksi takdirde Ocak-Mayıs sürecinde ortaya çıkan önemli bir fırsatın kaçırılmış olacağına dikkati çektiler.
Komünistlerin 2006 sonlarına doğru sunduğu bu öneri, pratik karşılığını bulamadı. Ancak, komünistlerin, devrimci, ilerici ve yurtsever güçleri birleşik mücadeleye sevk edici çabaları devam etti.

Kontrgerilla katliamına karşı birleşik antişovenist sokak mücadelesi
Marksist Leninist Komünistlerin, "Kürt halkının ‘barış' talebi etrafında oluşacak antişovenist ve halklarımızın ‘özgürlük' talebi etrafında oluşturulacak antifaşist bir hareket birliğini ortaya çıkarma" hedefiyle sunduğu önerinin öngörü düzeyi, 19 Ocak'ta Ermeni aydın Hrant Dink'in çalıştığı gazete önünde katledilmesiyle bir kez daha kanıtlandı. Eylül-Aralık sürecinde yakalanan birleşik mücadele hattı, bu siyasi cinayetle birlikte yeni bir evreye girdi. AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve tutarlı demokrat bir Ermeni aydın olan Hrant Dink, coğrafyamız tarihinde kontrgerilla cinayetleriyle katledilen onlarca aydından biriydi. Devlet, Hrant Dink'in Ermeni kimliğini hedef alarak, ilerleyen süreçte şovenist provokasyonları tırmandıracağının, kontrgerilla eylemlerini ve kirli savaş yöntemlerini daha da yoğunlaştıracağının sinyalini veriyordu. Bu siyasi cinayet, son aylarda gelişen aydın duyarlılığına yönelik bir gözdağıydı. Liberal çevrelerin Kürt ulusal hareketi ve devrimci ilerici güçlere yönelik kimi tavizlerden caydırılmasını, duyarlı aydınların daha reformist kesimlerinin devrimci güçlerle ve Kürt ulusal hareketiyle ilişkilenişinin korku ve terör yaratma yoluyla engellenmesini içeriyordu. Coğrafyamızda Ermenilik ağır bir hakarete dönüştürülmüş olduğundan, toplum içinde ve hatta toplumsal muhalefet içinde Türk-Ermeni-Kürt gibi bir gerici saflaşmanın yaratılması hedefleniyordu.
Ancak planlar ters tepti. Hrant Dink'in katledildiği gün ortaya konan Dink'i sahiplenici politik refleks, faşist diktatörlüğe güçlü bir yanıt oldu. Irkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliğinin göstergesi olarak geliştirilen "Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dink'iz" sloganını önce on binler, sonra cenazesinde yüz binler sahiplenince, muazzam bir antifaşist, antişovenist kitle gösterisine dönüştü. Devlet, bir kez daha suçüstü yakalandı ve teşhir oldu.
Coğrafyamızda Sabahat Ali'den Musa Anter'e sayısız ilerici, devrimci, yurtsever aydının kontrgerilla cinayetlerine kurban gitmesi, 1977 1 Mayıs katliamından 16 Mart Beyazıt katliamına, Çorum ve Maraş katliamlarından Gazi katliamına devletin imza attığı onlarca kontrgerilla eylemi, Susurluk'tan Şemdinli'ye açığa çıkan onlarca devlete ve orduya bağlı gizli kontrgerilla çetesinin varlığı ve tüm bunlara karşı on yıllardır biriktirilmiş büyük tepki, bu kitlesel eylemin nedenlerindendi. Bu katliamların hiçbiri, kontrgerillanın yargılanıp cezalandırılmasıyla sonuçlandırılmamış, işçi ve emekçilerin adalet talebi hiçbir zaman karşılanmamıştı. Hrant Dink'in katledilmesi, şovenist provokasyonlara karşı antişovenist ve kontrgerilla devletine karşı antifaşist mücadele eksenlerini birleştiriyordu. Suikast, kontrgerilla cinayetlerine karşı biriken öfkenin, Türk-Kürt-Ermeni kardeşliği temelinde yüz binleri kapsayan antişovenist, antifaşist bir kitle seline dönüşmesine yol açtı. Bu sokak hareketi, birleşik mücadelenin sonraki süreçte de içinde akacağı başlıca kanal oldu. Bu dönemde birleşik mücadele olanakları en güçlü biçimde kendini hissettirdi.
Bu dönemde kitle mücadelesi, liberal aydınlardan devrimci örgütlere, sendikal konfederasyonlardan meslek örgütlerine çok geniş bir kesimi kapsadı. Aslında kimi burjuva partiler bile, cinayet karşısındaki tepkiyi yedeklemek üzere kontrgerillaya öfkeyi bulanıklaştırmaya ve yedeklemeye çalıştılar. Ancak on binlerin "Hepimiz Hrant Dink'iz, Hepimiz Ermeni'yiz" sloganını bayraklaştırması, bu kesimlerin hevesini kursağında bıraktı. Bu slogan, egemen sınıfın hiçbir temsilcisinin kabule yanaşamayacağı, ayrıştırıcı bir unsurdu ve harekete rengini verenin bu slogan olması, cinayetten kazanç sağlamaya çalışan tüm güçleri boşa düşürmüştü.
Elbette bu en geniş bileşen, Hrant Dink cinayetini çok farklı açılardan ele alan ve bu kitle hareketine çok farklı yönler vermeye çalışan birçok güçten oluşuyordu ve kısa süre sonra belli kesimlerin ayrışması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Yüz binlerin antişovenist öfkesi, kurumsallaşmadı. Gevşek bir bir araya geliş olarak kaldı.
Marksist Leninist Komünistler, Hrant Dink'i sahiplenen kitlenin ve kuvvetlerin ileri bölüklerini Mart-Mayıs sürecinde9 "Kontrgerilla devletinden hesap sorma" şiarıyla yürütülecek mücadeleye akıtmak ve böylece ortaya çıkan birleşik mücadele hattının gelişmesini ve kalıcılaşmasını, somut kazanımlar temelinde yeni mevziler elde etmesini sağlamak hedefiyle hareket ettiler.
Mart ayının temel gündemlerinden Newroz kutlaması yaklaşırken, antişovenist mücadeleyi ve halkların kardeşliğini yükseltmek, devrimci ve ilerici güçlerin temel göreviydi. Bu, Mart ayından 1 Mayıs'a uzanan kontrgerilla katliamlarının yıldönümlerinde açığa çıkacak sokak öfkesiyle birleşecekti.

Kürt halkının başkaldırı günü: Newroz
Hrant Dink cinayetini, Kürt halkına yönelik saldırıların daha da tırmanışı izledi. 21 Mart Newroz kutlamaları öncesindeki süreç boyunca DTP bürolarına ve evlere yönelik sayısız baskında onlarca DTP yöneticisi, üyesi tutuklandı. Çeşitli kentlerde Kürt işçilere yönelik linç girişimleri gelişti. Kürt basını kapatma saldırılarıyla yüz yüze kaldı. Bu saldırılara karşı, Hrant Dink cinayeti dönemindeki geniş sahiplenme pratiği sürdürülemedi.
Devlet, Newroz kutlamalarının kitlesel olmasını engellemeye kilitlendi. Ancak tüm saldırılara rağmen Newroz kitlesel biçimde kutlandı. Türk işçi ve emekçilerinin en ileri bölüklerinin önceki yıllarda açığa çıkan Newroz'u sahiplenme pratiği sürmekle birlikte, katılım yine de zayıf kaldı. Halkların kucaklaşması ve kardeşlik duygularının bilincinin büyütülmesi, devrimci hareketin başat görevi olarak kendisini bir kez daha gösterdi.
Devrimci ve ilerici hareket ise, Eylül saldırılarından sonra ortaya koyduğu dayanışma hareketi ve geliştirdiği "birleşik aktif savunma" mevzisini sürdürmeyi Mart ayında başaramadı. Bu durum bir kez daha devrimci ve ilerici saflarda sosyal şovenizmin kırılamadığını ve bunun da coğrafyamızda birleşik antifaşist mücadelenin örülmesi bakımından acil bir görev olduğunu gösterdi.

Diktatörlüğün kitleleri yedekleme girişimleri
Faşist diktatörlük cephesinde Cumhurbaşkanı seçimleri etrafında başlayan saflaşmalar derinleşerek devam ediyordu. Ordu, hem AKP'ye Cumhurbaşkanı seçtirmemek ve hem de toplumda AKP ve devlete karşı var olan tepkiyi kendisine arkalamak ve üçüncü bir cepheye akmasını önlemek için manevralara girişti.
Genelkurmay, Çankaya mevzisini sokakta savundu. 14 Nisan'dan itibaren "Silahsız kuvvetler" olarak tabir ettiği "sivil toplum örgütleri" aracılığıyla örgütlediği "Cumhuriyet mitingleri" ile milyonlarca insanı sokaklara çıkardı. Bu mitinglere, ABD emperyalizmiyle işbirliğine tepki duyan, hükümetin neoliberal politikalarına öfke biriktiren yığınlar katıldı. Katılım, gösterileri düzenleyen darbe destekçisi, ırkçı ve faşist örgütlenmelerin kendi kitle tabanlarının binlerce kat üstünde bir kitleselliğe ulaştı. Görünen yüzünde laik-şeriatçı saflaşmasının durduğu bu mitingler, sol ve antiemperyalist söylemler de içeriyordu ve DİSK gibi kimi çevreleri de hem de 1 Mayıs öncesinde bu çevrelerle ilerici, devrimci güçler arasında oluşmuş bulunan fiili ittifak haline rağmen kapsamayı başardı. Mitingler, darbeci generallere sokak desteğini örgütledi. Mitinglerin güncel içeriği, Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını engellemek ve kendisinden yana tavır koyan CHP-DSP ve MHP gibi partileri öne çıkararak, seçimlerde alternatif olarak sunmak olsa da, askeri faşist cephe bakımından daha uzun vadeli bir planın parçası idi. Bugün Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına karşı sokağa indirilen kitlelerin, yarın Kürt halkına yönelik kitlesel provokasyonların parçası haline getirilmesi planlanıyordu.
Bu mitinglere rağmen hükümet, Abdullah Gül'ü aday göstererek kendi içinden bir cumhurbaşkanı çıkarmakta, yani Çankaya mevzisinde ısrar edince, 27 Nisan Muhtırası yayınlandı. Böylece hükümet üzerinde tam inisiyatif kuruldu ve Güney Kürdistan'a operasyon planının da dahil olduğu konseptini ordu, tam gaz uygulamaya devam ediyor.
27 Nisan muhtırasının en önemli yanlarından biri de, Kürt ulusal hareketi ile komünist ve devrimci harekete karşı "irade kırma konsepti" olmasıydı. Muhtıra, daha önce MGK toplantısında dile getirilen ve "terörle mücadelenin büyük bir kararlılıkla devam edeceği" sözlerinde ifadesini bulan, Türkiye'de Kürt, Alevi vb. azınlıklardan söz edilemeyeceği bunların düşmanlık olduğu iddialarının, Kürt halkına karşı imha ve inkârda, komünist ve devrimci hareketi ezme konseptinin devamı ve bir adım ileriye taşınmasıydı. Muhtırayla başlayan askeri müdahale süreci, Cumhurbaşkanının AKP tarafından seçilmesini engelledikten ve meclise 22 Temmuz için erken genel seçim kararı aldırdıktan sonra, hızla muhtıranın düşman olarak ilan ettiği Kürt halkına yönelik saldırılar, operasyonlar yoğunlaştırıldı ve Güney Kürdistan'a askeri müdahale tekrar gündeme getirildi.
Özetle, 1 Mayıs'a giderken durum şuydu:
Eylül saldırılarından itibaren yeni düzeyde olgunlaşan devrimci dayanışma ve birleşik mücadele hattı, Aralık'ta polis baskınlarına karşı sokak barikatlarıyla savunma boyutunu almış ve kimi kazanımlar sağlamış, F tipi tecrit gündemi üzerinden önemli bir moral kazanmış, Ocak'ta ise Hrant Dink'in katledilmesiyle birleşik mücadele olanakları gelişmiş ve antişovenist antifaşist eksende yüz binler sokaklara dökülmüştü. Mart ayı eylemliliklerinde bu çizgi, belli bir düşüşe rağmen sürmüştü. Egemenler cephesinde rejim içi kriz ve derin çatışmalar, askeri muhtıra boyutuna kadar varmış, ordu, yıllardır olmadığı kadar, perde arkasından sahnenin önünde boy gösterir hale gelmişti. Nisan ayı boyunca yığınların sokak eylemini örgütleyen, antiemperyalist söylemler altında ve gerici, şovenist temelde ABD'ci ordu olmuştu. Kürt halkına yönelik askeri, hukuki, fiziki saldırılar tırmanış göstermiş, Güney Kürdistan'a müdahale zemininde savaş çığırtkanlığı doruğa çıkmıştı.
Bir yanda özellikle kontrgerilla saldırılarına ve şovenist provokasyonlara karşı gelişen antifaşist antişovenist sokak ekseni, diğer yanda genelkurmayın bu aynı mücadelenin tabanını oluşturan kesimleri -daha sonra şovenist provokasyonlarında harekete geçirmek üzere- hükümet kanadına karşı sokağa döküşü söz konusuydu.
1 Mayıs'ta, 77 katliamının yıldönümünde yasaklı meydan Taksim'de birleşik kitlesel ve militan bir çizgi ortaya koymak temel önemde bir görevdi.

Komünistlerin sürece yaklaşımı ve 13 Nisan Duruşması
Bu koşullar altında Marksist Leninist Komünistler, ‘77 katliamının yıldönümünde Taksim'de birleşik, kitlesel, militan çizgide bir 1 Mayıs' hedefine kilitlendiler.
Marksist Leninist Komünistler, bu süreç boyunca, DTP'ye yönelik saldırılarda DTP'yle dayanışmayı yükseltmekten, provokasyonlara ve linç girişimlerine karşı Batı'da halkların kardeşliğini yükseltmeye dek Mart-Mayıs sürecini şovenizme ve faşizme karşı birleşik mücadeleyi örmede kazanımla sonuçlandırmaya girişmişlerdi.
21 Eylül operasyonları sonucu İstanbul'da tutuklananların davasının 13 Nisan olarak açıklanmasıyla birlikte, bu mahkemeyi faşizmin yargılandığı kürsüye dönüştürme görevi, Marksist Leninist Komünistlerin gündemine oturdu.
Eylül saldırılarında tutuklanan komünistleri, devrimci sosyalist kurum temsilcilerini duruşmalarda kitlesel ve birleşik bir tarzda sahiplenmek, Eylül saldırılarına karşı geliştirilen dayanışma ve birleşik mücadele hattının devam ettirilmesi, tüm devrimci hareketin önünde duran siyasal bir görevdi.
Marksist Leninist Komünistler, Eylül saldırıları sonrasında yığınların politik "özgürlük" talebini merkezine oturtulduğu kampanyanın ardından, Nisan mahkemesi sürecini de, "özgürlük ve adalet" talebini merkeze koyarak ördü. Egemenlerin "adalet"inin sosyalistleri ve sosyalizmi mahkûm edemeyeceği fikri etrafında, kontrgerilla katliamlarına ve faşist diktatörlüğün diğer suçlarına karşı yığınların on yıllardır karşılanmamış olan adalet talebi sahiplenildi. Sosyalistlerin oturtulduğu sanık sandalyelerine oturtulması gerekenin, 1 Mayıs 1977'de 36 işçiyi, emekçiyi katleden kontrgerilla devleti olması gerektiği vurgusuyla, 13 Nisan ile 1 Mayıs arasında bağ kuruldu ve süreç birleşik tarzda ele alındı.
Eylülden sonuçlar çıkarıldı ve Eylül'ün kazanımları örgütlenmeye, kurumlaştırılmaya çalışıldı. Mahkeme ekseninde, sahiplenme ve dayanışma hareketinin Eylül'de kalmayıp süreklileşmesi hedeflendi.
Bu kapsamda geniş bir kitle çalışması örgütlendi. İşçi ve emekçiler, sosyalistleri desteklemeye, sosyalizm düşüncesine sahip çıkmaya çağrıldı. İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs'la birlikte ele alınan çalışmalar, işçi sınıfına sosyalizm düşünün taşınmasını içeriyordu. Devrimci ve demokratik kurumların adalet talebiyle kontrgerilla devletini mahkûm eden eylemliliklere girişmesi yönünde çaba sarf edildi.
13 Nisan'da İstanbul'da gerek mahkeme salonu, gerekse de mahkeme önü, komünist ve devrimci güçlerle devlet arasında bir irade savaşına sahne oldu. Sosyalistler, mahkeme kürsülerinde eylemlerinin haklılığını savunurken, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın dört bir yanından gelen komünistler, devrimciler, siper yoldaşları, demokrat, ilerici aydınlar ve uluslararası alandan gelen heyet içinde yer alan onlarca dayanışmacı gözlemci 10 Eylül tutsaklarını sahiplendi. Faşist diktatörlük, mahkeme önünde oluşan devrimci dayanışmayı, devrimci mevzilerin, sosyalist ideallerin coşkulu ve militanca savunulmasını, yasaklanmaya çalışılan bayrakların gururla dalgalanmasını engellemek için mahkeme önünde toplanan kitleye vahşice saldırdı. Saldırı, 1 Mayıs'a yönelik devlet terörünün bir provası niteliğindeydi. Ancak kitle de, 1 Mayıs'ta ortaya konacak olan kitle kararlılığının provası niteliğinde bir direnişle saldırıyı yanıtladı. Onlarca gözaltı ve tutuklamaya rağmen geri adım atılmadı.
Komünistler, 13 Nisan'ın açtığı yoldan durmaksızın 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkmak için konumlanmak, 1 Mayıs'ı birleşik mücadele ile kazanmak perspektifiyle hareket etti ve dostlarına da bu çağrıyı yaptı.

Birleşik mücadele hattının Taksim zaferi
Nisan ayı boyunca rejim içi güçler cephesinde cumhurbaşkanı seçimleri etrafında kızışan çelişkilerin sokak mevzileriyle ilerleyerek Cumhuriyet mitinglerinde milyonlarca ekmeciyi yedekler hale gelişi, 1 Mayıs'ta işçi sınıfı ve emekçi kitleler lehine güçlü bir duruşu ortaya koymayı daha da hayati hale getiriyordu. Bunun yolunun, 1977 katliamının yıldönümünde Kontrgerilla devletine karşı Taksim meydanını zapt etmekten geçtiği, birçok devrimci ve ilerici güç tarafından aylardır ortaya konmaktaydı.
Devrimci, ilerici güçlerin ezici çoğunluğu da Taksim'de birleşik kitlesel 1 Mayıs kutlaması yönünde kararlılık belirtti. Devrimci örgütler, hatta bazı reformist partiler, ayrı ayrı Taksim yönlü irade beyanında bulundular. DİSK, yıllardır biriken taban basıncının etkisi altındaydı. 1 Mayıs'ta Taksim iradesine tabi olmak ve en az zararla geçiştirmek onun için bir zorunluluk haline gelmişti. KESK, reformist ama belli ölçülerde hala diri bir sendika olarak Taksim'e işaret etti. TMMOB; TTB ve sayısız demokratik kitle örgütü de oluşan bu Taksim iradesi etrafında saf tuttular. Sonuçta 2007 1 Mayıs kutlamaları devletle emekçi kitleler arasında önemli bir çarpışmaya sahne oldu. Bütün yasaklara ve İstanbul'un hapishaneye çevrilmesi girişimlerine rağmen kitle militanlığı ve devrimci kararlılık, 2007 1 Mayıs'ına damga vuran unsurlar oldu.
Devletin Türk-İş gibi sarı sendikalara başka yerde miting yaptırarak, sınıfı bölme çabası rağbet bulamadı. Komünistler, devrimciler, ilerici kurumlar ve sendikalar, Taksim ısrarında direndiler. Reformist kesimin de hemen hepsi (sadece EMEP Taksim'i göze alamayarak, Türk-İş'in peşine takıldı) Taksim saflarında yer aldı.
1 Mayıs kutlamaları, birleşik mücadelenin ve cepheleşmenin bu son süreçteki en ileri örneğini oluşturdu. Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, reformist partiler, devrimcilerin şiarı ekseninde harekete geçtiler. Kuşkusuz bu, devrimcilerin doğrudan etkisiyle olmadı. Ancak toplumsal mücadelenin gelişimi ve devrimci olanaklar açısından anlamlı bir düzeye işaret ediyordu.
1 Mayıs 2007, birleşik mücadelenin muazzam bir kazanımı olarak tarihe geçti. Devletin 1 Mayıs'ı engellemek için İstanbul'da otobüs ve vapur seferlerini durdurarak ulaşımı felç etmesi ve estirdiği terör karşısında devrimciler öncülüğünde işçi ve emekçiler semtleri, yolları mücadele alanına çevirdiler. Bu tedbirlere rağmen on bini aşkın işçi ve emekçi, Taksim alanını kuşatarak polisle çatıştı. 800'ü aşkın gözaltı ve yüzlerce yaralıya rağmen polis barikatlarını aşan binlerce işçi ve emekçi, Taksim'e çıkarak, Taksim yasağını parçaladı.
2007 1 Mayıs'ı, egemenler adına politik bir yenilgi oldu. İşçi ve emekçiler cephesinden ise politik bir zafere işaret etti.
Cumhurbaşkanı seçimleri ile doruğa varan rejim içi kliklerin çatışması ve Genelkurmayın milyonları sokağa dökmesine karşılık, 1 Mayıs'ta açığa çıkan kitle militanlığı ve devrimci kararlılık, içinden geçilen sürecin egemenler lehine görüntüsünün altında barınan geniş olanakları ortaya seriyordu. İlerici sendikal ve mesleki kitle örgütleri ile devrimci parti ve örgütlerin birleşik hareket etmesinin başarılması önemli bir unsurdu. 1 Mayıs zaferi, ilerici, devrimci güçlerin ve sınıfın kendine ve birliğe olan güvenini pekiştirdi. 1 Mayıs'ta sağlanan birliktelik, birleşik mücadelenin, işçi ve emekçilerin, devrimci, ilerici ve yurtsever tüm güçlerin içinde yer alacağı bir cepheleşmeye yönlendirilmesinin olanaklarını bir kez daha gösterdi. Sürecin devrim lehine ilerletilebilmesinin tamamen mümkün olduğunu gösteren önemli bir veri oldu.

Birleşik mücadelenin yeni bir olanağı: Seçimler
1 Mayıs'ın hemen ardından, ordu kliği ile hükümet kliği arasında, cumhurbaşkanı seçimleri etrafında gelişen kriz, kaçınılmaz biçimde erken seçimleri gündeme getirmesiyle, birleşik mücadelenin özel bir biçimi için koşullar ortaya çıktı: Seçimler.
Seçimler, Eylül saldırılarından Hrant Dink suikastına, oradan 1 Mayıs'a uzanan süreçte yükselmiş bulunan birleşik mücadele ruhunun, örgütlü biçimde ilerletilmesi için önemli bir kanaldı. Bu konuda önemli bir mesafenin kat edilmiş olduğunun verileri de mevcuttu. Örneğin ilerici aydınların, yıllardır hiç gündeme gelmeyen biçimde, ortak aday çağrıları yapmış olmaları, buna örnekti.
Marksist Leninist Komünistler, bağımsız adaylar bloğuyla seçimlere müdahale etmenin, egemen sınıfların iki kliği arasındaki, işçi ve emekçilere farklı alternatiflermiş gibi sunulan çatışmalara karşılık bir üçüncü cepheyi oluşturma yönünde önemli bir fırsat olduğunu ortaya koydular. Devrimci güçler, ilerici reformist partiler, ilerici aydınlar, ilerici sendika ve demokratik kitle örgütlerinin geniş cephe ittifakıyla, muazzam bir ajitasyon ve propaganda makinesinin, ordu kliği tarafından geliştirilen şovenist kitle seferberliğini kıracak biçimde harekete geçirilmesi gerektiğini vurguladılar. Bu ittifak, her şeyden önce sokaklarda kurulmalıydı. Diktatörlüğün ilerici, devrimci ve Kürt yurtsever güçleri parlamentodan uzak tutmak için geliştirdiği hukuki manevralar ve fiziki saldırılar, sokağın sesiyle yanıtlanarak boşa çıkarılmalıydı. Sokak hareketi, toplumsal muhalefetin elinde, faşist diktatörlüğe karşı koyabileceği başlıca araçtı. Hem de diktatörlüğün devrimci ve yurtsever güçlerin karşısına bizzat işçi ve emekçileri gerici temelde sokakta örgütleyerek çıkmaya, ‘teröre karşı' kitlesel eylemleri, yani kitlesel linç girişimleri ve provokasyonları çıkarmaya çalıştığı bir süreçte, bu daha da hayati bir hal alıyordu. Böylesi bir süreçte, belirleyici hamleler, sokakta birleşik mücadelenin gücünden yoksun bir biçimde, seçim sandıklarına endekslenerek gerçekleştirilemezdi.
Ancak başta DTP'nin, merkeze sokağı değil parlamentoyu alan ve devrimci güçleri dışlayan seçim yaklaşımı olmak üzere çeşitli güçlerin olumsuz yaklaşımları, bu türden bir cephenin oluşturulmasını engelledi. 22 Temmuz erken genel seçimleri sürecine devrimci ve ilerici güçlerin ortak müdahalesinin geliştirilemeyişi, toplumsal mücadele bakımından önemli bir zafiyete işaret etti.

Birleşik mücadelenin gelişim seyri
Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da bugün, Güney Kürdistan'a müdahale tartışmalarının da önemli bir boyutunu oluşturduğu Kürt halkının ve devrimci güçlerin savaş iradesini kırma konsepti tüm hızıyla uygulanmaktadır. Ancak bu tablo içinde muazzam devrimci olanakları da barındırmaktadır.
Devrimci ve komünist güçlerin odağında durduğu, belli başlı tüm ilerici güçleri kapsayan antifaşist antişovenist bir cepheleşme süreci, hem zorunlu, hem de mümkündür. İşçi sınıfının, emekçi yığınların ve ezilen Kürt halkının mücadelesi, bunun olanaklarını fazlasıyla içermektedir. Türk işçi ve emekçileri şovenizm bataklığından kurtararak kendi talepleri ekseninde harekete geçirmek, Kürt yurtsever kitleleri ile Türk halkının mücadelesini birleştirmek, ilerici, devrimci ve komünist güçlerin birleşik direnişi ve kurumsallaşmış birleşik mevzilerinin oluşturulmasından geçmektedir.
Bu tipten bir cepheleşme, bizzat sokak hareketinin içinde örülecektir. Faşist saldırılara, şovenist kışkırtmalara ve bir bütün devlet terörüne verilen her güçlü yanıt, bu cepheleşme yönünde atılmış adımlar olacaktır.
Marksist Leninist Komünistler, 13 yıllık tarihleri boyunca olduğu gibi, bu süreçte de enerjilerini bu görevin başarılmasına seferber etmeyi sürdüreceklerdir.

_ _ _ _ _ _ _ _

1 Faşist diktatörlüğün 6 Mayıs 1996 yılında yayınladığı ve devrimci tutsaklara yönelik çeşitli saldırıları içeren genelge karşısında 7 devrimci parti ve örgütün, saldırıya karşı ortak yanıt vermek için kurduğu koordinasyon. 96 Ölüm Orucu direnişini bu koordinasyon örgütlemiştir.
2 1998 Haziran başında kurulusu ilan edilen, partimiz MLKP ile birlikte PKK, TKP(ML), TKP/ML, TDP, DHP, TKP (K), Devrimci Sol'un oluşturduğu devrimci ittifak. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın esir edildikten sonra İmralı duruşmalarında verdiği ifadelerle birlikte PKK'nın küçük burjuva devrimci çizgiden küçük burjuva reformist çizgiye evrilmesi sonucu işlevsizleşmiş ve sonrasında da dağıtılmıştır.
3 2005 yılı Newroz kutlamaları esnasında Mersin'de Türk bayrağının yere atılarak çiğnendiği iddiasıyla bir provokasyon gerçekleşti. Mersin'deki provokasyon, daha sonrasında bir çok kentte devrimcilere ve Kürt yurtseverlere yönelik gelişen linç girişimlerinin de başlangıcı oldu.
4 2004 yılında Ankara Valiliği'nin isteği üzerine, "anadilde eğitim hakkı" istediği için Eğitim-Sen (Bilim ve Eğitim Emekçileri Sendikası) hakkında kapatma davası açılmış ve genelkurmayın istemleri doğrultusunda bir yıl içinde kapatma kararı çıkmıştı.
5 9 Kasım 2005 günü, Kuzey Kürdistan'ın Şemdinli ilçesinde, Kontrgerilla örgütü JİTEM (Jandarma İstihbarat Örgütü), bir kitabevini bombaladı, bir Kürt yurtseveri yaşamını yitirirken ikisi yaralandı. Şemdinli halkı, büyük bir kararlılık ve kahramanlıkla bombacı JİTEM'cileri yakalayarak, silahları, saldırı planları ve ölüm listeleriyle birlikte sahibine, yani devlete teslim etti. Şemdinli provokasyonu böylece, Kürt halkının sağduyusu ve kararlılığıyla, faillerinin elinde patladı. Bu durum karşısında sıkışan kontrgerilla, saldırıyı soruşturan ve olay yerinde inceleme yapan devletin savcısı, o anda orada bulunan milletvekili Esat Canan ve halkın üzerine ateş açarken, bir yurtsever de orada katledildi.
6 8-12 Eylül tarihleri arasında 7 ayrı kentte gerçekleştirilen operasyonlarda 23 devrimci ve komünist tutuklandı. Operasyonun adi faşist diktatörlük güçlerince "Gaye Operasyonu" olarak açıklanırken, bu operasyonla partimiz MLKP'nin "çökertildiği" ilan edildi.
7 19 Aralık 2000'de faşist diktatörlük Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın 20 hapishanesine yönelik binlerce jandarmanın, özel timin ve çeşitli askeri güçlerin yer aldığı kanlı bir katliam düzenledi. Katliamın hedefi, devrimci tutsakları F Tipi tecrit hücrelerine götürerek teslim almaktı. Katliam sonucunda 28 devrimci tutsak ağır makineli tüfekler, sinir gazları ve çeşitli kimyasal maddelerle katledildi, onlarcası yaralandı ve sakat kaldı. Devrimci tutsaklar katliama Ölüm Orucu Direnişiyle yanıt verdiler.
8 5 Kasım 2001'de İstanbul'un küçük Armutlu semtinde Ölüm Orucu direnişinin sürdüğü bir eve devletin ağır silahlar, gaz bombaları ve is makineleri ile düzenlediği saldırı sonucunda 4 devrimci şehit düştü. Daha sonrasında yine küçük Armutlu'da ve Alibeyköy'deki Ölüm Orucu siperlerine yönelik polis saldırıları gerçekleştirdi.
9 Mart-Mayıs dönemi, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 12 Mart 1995 Gazi katliamı ve ardından Gazi komutanı yoldaşımız Hasan Ocak'ın kaçırılarak katledilmesi, 16 Mart 1977 Beyazıt katliamı, 15 Mart 1988 Halepçe katliamı, Kürt halkı ile Ortadoğu ve Orta Asya halklarının kardeşlik bayramı Newroz (21 Mart) ve 30 Mart 1972 Kızıldere katliamı yıldönümlerinden 1 Mayıs'a uzanan, coğrafyamızda toplumsal mücadelenin ateşlendiği bir süreç olarak yaşanmaktadır.