EMPERYALİST SİSTEMDE KRİZ*
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

ABD Başkanı Bush geçen yıl ''Irak karşısında hareketsiz kaldığı takdirde BM'nin, Cemiyeti Akvam'ın akıbetine uğrayacağını'' söylemişti. Tehditlere karşın BM'den istediği kararı çıkartamayan Bush, bu kez, Saddam'a karşı harekete geçme gereği görülürse ABD'nin bunun için BM'nin onayına ihtiyacı olmayacağını vurguluyordu. Amerikan emperyalistlerinin "BM'nin onayına ihtiyaç" duymayacaklarını açıklamaları "BM'nin ölümü" ilanından başka bir anlama gelmiyordu. Ama yalnızca BM'nin değil, bir bütün olarak mevcut uluslararası ilişkiler düzeninin ölüm ilanıydı bu. Nihayet bu ölüm ilanı, Portekiz'in Asor Adaları'nda yapılan, Bush, Blair, Aznar görüşmesinde bütün dünyaya bir ültimatom biçiminde sunuldu. Amerika ve İngiltere, BM Güvenlik Konseyi'ne sundukları karar tasarısı için gerekli olan oya ulaşamayacaklarını anlayınca tasarıyı geri çektiler. Fransa, Rusya ve Almanya, Amerikan/İngiliz/İspanya ültimatomuna karşı çıktılar. BM ile birlikte AB de Irak'a saldırı konusunda açıkça ikiye bölündü. İtalya, İspanya, İngiltere, Danimarka, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Portekiz ABD'nin yanında yer aldı. NATO'da da durum farklı değil. Fransa, Almanya ve Belçika, NATO'da Amerikan palanlarına karşı çıkıyor. Büyük emperyalist güçler arasındaki ilişkide de bölünme belirginleşti. Japonya, Amerika'nın yanında saf tutarken Çin, Anti-Amerikan kampta yer aldı. Bütün bu bölünme ve kamplaşmalar, hegemonya mücadelesinin ne denli şiddetlenmekte olduğunu gösteriyor.

Dünyamız bir "uluslararası kriz"le karşı karşıyadır. Bu "sıradan" bir kriz durumu değildir. Çünkü kriz içinde olan emperyalist "uluslararası ilişkiler düzenidir". Dahası bugünkü durum, yalnızca emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin krizi değil, '90'lardan beri süre gelen krizin tırmandığı en tepe nokta ya da krizin kendini en çarpıcı ve şiddetli biçimde ortaya koyduğu bir an'dır.

I. Paylaşım Savaşı sonrası oluşturulan uluslararası ilişkiler düzenini faşist Musolini İtalya'sı ve faşist Hitler Almanya'sı bozmuştu. 1920'de kurulan Cemiyeti Akvam (Milletler Cemiyeti) 1930'ların ortalarından itibaren bir gölgeye dönüşmüştü. Öyle ki, artık savaş kararları bile Milletler Cemiyetine bildirilmiyordu. Milletler Cemiyetinin kararlarının hiçbir yaptırım gücü kalmamıştı. İtalya ve Almanya, I.Paylaşım Savaşı sonrası galip devletler tarafından oluşturulan uluslararası ilişkiler düzenini tanımadıklarını açıklıyorlardı. Düzen artık dikiş tutmuyordu. Yeni düzen namlunun ucundaydı. Emperyalist uluslararası ilişkiler düzeni geri dönülmez bir kriz içindeydi. Bu kriz 1945'den sonra II. Paylaşım Savaşının galipleri tarafından yeni düzenin oluşturulmasıyla giderildi.

II. Paylaşım Savaşının akabinde oluşan "uluslararası düzen", '90'larda modern revizyonist, sosyal emperyalist sistemin çöküşü ve SSCB'nin dağılmasıyla yıkılmıştı. Fakat gerçekte bir "yeni uluslararası düzen" bir statüko oluşamadı. "İki kutuplu dünya"dan sonra, "tek kutuplu dünya" denilen durum, esasen ucu açık bir geçiş döneminden yani, yeni bir "çok kutuplu" uluslararası ilişkiler düzenine geçiş durumundan başka bir şey değildi. 1990'larda uluslararası kurumlar, BM, NATO vb. Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin araçları olarak işlev gördüler. Eski uluslararası ilişkiler düzeninin (Varşova Paktı, SSCB vb. hariç) başlıca kurumları, '90'lı yıllar boyunca varlıklarını sürdürdülerse de işlevsizleştikleri, git gide daha fazla açığa çıktı. Eskimişlerdi, ya tasfiye edilecek ya da yeni koşullar altında işlevleri ve formları bakımından yeniden yapılanacaklardı. Rakip emperyalist kuvvetler, SSCB'nin ortadan kalkmasından sonra ABD'nin koruyucu şemsiyesine artık ihtiyaç duymuyorlardı. Onlar için de, ABD için de birinci dereceden önemli olan, SSCB'den arta kalanı, ganimeti paylaşmaktı. Bu paylaşımın sürmesi, kimi "başı bozuk" devletin "boşluk"tan faydalanıp emperyalist devletlere kafa tutmasının engellenmesi, savaş ve işgal kararlarının meşrulaştırılması ve en nihayetinde devrimci şiddetin, ezilenlerin şiddetli öfke patlamalarının "terörizm" olarak tanımlanıp bastırılması için uluslararası kurumların yeni dönemde de devam etmesi konusunda emperyalistler hemfikirdi. Bunun sonucu olarak BM ve NATO, emperyalistlerce "meşru müdahale" araçları olarak kullanıldılar. Somali, 1.Körfez savaşı, Bosna ve Kosova'da askeri müdahale ve işgalle gelen himayeci sömürgeci düzenlerin oluşturulması, Afganistan işgali ve orada da himayeci sömürgeci rejimin kurulmaya çalışılması, emperyalistlerin ortaklaştıkları bu "meşru müdahale" örnekleridir. Yugoslavya'nın parçalanması ve tasfiyesini de kapsayan "Balkan krizi" ve Balkanların paylaşılması, ABD hegemonyasını ve ABD'nin kuvvet kullanma özgürlüğünü pekiştirdiği gibi, örneğin uluslararası hukukun "iç işlerine karışmama" sözde ilkesini de bir bakıma fiilen tasfiye etmiştir.

11 Eylül baskını, ABD'nin paylaşılmaz dünya egemenliği yönelimine yeni ve sarsıcı bir meydan okumadır. Geçiş döneminin çelişkilerini keskinleştirici ve şiddetlendirici bir rol oynamıştır.

ABD emperyalizminin ırkçı, en militarist ve en gerici eğilimlerinin temsilcilerinin iktidarı alışı içeride burjuva demokrasisinden faşizme doğru geçiş eğiliminin belirginleşmesi, dış politikada ise "önleyici savaş" doktrini, "ya bizden yanasınız ya da düşmandan yana" gibi, sınırsız emperyalist saldırganlığın felsefesini ve militarist mantığını yansıtan tanımlar, geçiş döneminin çelişkilerinin keskinleşmekle kalmadığını, bu ara dönemin emperyalist bilincinin de somutlaşmaya ve kristalize olmaya başladığını göstermektedir.

Dünya ekonomisinin durgunluktan krize doğru yol alması, enerji kaynakları üzerindeki denetimin artan önemi, emperyalistler arası çelişkileri daha da derinleştiriyor, paylaşım kavgasını kızıştırıyordu. Diğerleri, hem pastadan pay almak hem de Amerika'nın etkinliğini sınırlamak için bütün çelişkilerine karşın Amerika ile "ortaklık" yapmaya devam ediyorlardı. Bu biraz da Amerika'yı "yatıştırma" politikasının ürünüydü. Amerika'ya "kafa tutma" cüreti gösteremedikleri için "yatıştırma" yolunu seçiyorlardı.

Bütün rakipleri ABD'nin Afganistan saldırısını, onu yatıştırmak için kabullenmişler ve hatta meşrulaştırmışlardır. ABD, Hazar Havzasına ve Orta Asya'ya bu sayede askeri bakımdan girmiş, bir bakıma Avrasya merkezine yürüyüşünü sürdürmüş, ganimetin paylaşımı ve dünya haritasının yeniden çizilmesi, bizzat soğuk savaşın galiplerinin önderi tarafından hem eski müttefiklerine ve hem de tüm dünyaya dayatılmıştır.

ABD'nin Irak'a yönelik savaş tehdidi, "durum değişikliği" yarattı. Dünya ezilenlerinin emperyalist savaş karşıtı yoğunlaşan protestoları, "durum değişikliği"nin açığa çıkmasında hızlandırıcı bir etkide bulundu. Emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin yaşadığı kriz, sömürülen, ezilen milyonları harekete geçirmekte, gelişen enternasyonal kitle hareketi ise krizi şiddetlendiren bir faktör olmaktadır.

Dünya halklarının görkemli direnişi, en önemli müttefiklerinde (İngiltere, Türkiye) kısmi kararsızlıklara yol açsa da İngiliz emperyalizmini sıkıca yedekleyen ABD emperyalizminin, dünya halklarına ve keza uluslararası hukuk ve düzenin kurumlarına rağmen, Irak'a saldırma emperyalist hırsını sürdürmesi, uluslararası durumu şiddetli biçimde geriyor. Irak'a tek yanlı saldırı hazırlığıyla ABD emperyalizmi, tüm dünyaya küstahça meydan okuyor. Emperyalist rakiplerinin Irak'taki çıkarlarını tehdit ettiği gibi, kriz bölgelerine müdahalede söz ve karar haklarını da reddediyor.

ABD'nin dünya egemenliği stratejisi hedefine bağlı olarak İngiltere'yi de yanına alarak Irak'a saldırma kararlılığı karşısında Fransa/Almanya'nın buna karşı durmaları, Rusya ve Çin'in onlara katılmaları, emperyalist sistemi önlenemez bir krize sürüklemektedir.

1945 sonrasında oluşturulan uluslararası düzen ve bu düzenin cisimleştiği uluslararası kurumlar varlık nedenlerini yitirmektedirler. Çünkü onları var eden ilişkiler sistematiği köklü değişimlere uğramaktadır. Tıpkı 1938'de Milletler Cemiyeti'nin Hitler Almanya'sı tarafından işlevsizleştirilerek bir mumyaya dönüştürülmesi gibi, bugün de Birleşmiş Milletler, ABD tarafından bir kenara bırakılmaktadır. Aynı şey sırasıyla diğer bütün kurumlar için de geçerlidir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesine paralel olarak bu kurumlar da bu çelişkilerin gerilimi altında kalmıştır. Irak'a yönelik ABD saldırganlığı, petrol ve dağıtımı üzerinde ABD'nin tekelci hakimiyet çabası, çelişki ve çatışmaları keskinleştirmiştir.

Bu durum, özellikle son dönemde BM, AB ve NATO gibi uluslararası ilişkiler düzeninin en önemli kurumlarında krizin sarsıcı biçimde patlak vermesini getirmiştir. İçeriden çatlayan NATO, AB ve daha da tartışılır hale gelen BM'nin işlevi ve varlık haklarının sorgulanması çarpıcı biçimde derinleşmiştir. Uluslararası emperyalist ilişkiler düzeninin başlıca kurumları krizin içerisine çekilerek, krizin konusu oldukları kadar, krizi ağırlaştıran etkenler haline de gelmişlerdir. Kriz ve şiddetlenen çelişkiler, bütün eski yapıları ve ilişkileri çözmektedir. Dünyamız yeni bir emperyalist genel savaşa düne göre daha yakındır.

Diğer şeylerin yanı sıra askeri bakımdan aşırı kuvvet eşitsizliği, keza paylaşıma konu alanların ("ganimet", "ödül") "soğuk savaş" sonrasında hegemonya dışı alanlar biçiminde belirmiş olması, emperyalist haydutları, paylaşım mücadelesini dolaysız biçimde karşı karşıya gelmeden yürütebilmelerine elveriyordu. Fakat bu durumun sağladığı manevra olanakları, gitgide daraldığı içindir ki, emperyalist haydutların dolaysız biçimde karşı karşıya gelmeleri riski artmaktadır.

IRAK, ULUSLARARASI İLİŞKİLER DÜZENİNİN KRİZİNE TURNUSOL İŞLEVİ GÖRÜYOR

Petrol sorunu, kapitalist emperyalist dünya ekonomisinin, dünya düzeninin işlemesi ve istikrarı sorunudur. Kendini bugünkü emperyalist dünya düzeninin paylaşılmaz efendisi ilan eden gücün, dünyanın ekonomik düzeninin çarklarını döndürecek enerji olan petrolün çıkartılmasını ve dağıtımını, dünya ekonomisinin damarlarına düzenli biçimde pompalanmasını, üretim ve fiyatının istikrarını garanti etmesi ve keza egemenliğinin devamı için rakiplerinin kontrolüne geçmesini önlemesi gerekir. Irak'ı, saldırganlığının merkezine oturtmasının asıl nedeni, eğer ABD, Irak ve Ortadoğu'ya istediği düzeni verirse, bunun paylaşılmaz dünya egemenliği yolunu açacağını hesaplamasıdır.

Venezüella'da şiddetlenen ve iç savaşa doğru evrilen çatışmanın bir tarafında ABD emperya-lizminin bulunması, aynı yönelimin bir başka görüngüsüdür. Irak ve Venezüella, aynı emperyalist politikanın hedefleridir. Bu nedenledir ki, Venezüella'daki kriz, esasen uluslararası ilişkiler düzeni krizinin yansımasıdır.

Amerika için petrol üretim ve dağıtımı üzerinde hegemonya ne kadar önemliyse, diğer rakip emperyalist kuvvetler için de o denli önemlidir. Fransa ve Almanya'nın, ABD'ye karşı bir eksen oluşturma çabalarında bunun payı büyüktür.

Almanya/Fransa ekseninin ABD dayatmasına boyun eğmemesi, kuşkusuz, bu iki emperyalist haydudun barışa aşık oldukları anlamına gelmiyor. Onlar, köle paylaşımında ABD'nin kendilerine haksızlık ettiğini düşündükleri kadar, ABD'nin paylaşılmaz dünya egemenliği isteğine de itiraz ediyorlar. Soğuk savaşın bu iki galibi, hayati petrol sorunu ekseninde eski müttefiklerinin liderliğine ve paylaşılmaz dünya egemenliği talebine itiraz ederek, onun otoritesine şimdi daha açıkça meydan okuyorlar. Emperyalist devletler arasındaki bu çatışma, büyük tekel grupları arasındaki pazar paylaşımı ve petrol üzerindeki hakimiyet kavgasının yansımasını ifade eder.

Petrol ve egemenlik sorunu bugünkü aşamada ABD/İngiliz ittifakı ile Almanya/Fransa ittifakını siyaseten dolaysız biçimde karşı karşıya getirmiştir. Rusya ve Çin'in, Almanya/Fransa ittifakını desteklemesi, gözü dönük emperyalist saldırgan ABD'nin işini daha da zora sokmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca ABD önderliğinde süren emperyalist ittifakların geride kalan on yıllık dönemde çözülmüş olması, krizin şiddetlenmesinin bir başka nedeni ve belirtisidir.

KRİZİN TÜRKİYE'YE VE BÖLGEYE ETKİSİ

Kriz, ABD/İngiliz ekseni ile Almanya/Fransa ekseni arasındaki emperyalist rekabetin ve hegemonya mücadelesinin belirgin şekilde keskinleştiği bir aşamaya ulaşmıştır. Bu durum kendini uluslararası politikanın başlıca sorunlarında göstermektedir ve gösterecektir. Bölgemiz petrol ve dünya egemenliği mücadelesinin öncelikli özel alanı olduğu içindir ki, emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinden ve hegemonya mücadelesinin sertleşmesinden dolaysız ve sarsıcı biçimde etkilenmektedir. Bu etki, istikrarsızlığın artması, varolan yapıların çözülmesi vb. anlamına gelir.

Emperyalist ilişkiler düzeni krizinin şiddetlenmesi, ABD-İngiltere; Almanya-Fransa ittifakları arasındaki hegemonya mücadelesinin daha dolaysız biçimde açığa çıkması, keskinleşmesi ve Ortadoğu'ya odaklanması nedenleriyle Türkiye, emperyalist kuvvetlerin kendisi üzerinde hegemonya mücadelesinin keskinleşeceği bir sürece girmiştir. Türkiye, emperyalist hegemonya mücadelesinin dolaysız biçimde konusudur.

TÜSİAD, Genelkurmay ve AKP hükümeti, Irak'a yönelik emperyalist savaşta ABD'nin yanında yer almak konusunda hemfikirdirler. Bu tercih nedeniyledir ki, ne Türkiye-ABD ilişkileri, ne de Türkiye-AB ilişkileri eskisi gibi olmayacaktır. AB, düne kadar Türkiye'yi ABD ekseninden kısmen de olsa uzaklaştırmak için, bir yandan siyasal baskı yapıyor bir yandan da onunla uzlaşıyordu. Türk burjuva devleti de aynı anda iki strateji uygulamaya çalışıyor, ABD ile stratejik işbirliğini geliştirirken, AB'ye girmeyi de stratejisinin odağına oturtuyordu. Türk burjuva devleti, bu ikili stratejiden vazgeçmek istemeyecektir. Yine de iki unsur bunu giderek zorlaştırmaktadır. Birincisi Türkiye'nin ABD'nin yanında savaşa girmesi, ikincisi Fransa-Almanya ile ABD-İngiltere ekseninin açık biçimde ortaya çıkması. Bu, en başta NATO ve AB'nin geleceğini belirsizleştirmektedir. AB, Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi Türk sömürgeciliğinin uluslararası hale gelmiş iki meselesi hakkında geçmiştekinden farklı bir politika izleyecektir. Türkiye'deki ABD'ci kanadın etkisizleştirilmesi için faaliyetlerini yoğunlaştıracaktır.

Daha birkaç ay öncesine kadar ordunun devlet yönetimindeki etkisinin azaltılması, Kıbrıs'ta Annan Planı çerçevesinde sorunun çözülmesi, AB'ye uyum yasalarının bir an önce tamamlanması ve daha bir çok konuda Genelkurmayla çatışan ve AB'ci bir çizgi izleyen TÜSİAD ve AKP hükümeti, bugün Genelkurmayla aynı safta buluşmuş görünüyorlar. Yalnızca Amerika'yla birlikte Irak'ı işgal etme konusunda mutabakata varmakla kalmadılar, buna bağlı olarak diğer meselelerdeki görüş ayrılıklarını da şimdilik bir kenara bıraktılar. Kıbrıs ve Kürt meselesinde Genelkurmayın görüşü hakim hale geldi. Her iki konu da çok hassas dengeler yaratmaktadır. Annan Planı'nın Türk tarafınca reddedilmesi ile birlikte AB sözcüleri, Türk devletini Kıbrıs'ta işgalci bir güç olarak tanımlamaya başladılar. Bu meselenin önümüzdeki günlerde Türkiye-AB arasında büyük bir gerilim konusu olacağı açıktır. Türk burjuva devleti, ABD ile girdiği ilişkilerin düzeyine güvenerek bu tip adımlar atıyor. ABD bile bu denli "ileri" gidilmesinden rahatsız. Kıbrıs sorununda Türk tarafının uzlaşmaz tutumundan dolayı hoşnutsuzluğunu dile getirmek zorunda kaldı. Kürt sorunu konusunda da Türk sömürgeci devleti, yeni bir rota belirleyecektir. ABD'nin desteği ile ipleri bütünüyle eline geçiren Genelkurmay, bu konuda da AB'den gelen çağrılara fazla kulak asmayacaktır. Türk sömürgeci faşist devleti, açıktan, "inkar" politikasına artık geri dönemez. Savaşın damgasını vurduğu bugünkü politik koşullar ve dengeler altında Kürt sorununda devrimci dinamiği imha ve Kürtleri Türk sömürgeciliğine "zor"la ikna siyasetinin yollarını arayacaktır. Bu onun şiddetlenen yayılmacı yönelimine uygun bir davranıştır. A. Öcalan davasında AHİM'in Türkiye aleyhinde karar açıklanması ve ertesi gün Anayasa mahkemesinin HADEP'in kapatıldığını ilan etmesi, DEHAP hakkında kapatma davasının açılması, Olağanüstü Hal'in yeniden gündeme getirilmesi, Türk burjuva devletinin Güney Kürdistan'da işgalci bir güç olarak konumlanma hazırlığının bir parçasıdır. Nereden bakılırsa bakılsın Kürt ulusal sorununda yeni bir döneme girilmektedir. Irak'a yönelik işgal harekatı ve Türk sömürgeci devletinin Güney Kürdistan seferi kaçınılmaz olarak Kuzey ve Güney Kürdistan'ı daha çok birbirine yakınlaştırmakta, Kürdistan'ın kurtuluşu, her zamankinden daha fazla "parçaların birliği"ni zorunlu hale getirmektedir.

Aynı zorunluluk diğer Ortadoğu halkları için de geçerlidir. Filistin, Kürt, Arap, Türk ve bütün Ortadoğu'nun ezilen halkları, emperyalist işgalcilere ve yerli ortaklarına karşı kader birliği etmek zorundadırlar. Bu nedenle aralarındaki ilişki, "dayanışma"dan çok öte bir ortak mücadele biçimine bürünmelidir. Irak'ta emperyalist işgal, halklar arası düşmanlaşmayı artırmak, halklar arası her türlü birliği baltalamak üzerinde uzun süre varlığını koruyabilir. Kürt-Arap, Türk-Kürt, Arap-Türk, Şii Arap-Sünni Arap çatışmalarına izin vermemek için de Ortadoğu halklarının demokratik mücadele birliği örülmeli ve Demokratik Ortadoğu Federasyonu hedefine bağlanmalıdır.

Türk sömürgeciliği Irak'ta savaş değil, istikrar istiyordu. Ancak emperyalist efendisi ABD'nin bölgeyi dünya egemenliği planları yolunda yeniden düzenlemek için savaşa ihtiyacı var. Türk sömürgeciliği bölgede istikrar istediği halde yaşamsal çıkarları nedeniyle dışında kalamayacağı bir savaşla karşı karşıya. Egemen sınıfların ve devletin yönetici çevrelerinin dikkati, içerisine sürüklenmekte oldukları savaşa kilitlenmiş bulunuyor.

Savaşta ABD'nin yanında yer almak dışında bir seçenekleri olmadığına göre durumu avantaja dönüştürmek, stratejik coğrafi konumu iyi pazarlamak istiyorlardı. Türk sömürgeci devleti, savaşa katılarak şunları gerçekleştirmeyi düşünüyor:

A) Irak'ın savaş sonrası bölünmesinin ve Kürt devleti kurulmasının önlenmesi.

B) Federasyon örgütlenmesi yerine Irak'ın "üniter devlet" olarak kalması.

C) KADEK'in bölgedeki askeri varlığının imha edilmesi.

D) Musul ve Kerkük petrollerinin Kürtlerin eline geçişinin engellenmesi.

E) Irak'ta ABD ve İngiltere ile birlikte oluşturulması düşünülen himayeci sömürgeci rejimin

kurucu unsurlarından biri olma isteği.

F) Savaşa katılarak hem hibe hem de krediler yoluyla yüksek düzeyde mali yardım alma.

G) Savaştan sonra petrol gelirlerinden kısmen de olsa pay alma isteği ve Irak'ın yeniden

imarında, yeni rejimle ticaret ilişkilerinde belirleyici ülkelerden biri olma.

Yalnızca bunlar değil; Türk burjuva devleti savaş sonrasında da kazananlar tarafında yer almanın avantajını kullanarak, ABD emperyalizminin Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirme planında etkili unsurlardan biri olmayı amaçlıyor.

Bütün bunlar, ABD ile Türkiye arasında hiçbir çelişki olmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye, özellikle Kürt meselesinde ABD'ye karşı gerçek bir güvensizlik içinde. Savaşa sürüklenmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur.

ABD emperyalizmine gırtlağına kadar bağımlı işbirlikçi rejimin, ABD isteklerine çok fazla itiraz edemeyeceği açıktır. Bununla birlikte Kürt sorunu üzerindeki ABD ile anlaşmazlık içerisinde olduğu da gerçek bir durumdur. Çünkü, burada Türk sömürgeciliğinin gerçekten yaşamsal çıkarları, yani Kuzey Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliğine yönelen tehdittir söz konusu olan. Türk sömürgeciliğinin savaşa girme konusunda en baştan itibaren güçlü bir irade sergileyememesi, her şeyden önce ABD ile Kürt sorunu üzerine anlaşmaya varamamış olmasından kaynaklanmaktadır.

SAVAŞ KARARI YENİ KRİZLERİN DÖL YATAĞI

Amerika'nın yanında savaşa katılma kararı ile birlikte Türk burjuva siyasetinde yeni dengeler oluştu ve bu dengeler yeni kriz öğeleri yarattı.

AKP Hükümeti-TÜSİAD-Genelkurmay savaş cephesini oluşturuyor. Cumhurbaşkanı-Meclis Başkanı ve bir kısım AKP Milletvekili-CHP, bu cepheye tam bir karşıtlık olmasa da, farklı bir duruş sergilemeye çalıştı. Buna "ayak sürtme" de denebilir. Her iki cephe de Kürt devrimcilerinin imhası, Güney Kürdistan'ın Türk ordusu tarafından işgal edilmesi konusunda hemfikirdirler. Ayrıştıkları nokta, "uluslararası meşruiyet"ti. Önemsiz gibi görünen bu durum, yine de önemli bir kriz yarattı. Örneğin 2. tezkerenin Meclisten geçmemesi, hem hükümeti hem de Genelkurmayı zor durumda bırakmıştır. Bu aşılabilir bir sorundu. Bu, Amerika için de böyleydi. ABD Genelkurmay Başkanı, 2. tezkerenin reddedilmesinden sonra yaptığı açıklamada, er ya da geç kuzey cephesi açılacaktır, demişti. ABD, Türk burjuva devletinin kendisine boyun eğmekten başka seçeneği olmadığını biliyordu. O nedenledir ki, askeri sevkıyat kesintisizce sürdü. Ne de olsa ABD, Türk Genelkurmayı ile çoktan anlaşmıştı bile. Bu "ön" ve "gizli" antlaşmalar, egemen güçler arasında ilişkilere yeni kriz öğeleri ekledi.

Asıl kriz öğeleri ise daha derindedir. Dünün kriz öğeleri, savaş kararı ortamı içinde geriye düşüyor. Tayyip Erdoğan'ı hapse atan, seçime girmemesi için bin bir hileye başvuran devletin egemen yönetici kuvveti, bugün onun Başbakan olması için adeta seferber olmuştur. Tayyip, savaş hükümetinin Başbakanı olarak el üstünde tutulacaktır.

Yukarıda belirtildiği gibi, AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Kürt sorunu, farklı boyutlarda ve farklı aktörler üzerinden yönetenler arasındaki çelişki ve çatışmaların konusu olmaya devam edecektir. Yönetenlerin iç krizi, ABD ile Fransa-Almanya arasındaki ilişkilerin gerilimindeki artışa bağlı olarak şiddetlenecektir.

Çok daha önemli bir başka nokta var. Savaşın ne kadar süreceği ve neler getireceğini bugünden kestirmenin imkanı yoktur. Bununla birlikte genel olarak getirebileceğinden ayrı olarak ilk elden yara-tacağı sorunlar bellidir. Kuzey Kürdistan'da olağanüstü hal, savaş vergileri, zamlar ve işsizliğin tırmanışı, sansürle birlikte zaten oldukça kısıtlı hak ve özgürlüklere saldırılması ve yeni bir şovenizm dalgası. Ezilenler ekonomik ve siyasi olarak savaş koşullarının ağır baskısı altında eskisinden daha kararlı biçimde eskisi gibi yönetilmek istemeyecektir. Amerikancılığın bir kurtuluş ütopyası olarak etkinliğinin zayıflaması, savaşla birlikte ağırlaşacak ekonomik ve siyasi baskının reformcu çözümlerin önünü kapatması; emperyalist savaş karşıtı eylem ve örgütlenmelerle kitlelerin mücadele ve örgütlenme yeteneğinin gelişmesi nedeniyledir ki, emekçi kitleler dünden farklı olarak sokak gösterilerine, grev ve direnişlere daha sık ve daha kapsamlı başvuracaktır. Kitleler, eskisi gibi yönetilmek istemediklerini yalnızca seçim sandıklarında, siyasi anketlerde göstermekle kalmayacak, bedel ödemeyi göze alarak bunu göstereceklerdir. Savaşın uzayıp gitmesi, bölgede olduğu gibi coğrafyamızda da devrimci bir duruma yol açacaktır. Savaş ortamının yaratacağı asıl kriz budur. Demek ki savaş, mücadelenin koşullarında önemli değişiklikler getirecek, mücadelenin koşulları sertleşecektir.

Bunların bir kısmı kesin gerçekler olmakla birlikte, bir kısmı güçlü olasılıklardır. Yine de yalnızca birer olasılıktır. O olasılıkların gerçeğe dönüşmesi, devrimci pratiğin ve örgütlenmenin işidir.

ENTERNASYONAL KiTLE HAREKETİNİN YENİ BİÇİMLERİ

Bütün uluslardan işçi ve emekçiler, ezilenler, milyonlarla sayılan yeni enternasyonal kitle hareketiyle ABD emperyalizminin sınırsız saldırganlık eğiliminin karşısına dikilmektedir. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketin kazdığı toprakta, onun deneyimlerine ve birikimlerine de dayanarak hızla gelişen; Irak'a yönelik emperyalist saldırganlığa karşı çıkan ve barışı savunan enternasyonal kitle hareketi, '97'lerden günümüze az çok istikrarlı biçimde gelişen emperyalist küreselleşme karşıtı uluslararası kitle hareketiyle birlikte ele alındığında dünya devriminin yeni bir yükseliş dalgasının eşik ya da başlangıcında olduğumuzu gösterir. Bu, krizin olgunlaşmakta olduğunun da bir belirtisidir.

ABD saldırganlığını durdurmayı ve barışı savunmayı amaç edinen enternasyonal kitle hareketi, antiemperyalist karakterine karşın, kuşkusuz hali hazırda "düzen içi" niteliktedir. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla şekillenen kapitalist emperyalist dünya düzeninin kitlelerin bilinç, örgütlenme ve mücadelesindeki yansımasıdır. Tabi ki bu, onu önemsiz kılmaz.

Hareket, Avrupa merkezlidir, (ABD'nin Avrupa'daki en yakın müttefikleri olan İngiltere, İtalya, İspanya, savaşa karşı kitle hareketinin en yüksek olduğu ülkelerdir), ancak hareket, özellikle bütün "Batı"yı kapsamaktadır. Hareket, emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin krizi ve hiçbir hukuk tanımayan ABD emperyalizminin sınırsız saldırganlığı tarafından kışkırtılmaktadır.

Hareketin ufku, Irak'a yönelen emperyalist saldırganlığı, savaş patladığı durumda da emperya-list savaşı durdurma amacıyla sınırlıdır.

Sayısız değişik ülke ve kent düşünüldüğünde enternasyonal kitle hareketinin eş zamanlılığı, amaç birliği, mücadele biçimlerinin ve tarzının benzerliği, hareketin mevcut dünya koşullarıyla bağıntısını da sergileyen dikkat çekici bazı özellikleridir.

Birbirinden bağımsız olarak gelişen savaş karşıtı örgütlenmelerin giderek dünya çapında merkezileşmesi ve dünyanın dört bir yanında aynı anda eyleme geçilmesi, "yeni" bir durumdur. Bu "antiküresel" hareketten farklıdır. Uluslararası emperyalist kurumlara karşı mücadeleyle kendini sınırlamayan, doğrudan ulusal devlet merkezlerine yönelmiş uluslararası ölçekte bir harekettir.

Enternasyonal kitle hareketinin önderliği, öznesi sorunu, özenle incelenmelidir. Bu bakımdan her türden basma kalıp, doktriner, şematik vb. yaklaşımlardan özenle sakınılmalıdır. Tek tek bireylerden envai çeşit toplumsal örgütlenme biçimlerine ve parti örgütlenmelerine kadar uzanan, değişik düzeylerden sayısız özne hareket içerisinde birleşmekte ve hareketi etkilemektedir. Öyle görünüyor ki hareket, içindeki tekil özneleri eşitlemektedir. Bu da kendini hareket içinde yer almakla ve hegemonya mücadelesi yürütmekle yükümlü gören devrimci önderlik iddiasının, kelimenin en kesin anlamıyla sayısız biçimde ve sayısız noktadan enternasyonal kitle hareketinin içine sızarak, hareketi içinden mayalayarak, bizzat sistemin kendine, devrimci program hedeflerine yönelterek, ideolojik-siyasi anlamda hareketin merkezine yürüyebileceği anlamına gelir.

Bu "yeni durum"dan hareketle komünist enternasyonal sorununu bir de enternasyonal kitle hareketi gerçekliği ile bağıntılı biçimde düşünmek ve ele almak yararlı olur. Bunun her şeyden önce önemi şuradan gelmektedir. Uluslararası çapta merkezileşmiş bu örgütlenmeler, her türden devrimci girişime açıktır. Bir araya gelen örgütler, tek tek ülkelerdeki emperyalist savaş karşıtı örgütlerde yer almaktadırlar. Burada alınan kararlar birçok ülkede bağlayıcı kabul edilmekte ve aynı anda uygulanmaktadır. Dünya ezilenleri, uluslararası düzeyde yeni bir örgüt ve mücadele biçimi yaratıyorlar. Bu, aynı zamanda işçi ve emekçilerin, ezilenlerin ulusal dar bakış açısından kurtulmaları, ezilen dünya insanlığının bir parçası oldukları duygusu edinmeleri ve kurtuluşun, dünya ezilenlerinin örgütlü birliğinde olduğu fikrinin yeşermesi anlamına gelmektedir. Dünya çapında birkaç genel grev ve direniş deneyinden sonra bu eylemler, sınıf mücadelesi bakımından en "ölü" halde olan ülkelerde bile büyük canlanmalara neden olacaktır.

DEVRİMCİ STRATEJİ VE TAKTİK, AŞAĞIDAKİ GELİŞMELERİ HESABA KATMALIDIR

1- A) Emperyalist uluslararası ilişkiler düzenin krizi, B) emperyalist savaş ve bunun coğrafyamızdaki etkileri, C) İflas halindeki faşist rejimin ABD'nin yanında savaşa girerek kendini yeni düzlemde yeniden yaratma çabaları, D) Güney Kürdistan'da uzun süreli bir işgalin yaratacağı sorunlar;

2- A) Rejimden umudunu kesmiş kitlelerde savaşın ağır sonuçlarıyla birlikte rejimden kurtulma isteğinin güçleneceği, B) Sendika bürokrasisinin işçileri kontrol etme olanaklarının zayıflaması, buna bağlı olarak sendikalarda taban inisiyatiflerinin oluşması, C) Reformcu partilerin yönettikleri ve yönlendirdikleri kitleleri eski sınırlarda tutmalarının giderek olanaksızlaşması ve bunun sonucu reformcu parti saflarında devrimci baskılanmanın artması, D) Her yerde onlarca çeşit emperyalist savaş karşıtı örgütlenmenin yerden biter gibi fışkırması, E) Yaygın, kitlesel, militan sokak eylemlerindeki artış, F) Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yeni bir evreye ulaşma zorunluluğu.

3- A) Irak'ta emperyalist işgalin başlamasıyla birlikte, bölge halklarının antiemperyalist mücadele birliğinin oluşturulmasının zorunlu hale gelmesi, B) Emperyalist kampta bölünme yaşanırken ezilenlerin dünya çapında mücadele birliğinin güçlenmesi ve dünyasal platformların oluşması, C) Tek tek ülkelerdeki işçi ve emekçilerin gerektiğinde yerel sendika ve örgütlenmeleri aşarak bu uluslararası örgütlerin iradesine tabi olmaları.

Bunlar, strateji ve taktikte hesaba katılması gereken belli başlı ve en önemli unsurlardır.

Coğrafyamız komünistleri bu "yeni durum"lardan "yeni görev"ler çıkarmalı, kendini "yeni durum"a uygun konumlandırmalıdır. Buna karşın devrimci taktik, durumu bir bütün olarak oldukça gerçekçi görmelidir.

ABD saldırganlığını hedef alan kitle hareketi Ankara'da en yüksek noktasına ulaşmıştır. Ama hala on binlerle sayılmaktadır ve yeterli olmaktan çok uzaktır. 1. tezkerenin Mecliste gerekli oy sayısı bulamamasında emperyalist savaş karşıtı mücadelenin rolü olduğu kabul edilmeli, fakat her şey bununla izah edilmemelidir.

ABD saldırganlığına ve emperyalist savaşa karşı kitle mücadelesinin geliştirilmesi görevi bütün önemini korumaktadır. Bu yolda kitle ajitasyonu çalışmasının örgütlenmesi önder partiye geçiş rotasıyla tamamen tutarlıdır. "Kitlelere hücum" direktifinin uygulanacağı en somut alandır.

Emperyalist savaş karşıtı kitle mücadelesinin örgütlenmesinin başlıca biçimi, değişik düzeylerde örgütlü emperyalist savaş karşıtı platformlardır. Emperyalist savaş karşıtı platformların üretim ve yerleşim birimleri ekseninde taban inisiyatifi temelinde olabildiğince yaygınlaştırılması, kitle hareketinin ve kitle inisiyatifinin geliştirilmesinin olduğu gibi, hareket üzerindeki devrimci etkinin güçlendirilmesinin de uygun yoludur. Bu türden platformların koordine edilerek merkezileştirilmesi vb. hareketin önderliğini üstlenme perspektifinin gereğidir.

Devrimci örgütlerin bu platformlarda yer almalarına çalışılmalı ve keza yer aldıkları durumda hareketin devrimci hedeflere yöneltilmesi için çabaların birleştirilmesi yoluna gidilmelidir.

Hareketin dünyanın diğer yerlerindeki hareketle ve merkezileşen örgütlenmelerle ilişkileri sıkılaştırılmalı, belirlenen mücadele biçimleri aynı anda coğrafyamızda da hayat bulmalıdır.

Hareket binlerce biçim altında legal, yarı legal, illegal örgütlenmelerle, binlerce yerde ve binlerce koldan açık ve gizli, barışçıl ve şiddetli, silahlı ve silahsız onlarca mücadele biçimine başvurarak, emperyalist savaşa karşı çıkan, savaş hükümetini reddeden herkesi kapsayan bir kitle hareketine dönüşmeli ve sürekli, genel direniş hedefine bağlanmalıdır.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketiyle daha yakın bir ilişkileniş içinde olmak, Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerini güncel mücadelenin konusu yapmak, şovenizme ve onun sosyal şovenist savunucularına karşı halkların kardeşlik barikatını örmek, devrimci taktiğin vazgeçilmez unsurlarındandır.

Bölgemizdeki ilerici, antiemperyalist örgüt ve partilerle ortak mücadele için örgütlenmelere girişmek, enternasyonal kitle hareketinin uluslararası toplantılarına katılmak ve karar alma mekanizmalarında bulunmak devrimci taktiğimizin mutlaka yerine getirilmesi gereken görevlerindendir.

* Bu makale "Teoride Doğrultu"nun Mart/Nisan 2003 tarihli 11. sayısından alınmıştır.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

EMPERYALİST SİSTEMDE KRİZ*
fc Share on Twitter
 

ABD Başkanı Bush geçen yıl ''Irak karşısında hareketsiz kaldığı takdirde BM'nin, Cemiyeti Akvam'ın akıbetine uğrayacağını'' söylemişti. Tehditlere karşın BM'den istediği kararı çıkartamayan Bush, bu kez, Saddam'a karşı harekete geçme gereği görülürse ABD'nin bunun için BM'nin onayına ihtiyacı olmayacağını vurguluyordu. Amerikan emperyalistlerinin "BM'nin onayına ihtiyaç" duymayacaklarını açıklamaları "BM'nin ölümü" ilanından başka bir anlama gelmiyordu. Ama yalnızca BM'nin değil, bir bütün olarak mevcut uluslararası ilişkiler düzeninin ölüm ilanıydı bu. Nihayet bu ölüm ilanı, Portekiz'in Asor Adaları'nda yapılan, Bush, Blair, Aznar görüşmesinde bütün dünyaya bir ültimatom biçiminde sunuldu. Amerika ve İngiltere, BM Güvenlik Konseyi'ne sundukları karar tasarısı için gerekli olan oya ulaşamayacaklarını anlayınca tasarıyı geri çektiler. Fransa, Rusya ve Almanya, Amerikan/İngiliz/İspanya ültimatomuna karşı çıktılar. BM ile birlikte AB de Irak'a saldırı konusunda açıkça ikiye bölündü. İtalya, İspanya, İngiltere, Danimarka, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Portekiz ABD'nin yanında yer aldı. NATO'da da durum farklı değil. Fransa, Almanya ve Belçika, NATO'da Amerikan palanlarına karşı çıkıyor. Büyük emperyalist güçler arasındaki ilişkide de bölünme belirginleşti. Japonya, Amerika'nın yanında saf tutarken Çin, Anti-Amerikan kampta yer aldı. Bütün bu bölünme ve kamplaşmalar, hegemonya mücadelesinin ne denli şiddetlenmekte olduğunu gösteriyor.

Dünyamız bir "uluslararası kriz"le karşı karşıyadır. Bu "sıradan" bir kriz durumu değildir. Çünkü kriz içinde olan emperyalist "uluslararası ilişkiler düzenidir". Dahası bugünkü durum, yalnızca emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin krizi değil, '90'lardan beri süre gelen krizin tırmandığı en tepe nokta ya da krizin kendini en çarpıcı ve şiddetli biçimde ortaya koyduğu bir an'dır.

I. Paylaşım Savaşı sonrası oluşturulan uluslararası ilişkiler düzenini faşist Musolini İtalya'sı ve faşist Hitler Almanya'sı bozmuştu. 1920'de kurulan Cemiyeti Akvam (Milletler Cemiyeti) 1930'ların ortalarından itibaren bir gölgeye dönüşmüştü. Öyle ki, artık savaş kararları bile Milletler Cemiyetine bildirilmiyordu. Milletler Cemiyetinin kararlarının hiçbir yaptırım gücü kalmamıştı. İtalya ve Almanya, I.Paylaşım Savaşı sonrası galip devletler tarafından oluşturulan uluslararası ilişkiler düzenini tanımadıklarını açıklıyorlardı. Düzen artık dikiş tutmuyordu. Yeni düzen namlunun ucundaydı. Emperyalist uluslararası ilişkiler düzeni geri dönülmez bir kriz içindeydi. Bu kriz 1945'den sonra II. Paylaşım Savaşının galipleri tarafından yeni düzenin oluşturulmasıyla giderildi.

II. Paylaşım Savaşının akabinde oluşan "uluslararası düzen", '90'larda modern revizyonist, sosyal emperyalist sistemin çöküşü ve SSCB'nin dağılmasıyla yıkılmıştı. Fakat gerçekte bir "yeni uluslararası düzen" bir statüko oluşamadı. "İki kutuplu dünya"dan sonra, "tek kutuplu dünya" denilen durum, esasen ucu açık bir geçiş döneminden yani, yeni bir "çok kutuplu" uluslararası ilişkiler düzenine geçiş durumundan başka bir şey değildi. 1990'larda uluslararası kurumlar, BM, NATO vb. Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin araçları olarak işlev gördüler. Eski uluslararası ilişkiler düzeninin (Varşova Paktı, SSCB vb. hariç) başlıca kurumları, '90'lı yıllar boyunca varlıklarını sürdürdülerse de işlevsizleştikleri, git gide daha fazla açığa çıktı. Eskimişlerdi, ya tasfiye edilecek ya da yeni koşullar altında işlevleri ve formları bakımından yeniden yapılanacaklardı. Rakip emperyalist kuvvetler, SSCB'nin ortadan kalkmasından sonra ABD'nin koruyucu şemsiyesine artık ihtiyaç duymuyorlardı. Onlar için de, ABD için de birinci dereceden önemli olan, SSCB'den arta kalanı, ganimeti paylaşmaktı. Bu paylaşımın sürmesi, kimi "başı bozuk" devletin "boşluk"tan faydalanıp emperyalist devletlere kafa tutmasının engellenmesi, savaş ve işgal kararlarının meşrulaştırılması ve en nihayetinde devrimci şiddetin, ezilenlerin şiddetli öfke patlamalarının "terörizm" olarak tanımlanıp bastırılması için uluslararası kurumların yeni dönemde de devam etmesi konusunda emperyalistler hemfikirdi. Bunun sonucu olarak BM ve NATO, emperyalistlerce "meşru müdahale" araçları olarak kullanıldılar. Somali, 1.Körfez savaşı, Bosna ve Kosova'da askeri müdahale ve işgalle gelen himayeci sömürgeci düzenlerin oluşturulması, Afganistan işgali ve orada da himayeci sömürgeci rejimin kurulmaya çalışılması, emperyalistlerin ortaklaştıkları bu "meşru müdahale" örnekleridir. Yugoslavya'nın parçalanması ve tasfiyesini de kapsayan "Balkan krizi" ve Balkanların paylaşılması, ABD hegemonyasını ve ABD'nin kuvvet kullanma özgürlüğünü pekiştirdiği gibi, örneğin uluslararası hukukun "iç işlerine karışmama" sözde ilkesini de bir bakıma fiilen tasfiye etmiştir.

11 Eylül baskını, ABD'nin paylaşılmaz dünya egemenliği yönelimine yeni ve sarsıcı bir meydan okumadır. Geçiş döneminin çelişkilerini keskinleştirici ve şiddetlendirici bir rol oynamıştır.

ABD emperyalizminin ırkçı, en militarist ve en gerici eğilimlerinin temsilcilerinin iktidarı alışı içeride burjuva demokrasisinden faşizme doğru geçiş eğiliminin belirginleşmesi, dış politikada ise "önleyici savaş" doktrini, "ya bizden yanasınız ya da düşmandan yana" gibi, sınırsız emperyalist saldırganlığın felsefesini ve militarist mantığını yansıtan tanımlar, geçiş döneminin çelişkilerinin keskinleşmekle kalmadığını, bu ara dönemin emperyalist bilincinin de somutlaşmaya ve kristalize olmaya başladığını göstermektedir.

Dünya ekonomisinin durgunluktan krize doğru yol alması, enerji kaynakları üzerindeki denetimin artan önemi, emperyalistler arası çelişkileri daha da derinleştiriyor, paylaşım kavgasını kızıştırıyordu. Diğerleri, hem pastadan pay almak hem de Amerika'nın etkinliğini sınırlamak için bütün çelişkilerine karşın Amerika ile "ortaklık" yapmaya devam ediyorlardı. Bu biraz da Amerika'yı "yatıştırma" politikasının ürünüydü. Amerika'ya "kafa tutma" cüreti gösteremedikleri için "yatıştırma" yolunu seçiyorlardı.

Bütün rakipleri ABD'nin Afganistan saldırısını, onu yatıştırmak için kabullenmişler ve hatta meşrulaştırmışlardır. ABD, Hazar Havzasına ve Orta Asya'ya bu sayede askeri bakımdan girmiş, bir bakıma Avrasya merkezine yürüyüşünü sürdürmüş, ganimetin paylaşımı ve dünya haritasının yeniden çizilmesi, bizzat soğuk savaşın galiplerinin önderi tarafından hem eski müttefiklerine ve hem de tüm dünyaya dayatılmıştır.

ABD'nin Irak'a yönelik savaş tehdidi, "durum değişikliği" yarattı. Dünya ezilenlerinin emperyalist savaş karşıtı yoğunlaşan protestoları, "durum değişikliği"nin açığa çıkmasında hızlandırıcı bir etkide bulundu. Emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin yaşadığı kriz, sömürülen, ezilen milyonları harekete geçirmekte, gelişen enternasyonal kitle hareketi ise krizi şiddetlendiren bir faktör olmaktadır.

Dünya halklarının görkemli direnişi, en önemli müttefiklerinde (İngiltere, Türkiye) kısmi kararsızlıklara yol açsa da İngiliz emperyalizmini sıkıca yedekleyen ABD emperyalizminin, dünya halklarına ve keza uluslararası hukuk ve düzenin kurumlarına rağmen, Irak'a saldırma emperyalist hırsını sürdürmesi, uluslararası durumu şiddetli biçimde geriyor. Irak'a tek yanlı saldırı hazırlığıyla ABD emperyalizmi, tüm dünyaya küstahça meydan okuyor. Emperyalist rakiplerinin Irak'taki çıkarlarını tehdit ettiği gibi, kriz bölgelerine müdahalede söz ve karar haklarını da reddediyor.

ABD'nin dünya egemenliği stratejisi hedefine bağlı olarak İngiltere'yi de yanına alarak Irak'a saldırma kararlılığı karşısında Fransa/Almanya'nın buna karşı durmaları, Rusya ve Çin'in onlara katılmaları, emperyalist sistemi önlenemez bir krize sürüklemektedir.

1945 sonrasında oluşturulan uluslararası düzen ve bu düzenin cisimleştiği uluslararası kurumlar varlık nedenlerini yitirmektedirler. Çünkü onları var eden ilişkiler sistematiği köklü değişimlere uğramaktadır. Tıpkı 1938'de Milletler Cemiyeti'nin Hitler Almanya'sı tarafından işlevsizleştirilerek bir mumyaya dönüştürülmesi gibi, bugün de Birleşmiş Milletler, ABD tarafından bir kenara bırakılmaktadır. Aynı şey sırasıyla diğer bütün kurumlar için de geçerlidir. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesine paralel olarak bu kurumlar da bu çelişkilerin gerilimi altında kalmıştır. Irak'a yönelik ABD saldırganlığı, petrol ve dağıtımı üzerinde ABD'nin tekelci hakimiyet çabası, çelişki ve çatışmaları keskinleştirmiştir.

Bu durum, özellikle son dönemde BM, AB ve NATO gibi uluslararası ilişkiler düzeninin en önemli kurumlarında krizin sarsıcı biçimde patlak vermesini getirmiştir. İçeriden çatlayan NATO, AB ve daha da tartışılır hale gelen BM'nin işlevi ve varlık haklarının sorgulanması çarpıcı biçimde derinleşmiştir. Uluslararası emperyalist ilişkiler düzeninin başlıca kurumları krizin içerisine çekilerek, krizin konusu oldukları kadar, krizi ağırlaştıran etkenler haline de gelmişlerdir. Kriz ve şiddetlenen çelişkiler, bütün eski yapıları ve ilişkileri çözmektedir. Dünyamız yeni bir emperyalist genel savaşa düne göre daha yakındır.

Diğer şeylerin yanı sıra askeri bakımdan aşırı kuvvet eşitsizliği, keza paylaşıma konu alanların ("ganimet", "ödül") "soğuk savaş" sonrasında hegemonya dışı alanlar biçiminde belirmiş olması, emperyalist haydutları, paylaşım mücadelesini dolaysız biçimde karşı karşıya gelmeden yürütebilmelerine elveriyordu. Fakat bu durumun sağladığı manevra olanakları, gitgide daraldığı içindir ki, emperyalist haydutların dolaysız biçimde karşı karşıya gelmeleri riski artmaktadır.

IRAK, ULUSLARARASI İLİŞKİLER DÜZENİNİN KRİZİNE TURNUSOL İŞLEVİ GÖRÜYOR

Petrol sorunu, kapitalist emperyalist dünya ekonomisinin, dünya düzeninin işlemesi ve istikrarı sorunudur. Kendini bugünkü emperyalist dünya düzeninin paylaşılmaz efendisi ilan eden gücün, dünyanın ekonomik düzeninin çarklarını döndürecek enerji olan petrolün çıkartılmasını ve dağıtımını, dünya ekonomisinin damarlarına düzenli biçimde pompalanmasını, üretim ve fiyatının istikrarını garanti etmesi ve keza egemenliğinin devamı için rakiplerinin kontrolüne geçmesini önlemesi gerekir. Irak'ı, saldırganlığının merkezine oturtmasının asıl nedeni, eğer ABD, Irak ve Ortadoğu'ya istediği düzeni verirse, bunun paylaşılmaz dünya egemenliği yolunu açacağını hesaplamasıdır.

Venezüella'da şiddetlenen ve iç savaşa doğru evrilen çatışmanın bir tarafında ABD emperya-lizminin bulunması, aynı yönelimin bir başka görüngüsüdür. Irak ve Venezüella, aynı emperyalist politikanın hedefleridir. Bu nedenledir ki, Venezüella'daki kriz, esasen uluslararası ilişkiler düzeni krizinin yansımasıdır.

Amerika için petrol üretim ve dağıtımı üzerinde hegemonya ne kadar önemliyse, diğer rakip emperyalist kuvvetler için de o denli önemlidir. Fransa ve Almanya'nın, ABD'ye karşı bir eksen oluşturma çabalarında bunun payı büyüktür.

Almanya/Fransa ekseninin ABD dayatmasına boyun eğmemesi, kuşkusuz, bu iki emperyalist haydudun barışa aşık oldukları anlamına gelmiyor. Onlar, köle paylaşımında ABD'nin kendilerine haksızlık ettiğini düşündükleri kadar, ABD'nin paylaşılmaz dünya egemenliği isteğine de itiraz ediyorlar. Soğuk savaşın bu iki galibi, hayati petrol sorunu ekseninde eski müttefiklerinin liderliğine ve paylaşılmaz dünya egemenliği talebine itiraz ederek, onun otoritesine şimdi daha açıkça meydan okuyorlar. Emperyalist devletler arasındaki bu çatışma, büyük tekel grupları arasındaki pazar paylaşımı ve petrol üzerindeki hakimiyet kavgasının yansımasını ifade eder.

Petrol ve egemenlik sorunu bugünkü aşamada ABD/İngiliz ittifakı ile Almanya/Fransa ittifakını siyaseten dolaysız biçimde karşı karşıya getirmiştir. Rusya ve Çin'in, Almanya/Fransa ittifakını desteklemesi, gözü dönük emperyalist saldırgan ABD'nin işini daha da zora sokmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca ABD önderliğinde süren emperyalist ittifakların geride kalan on yıllık dönemde çözülmüş olması, krizin şiddetlenmesinin bir başka nedeni ve belirtisidir.

KRİZİN TÜRKİYE'YE VE BÖLGEYE ETKİSİ

Kriz, ABD/İngiliz ekseni ile Almanya/Fransa ekseni arasındaki emperyalist rekabetin ve hegemonya mücadelesinin belirgin şekilde keskinleştiği bir aşamaya ulaşmıştır. Bu durum kendini uluslararası politikanın başlıca sorunlarında göstermektedir ve gösterecektir. Bölgemiz petrol ve dünya egemenliği mücadelesinin öncelikli özel alanı olduğu içindir ki, emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinden ve hegemonya mücadelesinin sertleşmesinden dolaysız ve sarsıcı biçimde etkilenmektedir. Bu etki, istikrarsızlığın artması, varolan yapıların çözülmesi vb. anlamına gelir.

Emperyalist ilişkiler düzeni krizinin şiddetlenmesi, ABD-İngiltere; Almanya-Fransa ittifakları arasındaki hegemonya mücadelesinin daha dolaysız biçimde açığa çıkması, keskinleşmesi ve Ortadoğu'ya odaklanması nedenleriyle Türkiye, emperyalist kuvvetlerin kendisi üzerinde hegemonya mücadelesinin keskinleşeceği bir sürece girmiştir. Türkiye, emperyalist hegemonya mücadelesinin dolaysız biçimde konusudur.

TÜSİAD, Genelkurmay ve AKP hükümeti, Irak'a yönelik emperyalist savaşta ABD'nin yanında yer almak konusunda hemfikirdirler. Bu tercih nedeniyledir ki, ne Türkiye-ABD ilişkileri, ne de Türkiye-AB ilişkileri eskisi gibi olmayacaktır. AB, düne kadar Türkiye'yi ABD ekseninden kısmen de olsa uzaklaştırmak için, bir yandan siyasal baskı yapıyor bir yandan da onunla uzlaşıyordu. Türk burjuva devleti de aynı anda iki strateji uygulamaya çalışıyor, ABD ile stratejik işbirliğini geliştirirken, AB'ye girmeyi de stratejisinin odağına oturtuyordu. Türk burjuva devleti, bu ikili stratejiden vazgeçmek istemeyecektir. Yine de iki unsur bunu giderek zorlaştırmaktadır. Birincisi Türkiye'nin ABD'nin yanında savaşa girmesi, ikincisi Fransa-Almanya ile ABD-İngiltere ekseninin açık biçimde ortaya çıkması. Bu, en başta NATO ve AB'nin geleceğini belirsizleştirmektedir. AB, Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi Türk sömürgeciliğinin uluslararası hale gelmiş iki meselesi hakkında geçmiştekinden farklı bir politika izleyecektir. Türkiye'deki ABD'ci kanadın etkisizleştirilmesi için faaliyetlerini yoğunlaştıracaktır.

Daha birkaç ay öncesine kadar ordunun devlet yönetimindeki etkisinin azaltılması, Kıbrıs'ta Annan Planı çerçevesinde sorunun çözülmesi, AB'ye uyum yasalarının bir an önce tamamlanması ve daha bir çok konuda Genelkurmayla çatışan ve AB'ci bir çizgi izleyen TÜSİAD ve AKP hükümeti, bugün Genelkurmayla aynı safta buluşmuş görünüyorlar. Yalnızca Amerika'yla birlikte Irak'ı işgal etme konusunda mutabakata varmakla kalmadılar, buna bağlı olarak diğer meselelerdeki görüş ayrılıklarını da şimdilik bir kenara bıraktılar. Kıbrıs ve Kürt meselesinde Genelkurmayın görüşü hakim hale geldi. Her iki konu da çok hassas dengeler yaratmaktadır. Annan Planı'nın Türk tarafınca reddedilmesi ile birlikte AB sözcüleri, Türk devletini Kıbrıs'ta işgalci bir güç olarak tanımlamaya başladılar. Bu meselenin önümüzdeki günlerde Türkiye-AB arasında büyük bir gerilim konusu olacağı açıktır. Türk burjuva devleti, ABD ile girdiği ilişkilerin düzeyine güvenerek bu tip adımlar atıyor. ABD bile bu denli "ileri" gidilmesinden rahatsız. Kıbrıs sorununda Türk tarafının uzlaşmaz tutumundan dolayı hoşnutsuzluğunu dile getirmek zorunda kaldı. Kürt sorunu konusunda da Türk sömürgeci devleti, yeni bir rota belirleyecektir. ABD'nin desteği ile ipleri bütünüyle eline geçiren Genelkurmay, bu konuda da AB'den gelen çağrılara fazla kulak asmayacaktır. Türk sömürgeci faşist devleti, açıktan, "inkar" politikasına artık geri dönemez. Savaşın damgasını vurduğu bugünkü politik koşullar ve dengeler altında Kürt sorununda devrimci dinamiği imha ve Kürtleri Türk sömürgeciliğine "zor"la ikna siyasetinin yollarını arayacaktır. Bu onun şiddetlenen yayılmacı yönelimine uygun bir davranıştır. A. Öcalan davasında AHİM'in Türkiye aleyhinde karar açıklanması ve ertesi gün Anayasa mahkemesinin HADEP'in kapatıldığını ilan etmesi, DEHAP hakkında kapatma davasının açılması, Olağanüstü Hal'in yeniden gündeme getirilmesi, Türk burjuva devletinin Güney Kürdistan'da işgalci bir güç olarak konumlanma hazırlığının bir parçasıdır. Nereden bakılırsa bakılsın Kürt ulusal sorununda yeni bir döneme girilmektedir. Irak'a yönelik işgal harekatı ve Türk sömürgeci devletinin Güney Kürdistan seferi kaçınılmaz olarak Kuzey ve Güney Kürdistan'ı daha çok birbirine yakınlaştırmakta, Kürdistan'ın kurtuluşu, her zamankinden daha fazla "parçaların birliği"ni zorunlu hale getirmektedir.

Aynı zorunluluk diğer Ortadoğu halkları için de geçerlidir. Filistin, Kürt, Arap, Türk ve bütün Ortadoğu'nun ezilen halkları, emperyalist işgalcilere ve yerli ortaklarına karşı kader birliği etmek zorundadırlar. Bu nedenle aralarındaki ilişki, "dayanışma"dan çok öte bir ortak mücadele biçimine bürünmelidir. Irak'ta emperyalist işgal, halklar arası düşmanlaşmayı artırmak, halklar arası her türlü birliği baltalamak üzerinde uzun süre varlığını koruyabilir. Kürt-Arap, Türk-Kürt, Arap-Türk, Şii Arap-Sünni Arap çatışmalarına izin vermemek için de Ortadoğu halklarının demokratik mücadele birliği örülmeli ve Demokratik Ortadoğu Federasyonu hedefine bağlanmalıdır.

Türk sömürgeciliği Irak'ta savaş değil, istikrar istiyordu. Ancak emperyalist efendisi ABD'nin bölgeyi dünya egemenliği planları yolunda yeniden düzenlemek için savaşa ihtiyacı var. Türk sömürgeciliği bölgede istikrar istediği halde yaşamsal çıkarları nedeniyle dışında kalamayacağı bir savaşla karşı karşıya. Egemen sınıfların ve devletin yönetici çevrelerinin dikkati, içerisine sürüklenmekte oldukları savaşa kilitlenmiş bulunuyor.

Savaşta ABD'nin yanında yer almak dışında bir seçenekleri olmadığına göre durumu avantaja dönüştürmek, stratejik coğrafi konumu iyi pazarlamak istiyorlardı. Türk sömürgeci devleti, savaşa katılarak şunları gerçekleştirmeyi düşünüyor:

A) Irak'ın savaş sonrası bölünmesinin ve Kürt devleti kurulmasının önlenmesi.

B) Federasyon örgütlenmesi yerine Irak'ın "üniter devlet" olarak kalması.

C) KADEK'in bölgedeki askeri varlığının imha edilmesi.

D) Musul ve Kerkük petrollerinin Kürtlerin eline geçişinin engellenmesi.

E) Irak'ta ABD ve İngiltere ile birlikte oluşturulması düşünülen himayeci sömürgeci rejimin

kurucu unsurlarından biri olma isteği.

F) Savaşa katılarak hem hibe hem de krediler yoluyla yüksek düzeyde mali yardım alma.

G) Savaştan sonra petrol gelirlerinden kısmen de olsa pay alma isteği ve Irak'ın yeniden

imarında, yeni rejimle ticaret ilişkilerinde belirleyici ülkelerden biri olma.

Yalnızca bunlar değil; Türk burjuva devleti savaş sonrasında da kazananlar tarafında yer almanın avantajını kullanarak, ABD emperyalizminin Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirme planında etkili unsurlardan biri olmayı amaçlıyor.

Bütün bunlar, ABD ile Türkiye arasında hiçbir çelişki olmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye, özellikle Kürt meselesinde ABD'ye karşı gerçek bir güvensizlik içinde. Savaşa sürüklenmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur.

ABD emperyalizmine gırtlağına kadar bağımlı işbirlikçi rejimin, ABD isteklerine çok fazla itiraz edemeyeceği açıktır. Bununla birlikte Kürt sorunu üzerindeki ABD ile anlaşmazlık içerisinde olduğu da gerçek bir durumdur. Çünkü, burada Türk sömürgeciliğinin gerçekten yaşamsal çıkarları, yani Kuzey Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliğine yönelen tehdittir söz konusu olan. Türk sömürgeciliğinin savaşa girme konusunda en baştan itibaren güçlü bir irade sergileyememesi, her şeyden önce ABD ile Kürt sorunu üzerine anlaşmaya varamamış olmasından kaynaklanmaktadır.

SAVAŞ KARARI YENİ KRİZLERİN DÖL YATAĞI

Amerika'nın yanında savaşa katılma kararı ile birlikte Türk burjuva siyasetinde yeni dengeler oluştu ve bu dengeler yeni kriz öğeleri yarattı.

AKP Hükümeti-TÜSİAD-Genelkurmay savaş cephesini oluşturuyor. Cumhurbaşkanı-Meclis Başkanı ve bir kısım AKP Milletvekili-CHP, bu cepheye tam bir karşıtlık olmasa da, farklı bir duruş sergilemeye çalıştı. Buna "ayak sürtme" de denebilir. Her iki cephe de Kürt devrimcilerinin imhası, Güney Kürdistan'ın Türk ordusu tarafından işgal edilmesi konusunda hemfikirdirler. Ayrıştıkları nokta, "uluslararası meşruiyet"ti. Önemsiz gibi görünen bu durum, yine de önemli bir kriz yarattı. Örneğin 2. tezkerenin Meclisten geçmemesi, hem hükümeti hem de Genelkurmayı zor durumda bırakmıştır. Bu aşılabilir bir sorundu. Bu, Amerika için de böyleydi. ABD Genelkurmay Başkanı, 2. tezkerenin reddedilmesinden sonra yaptığı açıklamada, er ya da geç kuzey cephesi açılacaktır, demişti. ABD, Türk burjuva devletinin kendisine boyun eğmekten başka seçeneği olmadığını biliyordu. O nedenledir ki, askeri sevkıyat kesintisizce sürdü. Ne de olsa ABD, Türk Genelkurmayı ile çoktan anlaşmıştı bile. Bu "ön" ve "gizli" antlaşmalar, egemen güçler arasında ilişkilere yeni kriz öğeleri ekledi.

Asıl kriz öğeleri ise daha derindedir. Dünün kriz öğeleri, savaş kararı ortamı içinde geriye düşüyor. Tayyip Erdoğan'ı hapse atan, seçime girmemesi için bin bir hileye başvuran devletin egemen yönetici kuvveti, bugün onun Başbakan olması için adeta seferber olmuştur. Tayyip, savaş hükümetinin Başbakanı olarak el üstünde tutulacaktır.

Yukarıda belirtildiği gibi, AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Kürt sorunu, farklı boyutlarda ve farklı aktörler üzerinden yönetenler arasındaki çelişki ve çatışmaların konusu olmaya devam edecektir. Yönetenlerin iç krizi, ABD ile Fransa-Almanya arasındaki ilişkilerin gerilimindeki artışa bağlı olarak şiddetlenecektir.

Çok daha önemli bir başka nokta var. Savaşın ne kadar süreceği ve neler getireceğini bugünden kestirmenin imkanı yoktur. Bununla birlikte genel olarak getirebileceğinden ayrı olarak ilk elden yara-tacağı sorunlar bellidir. Kuzey Kürdistan'da olağanüstü hal, savaş vergileri, zamlar ve işsizliğin tırmanışı, sansürle birlikte zaten oldukça kısıtlı hak ve özgürlüklere saldırılması ve yeni bir şovenizm dalgası. Ezilenler ekonomik ve siyasi olarak savaş koşullarının ağır baskısı altında eskisinden daha kararlı biçimde eskisi gibi yönetilmek istemeyecektir. Amerikancılığın bir kurtuluş ütopyası olarak etkinliğinin zayıflaması, savaşla birlikte ağırlaşacak ekonomik ve siyasi baskının reformcu çözümlerin önünü kapatması; emperyalist savaş karşıtı eylem ve örgütlenmelerle kitlelerin mücadele ve örgütlenme yeteneğinin gelişmesi nedeniyledir ki, emekçi kitleler dünden farklı olarak sokak gösterilerine, grev ve direnişlere daha sık ve daha kapsamlı başvuracaktır. Kitleler, eskisi gibi yönetilmek istemediklerini yalnızca seçim sandıklarında, siyasi anketlerde göstermekle kalmayacak, bedel ödemeyi göze alarak bunu göstereceklerdir. Savaşın uzayıp gitmesi, bölgede olduğu gibi coğrafyamızda da devrimci bir duruma yol açacaktır. Savaş ortamının yaratacağı asıl kriz budur. Demek ki savaş, mücadelenin koşullarında önemli değişiklikler getirecek, mücadelenin koşulları sertleşecektir.

Bunların bir kısmı kesin gerçekler olmakla birlikte, bir kısmı güçlü olasılıklardır. Yine de yalnızca birer olasılıktır. O olasılıkların gerçeğe dönüşmesi, devrimci pratiğin ve örgütlenmenin işidir.

ENTERNASYONAL KiTLE HAREKETİNİN YENİ BİÇİMLERİ

Bütün uluslardan işçi ve emekçiler, ezilenler, milyonlarla sayılan yeni enternasyonal kitle hareketiyle ABD emperyalizminin sınırsız saldırganlık eğiliminin karşısına dikilmektedir. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketin kazdığı toprakta, onun deneyimlerine ve birikimlerine de dayanarak hızla gelişen; Irak'a yönelik emperyalist saldırganlığa karşı çıkan ve barışı savunan enternasyonal kitle hareketi, '97'lerden günümüze az çok istikrarlı biçimde gelişen emperyalist küreselleşme karşıtı uluslararası kitle hareketiyle birlikte ele alındığında dünya devriminin yeni bir yükseliş dalgasının eşik ya da başlangıcında olduğumuzu gösterir. Bu, krizin olgunlaşmakta olduğunun da bir belirtisidir.

ABD saldırganlığını durdurmayı ve barışı savunmayı amaç edinen enternasyonal kitle hareketi, antiemperyalist karakterine karşın, kuşkusuz hali hazırda "düzen içi" niteliktedir. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla şekillenen kapitalist emperyalist dünya düzeninin kitlelerin bilinç, örgütlenme ve mücadelesindeki yansımasıdır. Tabi ki bu, onu önemsiz kılmaz.

Hareket, Avrupa merkezlidir, (ABD'nin Avrupa'daki en yakın müttefikleri olan İngiltere, İtalya, İspanya, savaşa karşı kitle hareketinin en yüksek olduğu ülkelerdir), ancak hareket, özellikle bütün "Batı"yı kapsamaktadır. Hareket, emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin krizi ve hiçbir hukuk tanımayan ABD emperyalizminin sınırsız saldırganlığı tarafından kışkırtılmaktadır.

Hareketin ufku, Irak'a yönelen emperyalist saldırganlığı, savaş patladığı durumda da emperya-list savaşı durdurma amacıyla sınırlıdır.

Sayısız değişik ülke ve kent düşünüldüğünde enternasyonal kitle hareketinin eş zamanlılığı, amaç birliği, mücadele biçimlerinin ve tarzının benzerliği, hareketin mevcut dünya koşullarıyla bağıntısını da sergileyen dikkat çekici bazı özellikleridir.

Birbirinden bağımsız olarak gelişen savaş karşıtı örgütlenmelerin giderek dünya çapında merkezileşmesi ve dünyanın dört bir yanında aynı anda eyleme geçilmesi, "yeni" bir durumdur. Bu "antiküresel" hareketten farklıdır. Uluslararası emperyalist kurumlara karşı mücadeleyle kendini sınırlamayan, doğrudan ulusal devlet merkezlerine yönelmiş uluslararası ölçekte bir harekettir.

Enternasyonal kitle hareketinin önderliği, öznesi sorunu, özenle incelenmelidir. Bu bakımdan her türden basma kalıp, doktriner, şematik vb. yaklaşımlardan özenle sakınılmalıdır. Tek tek bireylerden envai çeşit toplumsal örgütlenme biçimlerine ve parti örgütlenmelerine kadar uzanan, değişik düzeylerden sayısız özne hareket içerisinde birleşmekte ve hareketi etkilemektedir. Öyle görünüyor ki hareket, içindeki tekil özneleri eşitlemektedir. Bu da kendini hareket içinde yer almakla ve hegemonya mücadelesi yürütmekle yükümlü gören devrimci önderlik iddiasının, kelimenin en kesin anlamıyla sayısız biçimde ve sayısız noktadan enternasyonal kitle hareketinin içine sızarak, hareketi içinden mayalayarak, bizzat sistemin kendine, devrimci program hedeflerine yönelterek, ideolojik-siyasi anlamda hareketin merkezine yürüyebileceği anlamına gelir.

Bu "yeni durum"dan hareketle komünist enternasyonal sorununu bir de enternasyonal kitle hareketi gerçekliği ile bağıntılı biçimde düşünmek ve ele almak yararlı olur. Bunun her şeyden önce önemi şuradan gelmektedir. Uluslararası çapta merkezileşmiş bu örgütlenmeler, her türden devrimci girişime açıktır. Bir araya gelen örgütler, tek tek ülkelerdeki emperyalist savaş karşıtı örgütlerde yer almaktadırlar. Burada alınan kararlar birçok ülkede bağlayıcı kabul edilmekte ve aynı anda uygulanmaktadır. Dünya ezilenleri, uluslararası düzeyde yeni bir örgüt ve mücadele biçimi yaratıyorlar. Bu, aynı zamanda işçi ve emekçilerin, ezilenlerin ulusal dar bakış açısından kurtulmaları, ezilen dünya insanlığının bir parçası oldukları duygusu edinmeleri ve kurtuluşun, dünya ezilenlerinin örgütlü birliğinde olduğu fikrinin yeşermesi anlamına gelmektedir. Dünya çapında birkaç genel grev ve direniş deneyinden sonra bu eylemler, sınıf mücadelesi bakımından en "ölü" halde olan ülkelerde bile büyük canlanmalara neden olacaktır.

DEVRİMCİ STRATEJİ VE TAKTİK, AŞAĞIDAKİ GELİŞMELERİ HESABA KATMALIDIR

1- A) Emperyalist uluslararası ilişkiler düzenin krizi, B) emperyalist savaş ve bunun coğrafyamızdaki etkileri, C) İflas halindeki faşist rejimin ABD'nin yanında savaşa girerek kendini yeni düzlemde yeniden yaratma çabaları, D) Güney Kürdistan'da uzun süreli bir işgalin yaratacağı sorunlar;

2- A) Rejimden umudunu kesmiş kitlelerde savaşın ağır sonuçlarıyla birlikte rejimden kurtulma isteğinin güçleneceği, B) Sendika bürokrasisinin işçileri kontrol etme olanaklarının zayıflaması, buna bağlı olarak sendikalarda taban inisiyatiflerinin oluşması, C) Reformcu partilerin yönettikleri ve yönlendirdikleri kitleleri eski sınırlarda tutmalarının giderek olanaksızlaşması ve bunun sonucu reformcu parti saflarında devrimci baskılanmanın artması, D) Her yerde onlarca çeşit emperyalist savaş karşıtı örgütlenmenin yerden biter gibi fışkırması, E) Yaygın, kitlesel, militan sokak eylemlerindeki artış, F) Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yeni bir evreye ulaşma zorunluluğu.

3- A) Irak'ta emperyalist işgalin başlamasıyla birlikte, bölge halklarının antiemperyalist mücadele birliğinin oluşturulmasının zorunlu hale gelmesi, B) Emperyalist kampta bölünme yaşanırken ezilenlerin dünya çapında mücadele birliğinin güçlenmesi ve dünyasal platformların oluşması, C) Tek tek ülkelerdeki işçi ve emekçilerin gerektiğinde yerel sendika ve örgütlenmeleri aşarak bu uluslararası örgütlerin iradesine tabi olmaları.

Bunlar, strateji ve taktikte hesaba katılması gereken belli başlı ve en önemli unsurlardır.

Coğrafyamız komünistleri bu "yeni durum"lardan "yeni görev"ler çıkarmalı, kendini "yeni durum"a uygun konumlandırmalıdır. Buna karşın devrimci taktik, durumu bir bütün olarak oldukça gerçekçi görmelidir.

ABD saldırganlığını hedef alan kitle hareketi Ankara'da en yüksek noktasına ulaşmıştır. Ama hala on binlerle sayılmaktadır ve yeterli olmaktan çok uzaktır. 1. tezkerenin Mecliste gerekli oy sayısı bulamamasında emperyalist savaş karşıtı mücadelenin rolü olduğu kabul edilmeli, fakat her şey bununla izah edilmemelidir.

ABD saldırganlığına ve emperyalist savaşa karşı kitle mücadelesinin geliştirilmesi görevi bütün önemini korumaktadır. Bu yolda kitle ajitasyonu çalışmasının örgütlenmesi önder partiye geçiş rotasıyla tamamen tutarlıdır. "Kitlelere hücum" direktifinin uygulanacağı en somut alandır.

Emperyalist savaş karşıtı kitle mücadelesinin örgütlenmesinin başlıca biçimi, değişik düzeylerde örgütlü emperyalist savaş karşıtı platformlardır. Emperyalist savaş karşıtı platformların üretim ve yerleşim birimleri ekseninde taban inisiyatifi temelinde olabildiğince yaygınlaştırılması, kitle hareketinin ve kitle inisiyatifinin geliştirilmesinin olduğu gibi, hareket üzerindeki devrimci etkinin güçlendirilmesinin de uygun yoludur. Bu türden platformların koordine edilerek merkezileştirilmesi vb. hareketin önderliğini üstlenme perspektifinin gereğidir.

Devrimci örgütlerin bu platformlarda yer almalarına çalışılmalı ve keza yer aldıkları durumda hareketin devrimci hedeflere yöneltilmesi için çabaların birleştirilmesi yoluna gidilmelidir.

Hareketin dünyanın diğer yerlerindeki hareketle ve merkezileşen örgütlenmelerle ilişkileri sıkılaştırılmalı, belirlenen mücadele biçimleri aynı anda coğrafyamızda da hayat bulmalıdır.

Hareket binlerce biçim altında legal, yarı legal, illegal örgütlenmelerle, binlerce yerde ve binlerce koldan açık ve gizli, barışçıl ve şiddetli, silahlı ve silahsız onlarca mücadele biçimine başvurarak, emperyalist savaşa karşı çıkan, savaş hükümetini reddeden herkesi kapsayan bir kitle hareketine dönüşmeli ve sürekli, genel direniş hedefine bağlanmalıdır.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketiyle daha yakın bir ilişkileniş içinde olmak, Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerini güncel mücadelenin konusu yapmak, şovenizme ve onun sosyal şovenist savunucularına karşı halkların kardeşlik barikatını örmek, devrimci taktiğin vazgeçilmez unsurlarındandır.

Bölgemizdeki ilerici, antiemperyalist örgüt ve partilerle ortak mücadele için örgütlenmelere girişmek, enternasyonal kitle hareketinin uluslararası toplantılarına katılmak ve karar alma mekanizmalarında bulunmak devrimci taktiğimizin mutlaka yerine getirilmesi gereken görevlerindendir.

* Bu makale "Teoride Doğrultu"nun Mart/Nisan 2003 tarihli 11. sayısından alınmıştır.