BİTMEYEN SENFONİ KIBRIS SORUNU VE MARKSİST TAVIR
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Jeopolitik konseptlerde ve dünyayı yeniden paylaşmak için sürdürülen rekabette Kıbrıs, öncelikli paylaşım alanlarından biridir. Emperyalist dünya hakimiyeti konseptlerinde bu denli önemli olan Ada'nın 20. yüzyıl boyunca kesin paylaşımı gerçekleştirilemedi. Ama 21. yüzyılın başında 'emperyalist kurtlar sofrası'na kondu.

Ada içi gelişmeleri ve Kıbrıslı Türklere yapılan katliamı bahane eden Türk burjuva devleti, 1974'te Ada'ya çıkartma yaparak kuzey bölgesini işgal etti. Bu işgalle birlikte bugün de devam eden bir fiili durum oluştu; Güneyde Rum toplumu, Kuzey'de de Türk toplumu olmak üzere Ada de facto ikiye bölündü. Böylelikle Ada'da Türk ve Rum toplumları farklı ekonomik ve siyasal koşullar altında yeniden şekillenme sürecine girmiş oldular ve bir nesil böyle yetişti.

Türk ve Yunan burjuva devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları olan Türk ve Rum hakim güçleri, Kıbrıs sorununu yıllarca iç ve dış politikalarında sürekli kullandılar. Her iki taraf Kıbrıs'ı, vazgeçilemez, taviz verilemez bir "ulusal" sorun olarak ilan etti. Türk ve Yunan burjuva devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları, uyguladıkları politikalarla ortak yaşamın değil, ayrılığın, farklı şekillenmenin yolunu açtılar; Ada'da Türk ve Rum toplumlarını birbirinden uzaklaştırmaya; birbirine yabancılaştırmaya çalıştılar. Ada'da Türk ve Rum toplumlarını birbirlerine düşman etmeyi getiren bu politika, rekabet içindeki emperyalist güçler ve şovenist Yunan ve Türk egemen sınıflarının çıkarlarını güdüyor.

Türk ve Yunan devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları bu oyunu on yıllarca oynadılar. Bu arada, bazı dönemler kesintiye uğrasa da iki toplum arasındaki görüşmeler sürdü. Kıbrıs sorunu, bazen geri planda kalsa da, önemli bir uluslararası sorun olmaya devam etti.

Ada çapında ulusal yerli figüranların ipi, Türkiye ve Yunanistan tarafından çekilir ve o an için sağlam olduğuna inanılan kazığa bağlıdır. Bu kazık ya AB'dir ya da ABD'dir. Bu nedenle Kıbrıs'taki politik "ağa"ların, Türk ve Yunan burjuvazisinin sözünden çıkmaları düşünülemez. Türk ve Yunan burjuvazilerinin; yani bu "ulusal çaplı aktörler"in kulağı da uluslararası aktörler AB ve ABD tarafından çekilir.

Sovyetler Birliği'nin var olduğu dönemde Amerikan emperyalizmi, Kıbrıs sorununda Sovyet faktörünü göz önünde tutarak hareket ederdi ve Rum tarafı SB'ne yanaşma tehdidi savurduğu için çoğunlukla da Türk burjuvazisinin kulağını çekerdi. Amerikan emperyalizminin amacı, SB'ni Kıbrıs sorunundan uzak tutmaktı. Sonra, 1989/1991 döneminde Revizyonist Blok çöktü ve SB dağıldı. Ve '90'lı yılların başından bu yana Kıbrıs sorununda devreye etkin olarak AB girdi.

1974-1990 arasında Kıbrıs sorununu kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye veya da çözmemeye çalışan iki temel uluslararası aktör vardı: ABD ve SB. 1990'dan bu yana da aynı sorunu kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye veya da çözmemeye çalışan iki uluslararası temel aktör var: ABD ve AB. Her iki dönemde de sürekli Amerikan çıkarlarını gözeten BM de aktifti.

Her iki rekabet merkezi, Kıbrıs sorununu kendi çıkarlarına göre çözmek için birbirleriyle adeta yarıştılar. Bu yarış, Kıbrıs sorununu şimdiye kadar çözümsüzlüğe mahkum etmekten başka bir sonuç getirmedi.

17 Eylül 1990'daki toplantısında AB Bakanlar Konseyi, Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunu, sanki hiçbir şey yokmuş, adada iki toplum arasında yıllardır süren bir sorun yokmuş gibi ele aldı ve böylece AB ilk defa, Kıbrıs sorununa kendi çıkarları doğrultusunda müdahil olmakta ısrarlı olduğunu ortaya koydu. Bu tarihten sonra Kıbrıs sorunu üzerine görüşmelerin tarihi, AB ile ABD arasında Akdeniz bölgesi üzerine rekabetin tarihi oldu.

15 Temmuz 1997'de "Gündem 2000" başlıklı raporunda AB, Kıbrıs'a aday üye statüsü verdi ve Lüksemburg Zirvesinde de -Aralık 1997- genişleme sürecine aldı. Böylece Kıbrıs, 31 Mart 1998'de başlayan tam üyelik görüşmelerine dahil edildi ve aynı toplantıda Türkiye'yi "ortaklığa hazırlama" kararı alındı.

AB'nin bu raporunun açıklandığı tarihte, Türkiye'de Türk şovenizmi ile balonu şişen ANAP-DSP-DYP'den oluşan yeni bir koalis-yon hükümeti iş başına gelmişti. Bu hükümet, o zamana kadarki bilinen retorik destekleme açıklamalarının ötesine geçerek, Kıbrıs'ın stratejik önemine ayrıca bir vurgu yapıyor ve bu anlamda da Kıbrıs'ın Türkiye açısından vazgeçilemez olduğunu açıklıyordu.

AB'nin aldığı karara misilleme olarak yeni hükümet, KKTC ile bütünleşme sürecini başlatma kararı aldı. Ama yoğun uluslararası tepki sonucunda "bütünleşme" kavramı yerine "özel ilişki" kavramı kullanılmaya başlandı.

AB, 10 Aralık 1999'da Helsinki Zirvesini gerçekleştirdi. Bu toplantısında AB, -"dramatik" gece yarısı Helsinki-Ankara görüşmelerinden sonra- Türkiye'ye aday üye statüsü verdi. Aynı toplantıda 2002'de Kıbrıs'ın AB'ye üyeliği kararının alınacağı da dile getirildi. Nitekim Kopenhag zirvesinde de (12-13 Aralık 2002) diğer 9 aday üyenin yanı sıra Kıbrıs'ın da 1 Mayıs 2004'te tam üye yapılacağı açıklandı.

Türkiye'nin AB üyeliğinin gündeme gelmesinden bu yana; aday üye kabul edildiği Helsinki zirvesinden bu yana, 3 Ekim 2005 tarihinden bu yana durum değişti: Her ne kadar üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağı kararı alınsa da, AB'nin Türkiye'yi üye yapmak için acelesi yok. Her ne kadar 3 Ekimde tam üyelik için müza-kerelere başlanması için kararın alındığı toplantıda Kıbrıs'ın Türkiye tarafından tanınması sorun olmamışsa da bunun böyle kalacağına ve tam üyelik süreci ilerledikçe bu sorunun gündeme getirilmeyeceğine inanmak saflık olur. Kıbrıs sorunundan dolayı da müzakereler zor geçecektir. Yani sonu açık bir süreç. Ama Türk burjuvazisinin de, ABD'nin desteği ile müzakereler sürecinde pazarlıklarla kazançlı çıkmayı hedefleyeceği açıktır. Bu nedenle, Ada üzerindeki "hak sahipliği"nden kolay vazgeçmesi düşünülemez. Annan Planı, bu olasılık göz önünde tutularak yeniden gündeme getirilmeye ve dayatılmaya çalışılıyor. Bu plan, Kıbrıs'ta kartların yeniden karıştırılmasına, yeni hesapların yapılmasına ve politikaların oluşturulmasına neden olmuştur.

Annan Planı, emperyalist bir çözüm planıdır. Bu plan, Ada halklarının çıkarlarını göz önünde tutmamaktadır, emperyalist güçler ve işbirlikçi yönetimlerin çıkarlarına göre hazırlanmıştır ve Ada'da buna dayalı federatif bir yapı öngörmektedir. Annan Planı, ABD-AB arasında bir uzlaşmayı ifade eden emperyalist bir çözümdür.

Bu plan, ABD'nin, AB'nin ve bunlara bağlı olarak Türkiye ve Yunanistan'ın çıkarlarını göz önüne alarak hazırlanmıştı; Plan, ABD ve AB arasındaki Ada ve bölge üzerindeki rekabeti; bunlar arasındaki güçler dengesini ve Ada'yı iki parçaya bölmüş garantör devletlerin istemlerini dikkate alıyordu. Plan, İngiliz üslerine dokunmuyor, Türkiye ve Yunanistan'ın Ada üzerindeki "hak sahipliği"ni meşrulaştırıyor, AB'nin Güney Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden ve ABD'nin de Kuzey Kıbrıs ve Türkiye üzerinden nüfuz sahibi olmalarını sağlıyordu. Referandum-dan sonra ABD'nin "Kuzey'in kalkındırılması" için yardımdan bahsetmesinin bir nedeni de budur. Yani Annan Planı çerçevesinde Kıbrıs'ın AB üyesi olması durumunda Amerikan emperyalizmi, Ada üzerindeki nüfuzundan fazla bir şey kaybetmeyecektir; Amerikan emperyalizmi, İngiltere'nin Ada'daki üslerini kullanarak, Türkiye'nin devam eden garantörlük haklarından yararlanarak orada söz sahibi olabilecek ve aynı zamanda, AB üyesi olmasına rağmen uluslararası politikalarda ABD'nin yanında yer alan ülkeler üzerinden de Ada'da ve bölgede kendi emperyalist politikalarını gerçekleştirme olanağına sahip olacaktır.

Bu plan 24 Nisan 2004'te referanduma sunuldu. Alınan sonuçlar oldukça ilginçti:

Kıbrıs Türk kesimi yüzde 64.9 oranında bir oyla Annan Planı'na evet derken, Kıbrıs Rum kesimi bu plana yüzde 75.8 oranında bir oyla hayır dedi. Kuzey'de katılımın yüzde 84.35 oranında ve Güney'de de yüzde 96.53 oranında olması halkın referanduma duyduğu ilginin bir göstergesidir. Açık ki, her iki kesimden halk, çözümsüzlüğün yerine belli bir çözümün gerçekleşmesine ilgi ve eğilim göstermiştir. Ama ortaya çıkan sonuç, hegemon güçlerin bekledikleri, istedikleri veya olması gereken çözümden oldukça farklıydı.

Taraflar ne istiyorlardı, ne bekliyorlardı ve ne elde ettiler?

Yunanistan, Ada'yı ilhak politikasını, Kıbrıs'ın AB'ye girmesi ve Türkiye'nin de AB dışında kalması stratejisine göre geliştirmişti. Ada'nın, ikiye bölünmüş olarak değil, bir bütün olarak AB'ye üye olması ve böylelikle Amerikan etkisinden çıkması, AB'nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkelerinin de işine geldiği için Yunanistan'ın bu politikası desteklenmişti.

1974'te Türkiye'nin Kıbrıs'a yaptığı çıkartma ve Ada'nın kuzey kesimini işgal etmesinin bir sonucu da, Yunanistan'ın Enosis (Kıbrıs'ın ilhakı) stratejisine ağır bir darbenin vurulması ve Yunanistan'ın bu stratejiden vazgeçmesidir. Türkiye ile savaşı göze alamadığı için belli bir belirsizlik döneminden sonra Yunanistan, AB'ye üye olmasıyla birlikte aynı stratejisini AB'nin de stratejisi olarak yorumlamış ve bu anlamda Yunanistan ile AB'nin Kıbrıs stratejisi ortaklaşmıştır. Zamanın Yunan Başbakanı K. Smitis'in dediği gibi "Ada'da garantörlük zorunlu değil". Yani AB'nin Kıbrıs'a hakim olması, Enosis stratejisinin "barışçıl" yolla gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. O günden bugüne Yunanistan, Kıbrıs stratejisini gerçekleştirmek için sürekli AB'yi öne sürmektedir.

Böylece Yunanistan, Kıbrıs'ın tamamını AB şemsiyesi altında yutmak istiyordu. Ama referandumun sonuçları, bu planı kolayca gerçekleştiremeyeceğini gösterdi.

Yunanistan'ın Ada'nın tamamını ilhak etme politikasına karşın Türkiye, daha baştan "taksim" politikasını geçerli kılmaya çalışmıştır. Türk burjuvazisinin bu politikası, dönem dönem sürtüşmeler olsa da ABD tarafından desteklenmiştir. Çünkü Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, Kıbrıs'ın tamamını AB'ye kaptırmamaktır.

Annan Planı'nın öngördüğü referandumun gerçekleşmesi ve sonuçları, Türkiye'nin taksim politikası temelinde diplomatik alanda bazı kazanım ve olanaklar elde ettiğini göstermektedir. Referandumdan sonra Türkiye'nin, Kıbrıs Türk kesimi devlet olarak tanınmalıdır, anlayışını sürekli güçlü bir şe-kilde dile getirmesi; bunun ötesinde ABD ve AB'nin Türk kesimine uygulanan ambargoyu kaldırmaya ve temsilcilikler açmaya yönelik açıklamaları, gelişmenin bu yönüne işaret ediyor.

Kıbrıs Türk kesiminden halkın çoğunluğu, esasen Türk burjuva devletinin şovenist yönlendirmesi ve yerleştirme Türk nüfusa tepkinin de etkisiyle birleşik Kıbrıs istediği ve AB'ye birleşik Kıbrıs olarak girmekten yana olduğu eğilimi gösterdi. Bu, nesnel olarak çözümsüzlüğe ya da statükoya bir itiraz, bir yanıt oldu. Kıbrıs Sosyalist Partisi'nin de belirttiği gibi, (Kıbrıs Sosyalist Partisi Merkez Komitesi Mart 2004 "Referandum sadece "Annan Planı'nın" "evet-hayırı" olmayacaktır. Halk iradesinin ezici bir çoğunluğuyla sürece ağırlığını koyup "referanduma evet, referandumda evet" tavrı, aslında "STATÜ-KOYA HAYIR, STATÜKOYU AYAKTA TUTMAYA ÇALIŞAN REJİME HAYIR"dır. Ada'nın Güneyinde Kıbrıs Rum halkı ise, yine şovenist yönlendirme sonucu beklenen cevabı vermedi. Böylece referandum sonuçlarıyla nesnel olarak Kıbrıs Türk kesimi, birleşmiş Kıbrıs önündeki şovenist politikalara, taksim anlayışına itirazı açıklarken Rum kesimi, şovenizm ve statükoya itirazı yükseltemedi.

Rum kesimi Annan Planı'nı reddetti. Ama referandum, Kıbrıs üzerine planlarda ve politikalarda bir milat oldu; aradan ancak bir yıl geçmesine rağmen referandum sonrasının, referandum öncesine benzemeyeceği anlaşıldı. Şüphesiz ki, tarafların anlayışları değişmedi, ama değişmeyen anlayışlarını eski politikalarla gerçekleştirme olanakları da kalmadı. Referandum sonuçları, yeni politikalara maddi zemin oluşturdu.

Kısacası, Amerikan emperyalizmi ve AB, Kıbrıs halklarının geleceğine ipotek koymuşlar ve Ada'yı emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmak için uzlaşmak zorunda kalmışlardı. Annan Planı bu uzlaşmayı ifade ediyordu. Kıbrıs halkları, bu emperyalist dayatmaya "evet" veya "hayır" demek için zorlanmışlardı. Bu emperyalist planda Kıbrıs haklarının nasıl birleşmek ve kendi kaderlerini nasıl tayin etmek istedikleri, birleşik Kıbrıs'ı nasıl kurmak istedikleri yer almıyordu. Tam tersine bu plan, Amerikan emperyalizminin ve AB emperya-listlerinin çıkarlarını dengeliyor ve bu çıkarları Kıbrıs halklarına onaylatmayı ön görü-yordu. Bu anlamda Annan Planı temelinde Ada'da emperyalist "barış" çabası sonuçsuz kalmıştır. Ama yeni durum; Rum kesiminin "hayır"ı ve Türk kesiminin "evet"i, Kıbrıs üzerine rekabetin yeni koşullar altında sürdürüleceğini göstermektedir.

Kıbrıs'ı önemli yapan nedir ve Kıbrıs'ın Emperyalistler Arası Çelişkilerdeki Yeri

Tarihin her döneminde Kıbrıs, stratejik konumundan dolayı önemli olmuştur. Bugün de Kıbrıs adası üzerinde kopartılan fırtına onun stratejik konumundan kaynaklanmaktadır. Son birkaç on yılık tarih; çözüm adına üretilen çözümsüzlük veya dayatılan emperyalist çözüm, Ada'nın hegemonyacı güçlerin emperyalist çıkarlarına göre şekillendirilmek istendiğini göstermektedir. Bu dönem zarfında sorunun güya çözümü, daha doğrusu belli bir uzlaşma sağlanana kadar çözümsüzlüğü için top Amerikan emperya-lizmi patronluğunda BM'den AB'ye, AB'den BM atılmış ve her seferinde de, Ada'da söz sahibi olmak isteyen Yunanistan ve Türkiye, "ilhak" ve "taksim" politikalarını günün koşullarına uygun bir şekilde savurmaya çalışmışlardır.

Önce taraflara bakalım:

Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra güçler dengesi değişti ve bu dağılıştan bu yana Kıbrıs'ta birbiriyle rekabet eden iki emperyalist kampın olduğunu görüyoruz. Bu kamplardan birinin başını ABD çekiyor ve yanında İngiltere, Türkiye ve Kıbrıs Türk ke-simi var. İkinci kampı AB oluşturmaktadır. Bu kampa, AB içinde hegemon güç olan Almanya-Fransa ikilisi önderlik ediyor ve onların yanında Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi yer alıyor. Bu kamplaşma Kıbrıs halkları üzerinde de etkisini göstermiş ve Kıbrıs halkları Türk ve Rum toplumları olarak ikiye bölünmüştür.

İngiliz emperyalizminin Ada'daki tarihsel, siyasal ve stratejik kazanımlarını da yanına alan Amerikan emperyalizmi, bugün, Ada'nın geleceğini şekillendiren baş aktördür. ABD, Kıbrıs'a tek başına sahip olamayacağını gördüğü için Ada'yı İngiltere ve Türkiye ile ittifakı temelinde AB ile paylaşma mücadelesi vermektedir. Böylece Kıbrıs adası ABD'nin dolaylı ve AB'nin de doğrudan protektoratına bölünmüş olacak. Türkiye ve Yunanistan'ın Kıbrıs üzerindeki etkileri de ancak bu protektoratlarda söz konusu olabilecek.

Kıbrıs'ın ABD emperyalizmi açısından stratejik önemi, ancak, Amerikan emperya-lizminin dünya hegemonyası jeopolitikası perspektifinden bakılırsa bütün yönleriyle kavranabilir:

-Kıbrıs, ABD'nin Avrasya jeopolitikasının güneybatı ayağında yer almaktadır.

-Kıbrıs, Akdeniz bölgesinin kontrolünde önemlidir.

-Kıbrıs'ın ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"nde önemli bir yeri vardır.

-Kıbrıs, ABD'nin Ortadoğu'daki jandarması olan İsrail'in güvenliği bakımından önemlidir.

-Kıbrıs, Ortadoğu (Irak) ve Hazar Havzası petrollerini dünya pazarlarına ulaştıran güzergahın ve yükleme noktasının (Ceyhan, İskenderun Körfezi) kontrolü bakımından önemlidir.

Dünyada onca acil sorun dururken, ABD ve AB gibi emperyalist rekabet merkezlerinin Kıbrıs sorunuyla bu denli ilgilenmelerini, onların barışseverliğiyle açıklayamayız. Bu ilgi, Kıbrıs'ın yer altı zenginlikleriyle de açıklanamaz. Çünkü Ada'nın böylesi zenginliği yok. Kıbrıs'ı önemli kılan, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen emperyalist güçlerin jeopolitik açılımlarında oynayabileceği önemli roldür; Kıbrıs adasının stratejik konumudur. Bu özelliğinden dolayı Ada hep önemli olmuştur.

Türk burjuvazisi, özellikle Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana artık Kıbrıs'ı sadece "ulusal" bir sorun olarak görmüyor. Türk burjuvazisi artık Kıbrıs'a, aynı zamanda, stratejik bir perspektifle bakıyor; Türkiye'nin bölgesel çıkarları ve güvenliği açısından önemini sürekli vurguluyor. Türk burjuvazisi jeopolitik düşünüyor:

Türk burjuvazisi önümüzdeki pek de uzak olmayan yıllar içinde Kafkasya, Orta Asya ve Hazar Havzası petrolleri ve doğalgazının borularla İskenderun Körfezi'ne (Ceyhan) geleceğinin ve buradan da dünya pazarlarına sevk edileceğinin hesabını yapmaktadır. Baku-Ceyhan hattı açıldı ve Irak petrolü halen buraya akıyor. Kıbrıs, bu stratejik bölgeyi kontrol etmek için vazgeçilemez bir ko-numa sahiptir. Zamanın Dışişleri Bakanı İsmail Cem, 6 Nisan 1998'de yaptığı açıklamada "Doğu Akdeniz'in 2005-2010 yıllarında dünyanın en stratejik bölgesi olacağını söylemiş ve Türkiye'nin ulusal güvenliği ve ulusal çıkarları açısından bu bölgeyi kontrol eden Kıbrıs gibi bir mevziden asla vazgeçmeyeceklerini, bunun bedelini de ödemeye hazır olduklarını" tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs, bu özelliğinden dolayı Türk burjuva devleti için önemlidir. Bölgesel bir güç olmaya çalışan faşist Türk rejiminin, "Adriyatik'ten Çin Seddine" kadar egemenlik, Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle birlikte "Büyük Türkiye" hayalleri suya düşünce; Kerkük-Musul petrolleri kokusundan uzaklaşmak zorunda kaldıkça, şüphesiz ki, stratejik önemini ihraç etmeye devam etmesi için de bazı ödünler almadan Kıbrıs'ı elden bırakmaz.

Bu anlayış, Türk burjuvazisinin temel anlayışıdır; devlet politikası olmuş bir anlayıştır. Tabii ki, emperyalizmin uşağı yeni sömürge Türkiye'de bu türden devlet politikaları ve savaş nedeni sayılan "kırmızı çizgiler"in güç dengeleriyle nasıl ortadan kalktığını, belirsizleştiğini de biliyoruz. Gelecekte, Türkiye'nin AB ile yürüteceği müzakereler sürecinde bazı tavizler karşılığında Kıbrıs politikalarından geri çe-kildiğini görmek sürpriz olmayacaktır.

ABD'ye karşı Kıbrıs ve Akdeniz bölgesi üzerine rekabetinde AB, Kıbrıs'ın tamamına hakim olma konusunda kararlı gözükmektedir. Bu kararlılığın yegane boyutu, Ada'nın sahip olduğu jeopolitik önemidir. AB, siyasal bir entegrasyon olmadığı; "ulusal" bir irade geliştirme durumunda olmadığı ve içindeki emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabetini dengeleyerek var olduğu için "ulusal" iradenin, siyasal bütünselliğin ifadesi olan jeopolitika geliştirecek yetenekte değildir. Bu nedenle AB'nin Kıbrıs üzerindeki bu kararlılığına ancak görünüşte bir "jeopolitik kararlılık" diyebiliriz. AB, Kıbrıs'a hakim olmakla aynı zamanda bir Ortadoğu gücü olmayı da hedeflemektedir.

Bu denli sorunlu bir Ada'yı kendine üye yapmak için gösterdiği ilgi başka türlü açıklanamaz. Çünkü Kıbrıs'ın stratejik konumunun öneminden öte AB'ye katacağı hiçbir şey yoktur. Bu nedenledir ki Kıbrıs, AB'nin, ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"ne saplamayı planladığı bir hançerdir.

AB'de hakim güç konumunda olan Almanya-Fransa ikilisi bakımından ise Kıbrıs, bu emperyalist ülkelerin Ortadoğu'ya uzanmaları için vazgeçilmez bir üs konumundadır. Ada'nın AB'ye dahil olması durumunda AB'nin sınırları, Girit'ten 500 km daha doğuya kaymış olacak ve böylece AB, bütün Akdeniz'i kontrol edecek duruma gelecektir.

Böyle bir gelişme Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşmektedir.

Bu nedenlerden dolayı ne Amerikan emperyalizmi ne de bir bütün olarak AB, Kıbrıs'tan vazgeçerler.

Yakın geçmişte Amerikan emperyaliz-miyle Sovyet sosyal emperyalizmi arasında Akdeniz ve çevresi üzerine sürdürülen hegemonya mücadelesinin yerini bugün ABD ve AB gibi rekabet merkezleri arasındaki re-kabet almıştır. Rekabet merkezleri arasındaki güç dengesinin göreceliğine ve dolayısıyla değişebilirliğine bağlı olarak Kıbrıs sorununun birkaç emperyalist çözüm olasılığı vardır:

-Kıbrıs üzerine rekabette emperyalist ülke-ler arası güç dengeleri sonuç alıcı derecede değişmez ve Kıbrıs'ta çözümsüzlük, çözüm olur. Bugün olduğu gibi.

-Amerikan emperyalizmi bölgede AB karşısında yenilgiyi kabullenir ve Türk burjuvazisi de AB'den yana tavır alır. Bu olasılık durumunda Amerikan emperyalizmi bölgedeki, en azından Türkiye ve dolayısıyla Kıbrıs Türk kesimi üzerindeki nüfuzunu kaybeder. Bu, gerçekleşmesi zayıf bir olasılıktır.

-Amerikan emperyalizmiyle AB arasındaki çelişkiler keskinleşir ve AB, geri adım atarak Kıbrıs'ı gözden çıkartır. Kıbrıs Rum kesiminin AB üyesi olmasını göz önünde tutarsak bu, gerçekleşmesi bugün açısından oldukça zayıf bir olasılıktır. Ama ABD-AB arasındaki çelişkilerin bir emperyalist savaş boyutunu alacak derecede gelişmesi durumunda gerçekleşebilir bir olasılıktır.

-Görüşmelerin sonuç vermemesi durumunda Kıbrıs'ın fiili, de facto bölünmüşlüğü hukuki, de jura olarak onanır. Böylece Ada, nüfuz alanı olarak ABD ve AB tarafından paylaşılmış olur. Bu, ABD ve AB tarafından her an gerçekleştirilebilir bir olasılıktır.

-Türkiye'nin AB üyeliği müzakerelerinde Güney Kıbrıs'ı, bütün Kıbrıs olarak tanıması koşul yapılır -gelişmeler biraz da bunu gösteriyor. Bu durumda Türk burjuvazisi önünde iki alternatif vardır: a)AB'nin dayatmasını kabul ederek, Kıbrıs'ın Türkiye açısından stratejik öneminden, "ulusal" dava olmasından AB çıkarları lehine vazgeçer. Bu, Türkiye'nin ABD'den uzaklaşarak AB çıkarlarına göre hareket etmeye başlayacağını gösterir. AB'ye girmek için Türk burjuvazisinin belli kesimleri Kıbrıs'tan vazgeçilmesinin Türkiye'nin ulusal çıkarları için en doğru adım olacağının vaazını verebilir. Örneğin Türk sermaye örgütü TÜSİAD bu anlayıştadır. TÜSİAD, Türkiye'nin AB'ye aday üyeliği ile birlikte Kıbrıs sorunu üzerine resmi görüşü terk etti ve dünya kapitalist sisteminde stratejik önem kazandığına inandığı AB'nin politikalarına uygun bir çözümden yana tavır koydu. TÜSİAD, AB'ye üyelik sürecinde Kıbrıs'ı bir "ayak bağı" olarak görmektedir. b) Üyelik müzakereleri sürecinde Kıbrıs'ı tanıma dayatması karşısında Türkiye AB'ye restini çeker; üyelikten vazgeçtiğini açıklar ve Kıbrıs'ın taksimi de gerçeklik olur. Ordu ve onun düşüncesinde olan burjuva kesimler Kıbrıs'tan kolay kolay vazgeçemezler: Yukarıda da belirttiğimiz gibi esasen iki nedenden dolayı vazgeçemezler; 1)"Ulusal" dava olmasından ve 2) jeopolitik düşünen burjuvazinin çıkarları açısından stratejik önemi olduğundan dolayı.

Kıbrıs'ı Türkiye coğrafyasının bir parçası olarak gören jeopolitikacı faşist Muzaffer Özdağ, Türkiye'nin ve dolayısıyla Kıbrıs'ın jeostratejik önemini şöyle açıklıyor:

"Küçükasya Yarımadası'nı, Trakya'yı, Türk Boğazları'nı ve Kıbrıs Adası'nı, Anadolu'nun uzantısı Ege adalarını kapsamına alan Türkiye coğrafyası devletlerarası camia hayatının doğuşundan ve milletlerarası ilişkilerinin kuruluşundan günümüze jeopolitik ve jeostratejik planda dünyanın önde gelen odak noktalarından biri ve hatta en önemlisi olma özelliğini sürdürmektedir.

Tarihçilerin "Eski Dünya", jeopolitisyenlerin "dünya adası" diye tanımladıkları Asya, Avrupa ve Afrika kara kıtalarının oluşturduğu '(bu) büyük kara blokunda ve bu kıtaların kavşak bölgesindeki iç deniz havzalarında merkezi konumuyla, doğu-batı, kuzey-güney eksenindeki giriş ve çıkışlara, hareketlere köprü, kapı, kilit olma özelliği, Türkiye coğrafyasının jeopolitik önemini sürekli kılmaktadır. Doğanın kanuniyetleri, kıtalar arası ulaşımı, ticari, askeri, siyasi etkinliği yönlendirme ve denetleme imkanı bölgesel, kıtasal, evrensel çapta menfaati olan veya üstünlük politikası izleyen her gücü Türkiye coğrafyası ile ilgilenmeye mecbur bırakmaktadır.

Bugün birlikte yaşamaları imkansızlaşan iki halkın iki ayrı devlet oluşturmalarına dayanak olan Kıbrıs, ' değişmeyen coğrafi konumu ile bölgeye yabancı hasım bir güç veya emperyalist patronuna taşeronluk yapacak bir devlet elinde Türkiye için ve barış için ciddi bir tehdit oluşturacağı açıktır." ("Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Türkiye Güvenliği için Hayati Önemi" makalesi, "Türkiye ve Türk Dünyası, Jeopolitiği Üzerine" derlemesinden, ASAM yayınlar, 22, Ankara, 2001, Syf., 365-370/371).

Orgeneral Hilmi Özkök Genelkurmayın Kıbrıs sorununa yaklaşımını açıklarken şöyle diyordu: "Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden ve güvenlik ihtiyacını sağlamayan bir Kıbrıs çözümüyle 'Türk'ün Anadolu'ya hapsedilme süreci' hemen hemen tamamlanmış olacaktır".

Bu anlayışla ASAM'da oluşturulan Kıbrıs'ın stratejik önemi üzerine anlayış arasında hiçbir fark yoktur.

Bu görüş aynı zamanda ordunun ve burjuvazinin de görüşüdür.

Annan Planı kabul edilmemiştir, ama referandumun sonuçları üzerine tartışmalar ve birtakım gelişmeler göstermektedir ki, Kıbrıs sorunu artık yeni bir aşamaya girmiştir. Referandum sonrasında Kıbrıs Türk kesimine AB ve ABD'nin verilen "yardım" sözünü tutmamalarını, Türkiye'nin Kıbrıs Türk kesiminin "bağımsız" bir devlet olarak tanınması için çabasını ve nihayetinde Türkiye'nin AB'ye üyelik süreciyle bağlam içinde Güney Kıbrıs'ı tanımasının dayatılmasını ABD'den birtakım heyetlerin Kuzey Kıbrıs'ı ziyaretlerini, Azerbaycan işadamla-rının ziyareti takip etmiş ve bu ülkeden özel bir havayolu şirketi Kuzey Kıbrıs'a ilk doğrudan uçuşu gerçekleştirmiştir.

Türkiye'nin durumu düne; referandum öncesine nazaran bugün hem daha zor hem de daha kolay. Yani soruna bakış, perspektif, alternatifi belirleyecektir:

İlk alternatif:

Birincisi;Türkiye'nin, ne pahasına olursa olsun AB üyeliği diyecek durumu yok. Ne pahasına olursa olsun demek Kıbrıs konusunda AB'nin ve Yunanistan'ın dediklerini kabul etmektir. Böyle bir teslimiyet başka sonu gelmeyen dayatmaları da beraberinde getirecektir. Bunun ötesinde Türk burjuvazisinin, Türkiye sınırları dışındaki Türk toplumlarına ve devletlerine yaklaşımında samimi olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü böyle bir teslimiyet durumunda bu topluluklar, "Kıbrıs'ı satan bizi haydi haydiye satar" diye düşüneceklerdir. Böyle bir teslimiyet sonucunda Türk toplumu içinde burjuvazinin "ulusal" davayı sahiplenmede güvenilmez olduğu anlayışı yayılacaktır. Jeopolitik açılımlar oluşturmaya; Adriyatik kıyılarından Çin Seddi'ne at koşturmaya heveslenen bir burjuvazinin böyle bir tavizi vermesi pek düşünülemez.

İkincisi; ABD ile AB arasındaki çelişkiler giderek keskinleşmekte. Dönemsel olası yumuşama bu sürecin ilerlediğini karartamaz. Bu nedenle ABD, üye olmak için Türkiye'nin Kıbrıs konusunda AB'ye kolayca teslim olmasına izin vermez. Çünkü böyle bir durumda ABD, Kıbrıs'ı AB'ye teslim etmiş olacaktır. Kıbrıs'ın jeopolitikasındaki öneminden dolayı Amerikan emperyalizmi bunu mücadelesiz kabul etmez.

İkinci alternatif:

Kıbrıs'ın yukarıda belirttiğimiz öneminden dolayı Türk burjuvazisi, üyelik sürecini kapatmayı göze alarak da AB'ye karşı direnir. Bu bir restleşmedir. Bu durumda AB'nin Türkiye üzerindeki etkisi zayıflar ve Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya uzanması hayal olur. Türk burjuvazisinin böyle bir adım atmasında Amerikan emperyalizminin önemli bir rol oynayacağı unutulmamalıdır. AB'yi bölgeden uzak tutmak için ABD, Türkiye'yi, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da cesaretlendirir. Muhtemelen bazı kırıntılar da verebilir.

Hangi perspektif ve alternatif açısından bakılırsa bakılsın sorun gelip ABD-AB arasındaki rekabetin seyrine; güç dengesine dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, Türkiye'nin durumu bugün düne nazaran oldukça zordur.

Kıbrıs sorununun çözümünde Marksist tavır nasıl olmalıdır?

Nüfusu ancak 700 bin kadar olan küçük bir adada dünyanın önde gelen belli başlı emperyalist haydut devletleri birbirlerine giriyorlar, tepişiyor ve bütün bunları Kıbrıslıların geleceği, barış içinde yaşamaları için yaptıklarını açıklıyorlar. Bu sahtekarlıklarının bir parçası da Ada halklarını tehdit etmektir. Annan Planı kastedilerek bu plan "çözüm için son şans"tır, kabul etmelisiniz diye baskı yapıyorlar. Annan Planı'yla "Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti"nin kurulacağı havasını uyandırıyorlar.

Ada'nın esas sahipleri olan Türk ve Rum halklarına sormadan, onların görüşlerini almadan hazırlanan plan üzerine cumhuriyet kuruyorlar!

Söz konusu plan metnin 3. sayfasında şöyle deniyor:"Elen Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Krallığı, Kıbrıs sorununun söz konusu kapsamlı çözümünü kabul eder ve Kıbrıs'ta kurulacak yeni düzenle ilgili hususlara ilişkin ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin 102. maddesi uyarınca uluslararası bir anlaşma olarak kayda geçirilecek ekli anlaşmayı Kıbrıs'la birlikte imzalama yükümlülüğü altına girer".

Yani, Kıbrıs'a barış getireceklerini söyleyenler, Kıbrıs'ın geleceği hakkında Kıbrıs halklarının karar veremeyeceklerini böyle açıklıyorlar.

Annan Planı, o zamana kadar Kıbrıs'ta geçerli olan Türk ve Yunan statükolarını sarsmış, bu ülkeleri Kıbrıs üzerine stratejilerini gözden geçirmeye zorlamıştır. O güne kadar uzlaşma uzlaşmazlık olarak, çözüm çözümsüzlük olarak devam etmişti. Bu planla birlikte eskiden farklı olarak yeni bir "barış" olanağı sunuluyordu. Bu "barış" için Kıbrıs halklarının iradesi sorulmamıştır. Kıbrıs'ın geleceği, "barış" ve "birleşik Kıbrıs" adı altında Ada'da hegemonya için rekabet eden emperyalist güçler arasındaki güç dengesine bağlanmıştır. Geçmişte olduğu gibi şimdi de sunulan "barış"ın altında Yunanistan'ın, Türkiye'nin ve Büyük Britanya'nın imzaları vardır. BM, AB ve ABD de imzaların içinde sırıtıyorlar.

İnsanlığın coğrafi ufku genişledikçe, talancılık ve hegemonya yayıldıkça Kıbrıs Ada'sı her dönemin hegemon güçleri tarafından sürekli işgal edilmiştir, ilhak edilmiştir, alınıp satılmıştır, öyle ki Osmanlının yaptığı gibi kiralanmıştır ve sonra yine dış güçler tarafından bağımsız cumhuriyet ilan edilmiştir. Kıbrıs'ı Kıbrıslılar değil, Doğu Akdeniz'de hakim olan güçler yönetmişlerdir. Bütün bu gelişmelerde Kıbrıs halkının iradesi sorulmamıştır. Tarih boyunca Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin hakkından mahrum kalmıştır. Yeni "barış" arayışında da Kıbrıslılar tümüyle dışlanmışlardır.

Ada'nın her iki tarafında da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar iradelerinin ürünü olan bir çözüm üretmekten; bu amaçlı bir örgütlenmeden henüz uzaktırlar. Bunun böyle olmasında her iki kesimdeki burjuva hakimiyetin, beslenen, kışkırtılan, sürekli canlı tutulan şovenizmin ve düşmanlığın belirleyici rolü vardır. Her iki taraftan Kıbrıs halkı şimdiye kadar şu veya bu biçimde burjuva seçenek ötesinde bir seçenekle karşı karşıya kalmamıştır. Bu nedenle de şu veya bu biçimde, ama sürekli olarak burjuva seçeneklerin peşinde koşmaya, boyun eğ-meye zorlanmıştır.

Son dönemin popüler seçeneği AB'dir. AB'nin bütün sorunları çözeceğine, Ada'ya barış ve refah getireceğine dair inanç büyüktür.

Rum kesiminde yaşam seviyesinin yüksek olması, Türk kesiminde AB'nin kurtarıcı olarak görülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Türk kesiminin Annan Planı'na evet demesinde bu durum önemli bir rol oynamıştır. Ada'yı bu hale getirenlerden birisinin kurtarıcı olarak görülmesinde şaşılacak bir durum yok.

Emperyalist rekabet ve işgal koşullarında Kıbrıs sorununda kalıcı bir çözüme ulaşmak imkansızdır. Emperyalist politikaların sonucu olan hiçbir çözüm Kıbrıs'ta gerçek barışı sağlayamaz. Kıbrıs, ABD'nin veya AB'nin hegemonyası altında "refaha" boğulabilir, bir müddet böyle devam edilebilir, ama emperyalist rekabet merkezleri arasındaki güçler dengesinin değişmesiyle birlikte birileri Kıbrıs'ı yeniden "kaşıyabilir" ve yok olduğu sanılan çatışmalar yeniden gündeme gelir.

Kıbrıs'ta sorununun kalıcı çözümünü sağlayacak olanlar Kıbrıslılardır; yani Ada'nın yerli halklarıdır. Bu nedenle veya gerçek çözümün maddi zemininin oluşması için Türkiye ve Yunanistan'ın Ada'daki askeri güçlerini geri çekmeleri ve İngiltere'nin, ABD, AB'nin Ada'dan tamamen çekilmeleri gerekir. Ancak bu koşullarda Ada halkları kendi geleceklerini özgürce tayin etme olanağını bulabilirler.

Kıbrıs sorunu, ada halkları arasındaki bir sorun değildir. Kıbrıs'ı sorun yapan, yerli işbirlikçileriyle birlikte Türkiye, Yunanistan ve Ada'ya hakim olmaya çalışan emperyalist güçlerdir. Bunlar kendi aralarındaki rekabetten dolayı sorun olmaktalar. Kıbrıs sorununun halklar arası bir soruna ve çatışmaya dönüşmesinin esas sorumluları bu güçlerdir.

Kıbrıs Sosyalist Partisi programında şu anlayışa yer veriliyor: "Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında burjuvazinin hakimiyeti ve bu hakimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkansızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkansızdır". Emperyalizm ve Türk ve Yunan burjuvazileri ve onların Kıbrıs'taki uzantıları Kıbrıs sorununun demokratik çözümünü günümüz koşullarında imkansız yapmışlardır. Kıbrıs, hem coğrafi olarak hem de siyasi olarak de facto ikiye bölünmüş durumdadır ve Ada'daki her iki toplum, birbirinden uzaklaştırılmıştır. Her iki halk, gerici, şovenist ulusal çitlerle birbirinden ayrılmış durumda. Bu durum, onların ortak bir irade geliştirmeleri önündeki belirleyici engeldir. Birleşik Kıbrıs'ın önündeki en büyük engel bu durumdur.

MLKP, Kıbrıs halklarının birliğine ve özgürlüğüne hizmet eden her hareketi destekler. Bağımsız ve birleşik Kıbrıs için işgale son verilmesi, Kıbrıs'ta tüm askeri güçlerin çekilmesi, üslerin kapatılması; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ın garantörlüklerine son verilmesi vb. taleplerini destekler, kendi talepleri olarak yükseltir.

Birleşik ve Demokratik Kıbrıs, Türk ve Rum halklarının ortak geleceği demektir. Ancak bu bir devrim sorunudur. Birleşik ve bağımsız Kıbrıs, sosyalist Kıbrıs'ın kurulmasıyla sağlanabilir.Ancak o zaman, halkların gönüllü birliği üzerinde özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleşecektir. Kıbrıs'ta gerçek çözüm, Kıbrıs halklarının kendi iradesi ve eyleminin eseri olacaktır.

Kıbrıs'ta devrim sorununun, Ada'nın stratejik özgün konumundan, -emperyalist güçlerin Kıbrıs'ta devrimi boğma çabaları ve buna Türk ve Yunan burjuvazilerinin katılması- güç sorunundan ve güçlü sosyalist ülke veya ülkelerin olmamasından dolayı zorlukları vardır. Bu nedenle Kıbrıs devriminde enternasyonal dayanışma ve mücadele zorunludur. Dolayısıyla Kıbrıs Sosyalist Partisi'nin de programında yer verdiği, "barış isteğimizin acilen yerine getirilmesi için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'deki işçiler ve tüm dünya emekçi hareketi ile birlikte uluslararası dayanışma içinde tutarlı bir mücadele yürütülmesi" düşüncesi, enternasyonal, tarihsel ve siyasal görevlere işaret ediyor.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

BİTMEYEN SENFONİ KIBRIS SORUNU VE MARKSİST TAVIR
fc Share on Twitter
 

Jeopolitik konseptlerde ve dünyayı yeniden paylaşmak için sürdürülen rekabette Kıbrıs, öncelikli paylaşım alanlarından biridir. Emperyalist dünya hakimiyeti konseptlerinde bu denli önemli olan Ada'nın 20. yüzyıl boyunca kesin paylaşımı gerçekleştirilemedi. Ama 21. yüzyılın başında 'emperyalist kurtlar sofrası'na kondu.

Ada içi gelişmeleri ve Kıbrıslı Türklere yapılan katliamı bahane eden Türk burjuva devleti, 1974'te Ada'ya çıkartma yaparak kuzey bölgesini işgal etti. Bu işgalle birlikte bugün de devam eden bir fiili durum oluştu; Güneyde Rum toplumu, Kuzey'de de Türk toplumu olmak üzere Ada de facto ikiye bölündü. Böylelikle Ada'da Türk ve Rum toplumları farklı ekonomik ve siyasal koşullar altında yeniden şekillenme sürecine girmiş oldular ve bir nesil böyle yetişti.

Türk ve Yunan burjuva devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları olan Türk ve Rum hakim güçleri, Kıbrıs sorununu yıllarca iç ve dış politikalarında sürekli kullandılar. Her iki taraf Kıbrıs'ı, vazgeçilemez, taviz verilemez bir "ulusal" sorun olarak ilan etti. Türk ve Yunan burjuva devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları, uyguladıkları politikalarla ortak yaşamın değil, ayrılığın, farklı şekillenmenin yolunu açtılar; Ada'da Türk ve Rum toplumlarını birbirinden uzaklaştırmaya; birbirine yabancılaştırmaya çalıştılar. Ada'da Türk ve Rum toplumlarını birbirlerine düşman etmeyi getiren bu politika, rekabet içindeki emperyalist güçler ve şovenist Yunan ve Türk egemen sınıflarının çıkarlarını güdüyor.

Türk ve Yunan devletleri ve Kıbrıs'taki uzantıları bu oyunu on yıllarca oynadılar. Bu arada, bazı dönemler kesintiye uğrasa da iki toplum arasındaki görüşmeler sürdü. Kıbrıs sorunu, bazen geri planda kalsa da, önemli bir uluslararası sorun olmaya devam etti.

Ada çapında ulusal yerli figüranların ipi, Türkiye ve Yunanistan tarafından çekilir ve o an için sağlam olduğuna inanılan kazığa bağlıdır. Bu kazık ya AB'dir ya da ABD'dir. Bu nedenle Kıbrıs'taki politik "ağa"ların, Türk ve Yunan burjuvazisinin sözünden çıkmaları düşünülemez. Türk ve Yunan burjuvazilerinin; yani bu "ulusal çaplı aktörler"in kulağı da uluslararası aktörler AB ve ABD tarafından çekilir.

Sovyetler Birliği'nin var olduğu dönemde Amerikan emperyalizmi, Kıbrıs sorununda Sovyet faktörünü göz önünde tutarak hareket ederdi ve Rum tarafı SB'ne yanaşma tehdidi savurduğu için çoğunlukla da Türk burjuvazisinin kulağını çekerdi. Amerikan emperyalizminin amacı, SB'ni Kıbrıs sorunundan uzak tutmaktı. Sonra, 1989/1991 döneminde Revizyonist Blok çöktü ve SB dağıldı. Ve '90'lı yılların başından bu yana Kıbrıs sorununda devreye etkin olarak AB girdi.

1974-1990 arasında Kıbrıs sorununu kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye veya da çözmemeye çalışan iki temel uluslararası aktör vardı: ABD ve SB. 1990'dan bu yana da aynı sorunu kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye veya da çözmemeye çalışan iki uluslararası temel aktör var: ABD ve AB. Her iki dönemde de sürekli Amerikan çıkarlarını gözeten BM de aktifti.

Her iki rekabet merkezi, Kıbrıs sorununu kendi çıkarlarına göre çözmek için birbirleriyle adeta yarıştılar. Bu yarış, Kıbrıs sorununu şimdiye kadar çözümsüzlüğe mahkum etmekten başka bir sonuç getirmedi.

17 Eylül 1990'daki toplantısında AB Bakanlar Konseyi, Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunu, sanki hiçbir şey yokmuş, adada iki toplum arasında yıllardır süren bir sorun yokmuş gibi ele aldı ve böylece AB ilk defa, Kıbrıs sorununa kendi çıkarları doğrultusunda müdahil olmakta ısrarlı olduğunu ortaya koydu. Bu tarihten sonra Kıbrıs sorunu üzerine görüşmelerin tarihi, AB ile ABD arasında Akdeniz bölgesi üzerine rekabetin tarihi oldu.

15 Temmuz 1997'de "Gündem 2000" başlıklı raporunda AB, Kıbrıs'a aday üye statüsü verdi ve Lüksemburg Zirvesinde de -Aralık 1997- genişleme sürecine aldı. Böylece Kıbrıs, 31 Mart 1998'de başlayan tam üyelik görüşmelerine dahil edildi ve aynı toplantıda Türkiye'yi "ortaklığa hazırlama" kararı alındı.

AB'nin bu raporunun açıklandığı tarihte, Türkiye'de Türk şovenizmi ile balonu şişen ANAP-DSP-DYP'den oluşan yeni bir koalis-yon hükümeti iş başına gelmişti. Bu hükümet, o zamana kadarki bilinen retorik destekleme açıklamalarının ötesine geçerek, Kıbrıs'ın stratejik önemine ayrıca bir vurgu yapıyor ve bu anlamda da Kıbrıs'ın Türkiye açısından vazgeçilemez olduğunu açıklıyordu.

AB'nin aldığı karara misilleme olarak yeni hükümet, KKTC ile bütünleşme sürecini başlatma kararı aldı. Ama yoğun uluslararası tepki sonucunda "bütünleşme" kavramı yerine "özel ilişki" kavramı kullanılmaya başlandı.

AB, 10 Aralık 1999'da Helsinki Zirvesini gerçekleştirdi. Bu toplantısında AB, -"dramatik" gece yarısı Helsinki-Ankara görüşmelerinden sonra- Türkiye'ye aday üye statüsü verdi. Aynı toplantıda 2002'de Kıbrıs'ın AB'ye üyeliği kararının alınacağı da dile getirildi. Nitekim Kopenhag zirvesinde de (12-13 Aralık 2002) diğer 9 aday üyenin yanı sıra Kıbrıs'ın da 1 Mayıs 2004'te tam üye yapılacağı açıklandı.

Türkiye'nin AB üyeliğinin gündeme gelmesinden bu yana; aday üye kabul edildiği Helsinki zirvesinden bu yana, 3 Ekim 2005 tarihinden bu yana durum değişti: Her ne kadar üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağı kararı alınsa da, AB'nin Türkiye'yi üye yapmak için acelesi yok. Her ne kadar 3 Ekimde tam üyelik için müza-kerelere başlanması için kararın alındığı toplantıda Kıbrıs'ın Türkiye tarafından tanınması sorun olmamışsa da bunun böyle kalacağına ve tam üyelik süreci ilerledikçe bu sorunun gündeme getirilmeyeceğine inanmak saflık olur. Kıbrıs sorunundan dolayı da müzakereler zor geçecektir. Yani sonu açık bir süreç. Ama Türk burjuvazisinin de, ABD'nin desteği ile müzakereler sürecinde pazarlıklarla kazançlı çıkmayı hedefleyeceği açıktır. Bu nedenle, Ada üzerindeki "hak sahipliği"nden kolay vazgeçmesi düşünülemez. Annan Planı, bu olasılık göz önünde tutularak yeniden gündeme getirilmeye ve dayatılmaya çalışılıyor. Bu plan, Kıbrıs'ta kartların yeniden karıştırılmasına, yeni hesapların yapılmasına ve politikaların oluşturulmasına neden olmuştur.

Annan Planı, emperyalist bir çözüm planıdır. Bu plan, Ada halklarının çıkarlarını göz önünde tutmamaktadır, emperyalist güçler ve işbirlikçi yönetimlerin çıkarlarına göre hazırlanmıştır ve Ada'da buna dayalı federatif bir yapı öngörmektedir. Annan Planı, ABD-AB arasında bir uzlaşmayı ifade eden emperyalist bir çözümdür.

Bu plan, ABD'nin, AB'nin ve bunlara bağlı olarak Türkiye ve Yunanistan'ın çıkarlarını göz önüne alarak hazırlanmıştı; Plan, ABD ve AB arasındaki Ada ve bölge üzerindeki rekabeti; bunlar arasındaki güçler dengesini ve Ada'yı iki parçaya bölmüş garantör devletlerin istemlerini dikkate alıyordu. Plan, İngiliz üslerine dokunmuyor, Türkiye ve Yunanistan'ın Ada üzerindeki "hak sahipliği"ni meşrulaştırıyor, AB'nin Güney Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden ve ABD'nin de Kuzey Kıbrıs ve Türkiye üzerinden nüfuz sahibi olmalarını sağlıyordu. Referandum-dan sonra ABD'nin "Kuzey'in kalkındırılması" için yardımdan bahsetmesinin bir nedeni de budur. Yani Annan Planı çerçevesinde Kıbrıs'ın AB üyesi olması durumunda Amerikan emperyalizmi, Ada üzerindeki nüfuzundan fazla bir şey kaybetmeyecektir; Amerikan emperyalizmi, İngiltere'nin Ada'daki üslerini kullanarak, Türkiye'nin devam eden garantörlük haklarından yararlanarak orada söz sahibi olabilecek ve aynı zamanda, AB üyesi olmasına rağmen uluslararası politikalarda ABD'nin yanında yer alan ülkeler üzerinden de Ada'da ve bölgede kendi emperyalist politikalarını gerçekleştirme olanağına sahip olacaktır.

Bu plan 24 Nisan 2004'te referanduma sunuldu. Alınan sonuçlar oldukça ilginçti:

Kıbrıs Türk kesimi yüzde 64.9 oranında bir oyla Annan Planı'na evet derken, Kıbrıs Rum kesimi bu plana yüzde 75.8 oranında bir oyla hayır dedi. Kuzey'de katılımın yüzde 84.35 oranında ve Güney'de de yüzde 96.53 oranında olması halkın referanduma duyduğu ilginin bir göstergesidir. Açık ki, her iki kesimden halk, çözümsüzlüğün yerine belli bir çözümün gerçekleşmesine ilgi ve eğilim göstermiştir. Ama ortaya çıkan sonuç, hegemon güçlerin bekledikleri, istedikleri veya olması gereken çözümden oldukça farklıydı.

Taraflar ne istiyorlardı, ne bekliyorlardı ve ne elde ettiler?

Yunanistan, Ada'yı ilhak politikasını, Kıbrıs'ın AB'ye girmesi ve Türkiye'nin de AB dışında kalması stratejisine göre geliştirmişti. Ada'nın, ikiye bölünmüş olarak değil, bir bütün olarak AB'ye üye olması ve böylelikle Amerikan etkisinden çıkması, AB'nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkelerinin de işine geldiği için Yunanistan'ın bu politikası desteklenmişti.

1974'te Türkiye'nin Kıbrıs'a yaptığı çıkartma ve Ada'nın kuzey kesimini işgal etmesinin bir sonucu da, Yunanistan'ın Enosis (Kıbrıs'ın ilhakı) stratejisine ağır bir darbenin vurulması ve Yunanistan'ın bu stratejiden vazgeçmesidir. Türkiye ile savaşı göze alamadığı için belli bir belirsizlik döneminden sonra Yunanistan, AB'ye üye olmasıyla birlikte aynı stratejisini AB'nin de stratejisi olarak yorumlamış ve bu anlamda Yunanistan ile AB'nin Kıbrıs stratejisi ortaklaşmıştır. Zamanın Yunan Başbakanı K. Smitis'in dediği gibi "Ada'da garantörlük zorunlu değil". Yani AB'nin Kıbrıs'a hakim olması, Enosis stratejisinin "barışçıl" yolla gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. O günden bugüne Yunanistan, Kıbrıs stratejisini gerçekleştirmek için sürekli AB'yi öne sürmektedir.

Böylece Yunanistan, Kıbrıs'ın tamamını AB şemsiyesi altında yutmak istiyordu. Ama referandumun sonuçları, bu planı kolayca gerçekleştiremeyeceğini gösterdi.

Yunanistan'ın Ada'nın tamamını ilhak etme politikasına karşın Türkiye, daha baştan "taksim" politikasını geçerli kılmaya çalışmıştır. Türk burjuvazisinin bu politikası, dönem dönem sürtüşmeler olsa da ABD tarafından desteklenmiştir. Çünkü Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan, Kıbrıs'ın tamamını AB'ye kaptırmamaktır.

Annan Planı'nın öngördüğü referandumun gerçekleşmesi ve sonuçları, Türkiye'nin taksim politikası temelinde diplomatik alanda bazı kazanım ve olanaklar elde ettiğini göstermektedir. Referandumdan sonra Türkiye'nin, Kıbrıs Türk kesimi devlet olarak tanınmalıdır, anlayışını sürekli güçlü bir şe-kilde dile getirmesi; bunun ötesinde ABD ve AB'nin Türk kesimine uygulanan ambargoyu kaldırmaya ve temsilcilikler açmaya yönelik açıklamaları, gelişmenin bu yönüne işaret ediyor.

Kıbrıs Türk kesiminden halkın çoğunluğu, esasen Türk burjuva devletinin şovenist yönlendirmesi ve yerleştirme Türk nüfusa tepkinin de etkisiyle birleşik Kıbrıs istediği ve AB'ye birleşik Kıbrıs olarak girmekten yana olduğu eğilimi gösterdi. Bu, nesnel olarak çözümsüzlüğe ya da statükoya bir itiraz, bir yanıt oldu. Kıbrıs Sosyalist Partisi'nin de belirttiği gibi, (Kıbrıs Sosyalist Partisi Merkez Komitesi Mart 2004 "Referandum sadece "Annan Planı'nın" "evet-hayırı" olmayacaktır. Halk iradesinin ezici bir çoğunluğuyla sürece ağırlığını koyup "referanduma evet, referandumda evet" tavrı, aslında "STATÜ-KOYA HAYIR, STATÜKOYU AYAKTA TUTMAYA ÇALIŞAN REJİME HAYIR"dır. Ada'nın Güneyinde Kıbrıs Rum halkı ise, yine şovenist yönlendirme sonucu beklenen cevabı vermedi. Böylece referandum sonuçlarıyla nesnel olarak Kıbrıs Türk kesimi, birleşmiş Kıbrıs önündeki şovenist politikalara, taksim anlayışına itirazı açıklarken Rum kesimi, şovenizm ve statükoya itirazı yükseltemedi.

Rum kesimi Annan Planı'nı reddetti. Ama referandum, Kıbrıs üzerine planlarda ve politikalarda bir milat oldu; aradan ancak bir yıl geçmesine rağmen referandum sonrasının, referandum öncesine benzemeyeceği anlaşıldı. Şüphesiz ki, tarafların anlayışları değişmedi, ama değişmeyen anlayışlarını eski politikalarla gerçekleştirme olanakları da kalmadı. Referandum sonuçları, yeni politikalara maddi zemin oluşturdu.

Kısacası, Amerikan emperyalizmi ve AB, Kıbrıs halklarının geleceğine ipotek koymuşlar ve Ada'yı emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmak için uzlaşmak zorunda kalmışlardı. Annan Planı bu uzlaşmayı ifade ediyordu. Kıbrıs halkları, bu emperyalist dayatmaya "evet" veya "hayır" demek için zorlanmışlardı. Bu emperyalist planda Kıbrıs haklarının nasıl birleşmek ve kendi kaderlerini nasıl tayin etmek istedikleri, birleşik Kıbrıs'ı nasıl kurmak istedikleri yer almıyordu. Tam tersine bu plan, Amerikan emperyalizminin ve AB emperya-listlerinin çıkarlarını dengeliyor ve bu çıkarları Kıbrıs halklarına onaylatmayı ön görü-yordu. Bu anlamda Annan Planı temelinde Ada'da emperyalist "barış" çabası sonuçsuz kalmıştır. Ama yeni durum; Rum kesiminin "hayır"ı ve Türk kesiminin "evet"i, Kıbrıs üzerine rekabetin yeni koşullar altında sürdürüleceğini göstermektedir.

Kıbrıs'ı önemli yapan nedir ve Kıbrıs'ın Emperyalistler Arası Çelişkilerdeki Yeri

Tarihin her döneminde Kıbrıs, stratejik konumundan dolayı önemli olmuştur. Bugün de Kıbrıs adası üzerinde kopartılan fırtına onun stratejik konumundan kaynaklanmaktadır. Son birkaç on yılık tarih; çözüm adına üretilen çözümsüzlük veya dayatılan emperyalist çözüm, Ada'nın hegemonyacı güçlerin emperyalist çıkarlarına göre şekillendirilmek istendiğini göstermektedir. Bu dönem zarfında sorunun güya çözümü, daha doğrusu belli bir uzlaşma sağlanana kadar çözümsüzlüğü için top Amerikan emperya-lizmi patronluğunda BM'den AB'ye, AB'den BM atılmış ve her seferinde de, Ada'da söz sahibi olmak isteyen Yunanistan ve Türkiye, "ilhak" ve "taksim" politikalarını günün koşullarına uygun bir şekilde savurmaya çalışmışlardır.

Önce taraflara bakalım:

Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra güçler dengesi değişti ve bu dağılıştan bu yana Kıbrıs'ta birbiriyle rekabet eden iki emperyalist kampın olduğunu görüyoruz. Bu kamplardan birinin başını ABD çekiyor ve yanında İngiltere, Türkiye ve Kıbrıs Türk ke-simi var. İkinci kampı AB oluşturmaktadır. Bu kampa, AB içinde hegemon güç olan Almanya-Fransa ikilisi önderlik ediyor ve onların yanında Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi yer alıyor. Bu kamplaşma Kıbrıs halkları üzerinde de etkisini göstermiş ve Kıbrıs halkları Türk ve Rum toplumları olarak ikiye bölünmüştür.

İngiliz emperyalizminin Ada'daki tarihsel, siyasal ve stratejik kazanımlarını da yanına alan Amerikan emperyalizmi, bugün, Ada'nın geleceğini şekillendiren baş aktördür. ABD, Kıbrıs'a tek başına sahip olamayacağını gördüğü için Ada'yı İngiltere ve Türkiye ile ittifakı temelinde AB ile paylaşma mücadelesi vermektedir. Böylece Kıbrıs adası ABD'nin dolaylı ve AB'nin de doğrudan protektoratına bölünmüş olacak. Türkiye ve Yunanistan'ın Kıbrıs üzerindeki etkileri de ancak bu protektoratlarda söz konusu olabilecek.

Kıbrıs'ın ABD emperyalizmi açısından stratejik önemi, ancak, Amerikan emperya-lizminin dünya hegemonyası jeopolitikası perspektifinden bakılırsa bütün yönleriyle kavranabilir:

-Kıbrıs, ABD'nin Avrasya jeopolitikasının güneybatı ayağında yer almaktadır.

-Kıbrıs, Akdeniz bölgesinin kontrolünde önemlidir.

-Kıbrıs'ın ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"nde önemli bir yeri vardır.

-Kıbrıs, ABD'nin Ortadoğu'daki jandarması olan İsrail'in güvenliği bakımından önemlidir.

-Kıbrıs, Ortadoğu (Irak) ve Hazar Havzası petrollerini dünya pazarlarına ulaştıran güzergahın ve yükleme noktasının (Ceyhan, İskenderun Körfezi) kontrolü bakımından önemlidir.

Dünyada onca acil sorun dururken, ABD ve AB gibi emperyalist rekabet merkezlerinin Kıbrıs sorunuyla bu denli ilgilenmelerini, onların barışseverliğiyle açıklayamayız. Bu ilgi, Kıbrıs'ın yer altı zenginlikleriyle de açıklanamaz. Çünkü Ada'nın böylesi zenginliği yok. Kıbrıs'ı önemli kılan, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen emperyalist güçlerin jeopolitik açılımlarında oynayabileceği önemli roldür; Kıbrıs adasının stratejik konumudur. Bu özelliğinden dolayı Ada hep önemli olmuştur.

Türk burjuvazisi, özellikle Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana artık Kıbrıs'ı sadece "ulusal" bir sorun olarak görmüyor. Türk burjuvazisi artık Kıbrıs'a, aynı zamanda, stratejik bir perspektifle bakıyor; Türkiye'nin bölgesel çıkarları ve güvenliği açısından önemini sürekli vurguluyor. Türk burjuvazisi jeopolitik düşünüyor:

Türk burjuvazisi önümüzdeki pek de uzak olmayan yıllar içinde Kafkasya, Orta Asya ve Hazar Havzası petrolleri ve doğalgazının borularla İskenderun Körfezi'ne (Ceyhan) geleceğinin ve buradan da dünya pazarlarına sevk edileceğinin hesabını yapmaktadır. Baku-Ceyhan hattı açıldı ve Irak petrolü halen buraya akıyor. Kıbrıs, bu stratejik bölgeyi kontrol etmek için vazgeçilemez bir ko-numa sahiptir. Zamanın Dışişleri Bakanı İsmail Cem, 6 Nisan 1998'de yaptığı açıklamada "Doğu Akdeniz'in 2005-2010 yıllarında dünyanın en stratejik bölgesi olacağını söylemiş ve Türkiye'nin ulusal güvenliği ve ulusal çıkarları açısından bu bölgeyi kontrol eden Kıbrıs gibi bir mevziden asla vazgeçmeyeceklerini, bunun bedelini de ödemeye hazır olduklarını" tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs, bu özelliğinden dolayı Türk burjuva devleti için önemlidir. Bölgesel bir güç olmaya çalışan faşist Türk rejiminin, "Adriyatik'ten Çin Seddine" kadar egemenlik, Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle birlikte "Büyük Türkiye" hayalleri suya düşünce; Kerkük-Musul petrolleri kokusundan uzaklaşmak zorunda kaldıkça, şüphesiz ki, stratejik önemini ihraç etmeye devam etmesi için de bazı ödünler almadan Kıbrıs'ı elden bırakmaz.

Bu anlayış, Türk burjuvazisinin temel anlayışıdır; devlet politikası olmuş bir anlayıştır. Tabii ki, emperyalizmin uşağı yeni sömürge Türkiye'de bu türden devlet politikaları ve savaş nedeni sayılan "kırmızı çizgiler"in güç dengeleriyle nasıl ortadan kalktığını, belirsizleştiğini de biliyoruz. Gelecekte, Türkiye'nin AB ile yürüteceği müzakereler sürecinde bazı tavizler karşılığında Kıbrıs politikalarından geri çe-kildiğini görmek sürpriz olmayacaktır.

ABD'ye karşı Kıbrıs ve Akdeniz bölgesi üzerine rekabetinde AB, Kıbrıs'ın tamamına hakim olma konusunda kararlı gözükmektedir. Bu kararlılığın yegane boyutu, Ada'nın sahip olduğu jeopolitik önemidir. AB, siyasal bir entegrasyon olmadığı; "ulusal" bir irade geliştirme durumunda olmadığı ve içindeki emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabetini dengeleyerek var olduğu için "ulusal" iradenin, siyasal bütünselliğin ifadesi olan jeopolitika geliştirecek yetenekte değildir. Bu nedenle AB'nin Kıbrıs üzerindeki bu kararlılığına ancak görünüşte bir "jeopolitik kararlılık" diyebiliriz. AB, Kıbrıs'a hakim olmakla aynı zamanda bir Ortadoğu gücü olmayı da hedeflemektedir.

Bu denli sorunlu bir Ada'yı kendine üye yapmak için gösterdiği ilgi başka türlü açıklanamaz. Çünkü Kıbrıs'ın stratejik konumunun öneminden öte AB'ye katacağı hiçbir şey yoktur. Bu nedenledir ki Kıbrıs, AB'nin, ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"ne saplamayı planladığı bir hançerdir.

AB'de hakim güç konumunda olan Almanya-Fransa ikilisi bakımından ise Kıbrıs, bu emperyalist ülkelerin Ortadoğu'ya uzanmaları için vazgeçilmez bir üs konumundadır. Ada'nın AB'ye dahil olması durumunda AB'nin sınırları, Girit'ten 500 km daha doğuya kaymış olacak ve böylece AB, bütün Akdeniz'i kontrol edecek duruma gelecektir.

Böyle bir gelişme Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşmektedir.

Bu nedenlerden dolayı ne Amerikan emperyalizmi ne de bir bütün olarak AB, Kıbrıs'tan vazgeçerler.

Yakın geçmişte Amerikan emperyaliz-miyle Sovyet sosyal emperyalizmi arasında Akdeniz ve çevresi üzerine sürdürülen hegemonya mücadelesinin yerini bugün ABD ve AB gibi rekabet merkezleri arasındaki re-kabet almıştır. Rekabet merkezleri arasındaki güç dengesinin göreceliğine ve dolayısıyla değişebilirliğine bağlı olarak Kıbrıs sorununun birkaç emperyalist çözüm olasılığı vardır:

-Kıbrıs üzerine rekabette emperyalist ülke-ler arası güç dengeleri sonuç alıcı derecede değişmez ve Kıbrıs'ta çözümsüzlük, çözüm olur. Bugün olduğu gibi.

-Amerikan emperyalizmi bölgede AB karşısında yenilgiyi kabullenir ve Türk burjuvazisi de AB'den yana tavır alır. Bu olasılık durumunda Amerikan emperyalizmi bölgedeki, en azından Türkiye ve dolayısıyla Kıbrıs Türk kesimi üzerindeki nüfuzunu kaybeder. Bu, gerçekleşmesi zayıf bir olasılıktır.

-Amerikan emperyalizmiyle AB arasındaki çelişkiler keskinleşir ve AB, geri adım atarak Kıbrıs'ı gözden çıkartır. Kıbrıs Rum kesiminin AB üyesi olmasını göz önünde tutarsak bu, gerçekleşmesi bugün açısından oldukça zayıf bir olasılıktır. Ama ABD-AB arasındaki çelişkilerin bir emperyalist savaş boyutunu alacak derecede gelişmesi durumunda gerçekleşebilir bir olasılıktır.

-Görüşmelerin sonuç vermemesi durumunda Kıbrıs'ın fiili, de facto bölünmüşlüğü hukuki, de jura olarak onanır. Böylece Ada, nüfuz alanı olarak ABD ve AB tarafından paylaşılmış olur. Bu, ABD ve AB tarafından her an gerçekleştirilebilir bir olasılıktır.

-Türkiye'nin AB üyeliği müzakerelerinde Güney Kıbrıs'ı, bütün Kıbrıs olarak tanıması koşul yapılır -gelişmeler biraz da bunu gösteriyor. Bu durumda Türk burjuvazisi önünde iki alternatif vardır: a)AB'nin dayatmasını kabul ederek, Kıbrıs'ın Türkiye açısından stratejik öneminden, "ulusal" dava olmasından AB çıkarları lehine vazgeçer. Bu, Türkiye'nin ABD'den uzaklaşarak AB çıkarlarına göre hareket etmeye başlayacağını gösterir. AB'ye girmek için Türk burjuvazisinin belli kesimleri Kıbrıs'tan vazgeçilmesinin Türkiye'nin ulusal çıkarları için en doğru adım olacağının vaazını verebilir. Örneğin Türk sermaye örgütü TÜSİAD bu anlayıştadır. TÜSİAD, Türkiye'nin AB'ye aday üyeliği ile birlikte Kıbrıs sorunu üzerine resmi görüşü terk etti ve dünya kapitalist sisteminde stratejik önem kazandığına inandığı AB'nin politikalarına uygun bir çözümden yana tavır koydu. TÜSİAD, AB'ye üyelik sürecinde Kıbrıs'ı bir "ayak bağı" olarak görmektedir. b) Üyelik müzakereleri sürecinde Kıbrıs'ı tanıma dayatması karşısında Türkiye AB'ye restini çeker; üyelikten vazgeçtiğini açıklar ve Kıbrıs'ın taksimi de gerçeklik olur. Ordu ve onun düşüncesinde olan burjuva kesimler Kıbrıs'tan kolay kolay vazgeçemezler: Yukarıda da belirttiğimiz gibi esasen iki nedenden dolayı vazgeçemezler; 1)"Ulusal" dava olmasından ve 2) jeopolitik düşünen burjuvazinin çıkarları açısından stratejik önemi olduğundan dolayı.

Kıbrıs'ı Türkiye coğrafyasının bir parçası olarak gören jeopolitikacı faşist Muzaffer Özdağ, Türkiye'nin ve dolayısıyla Kıbrıs'ın jeostratejik önemini şöyle açıklıyor:

"Küçükasya Yarımadası'nı, Trakya'yı, Türk Boğazları'nı ve Kıbrıs Adası'nı, Anadolu'nun uzantısı Ege adalarını kapsamına alan Türkiye coğrafyası devletlerarası camia hayatının doğuşundan ve milletlerarası ilişkilerinin kuruluşundan günümüze jeopolitik ve jeostratejik planda dünyanın önde gelen odak noktalarından biri ve hatta en önemlisi olma özelliğini sürdürmektedir.

Tarihçilerin "Eski Dünya", jeopolitisyenlerin "dünya adası" diye tanımladıkları Asya, Avrupa ve Afrika kara kıtalarının oluşturduğu '(bu) büyük kara blokunda ve bu kıtaların kavşak bölgesindeki iç deniz havzalarında merkezi konumuyla, doğu-batı, kuzey-güney eksenindeki giriş ve çıkışlara, hareketlere köprü, kapı, kilit olma özelliği, Türkiye coğrafyasının jeopolitik önemini sürekli kılmaktadır. Doğanın kanuniyetleri, kıtalar arası ulaşımı, ticari, askeri, siyasi etkinliği yönlendirme ve denetleme imkanı bölgesel, kıtasal, evrensel çapta menfaati olan veya üstünlük politikası izleyen her gücü Türkiye coğrafyası ile ilgilenmeye mecbur bırakmaktadır.

Bugün birlikte yaşamaları imkansızlaşan iki halkın iki ayrı devlet oluşturmalarına dayanak olan Kıbrıs, ' değişmeyen coğrafi konumu ile bölgeye yabancı hasım bir güç veya emperyalist patronuna taşeronluk yapacak bir devlet elinde Türkiye için ve barış için ciddi bir tehdit oluşturacağı açıktır." ("Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Türkiye Güvenliği için Hayati Önemi" makalesi, "Türkiye ve Türk Dünyası, Jeopolitiği Üzerine" derlemesinden, ASAM yayınlar, 22, Ankara, 2001, Syf., 365-370/371).

Orgeneral Hilmi Özkök Genelkurmayın Kıbrıs sorununa yaklaşımını açıklarken şöyle diyordu: "Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden ve güvenlik ihtiyacını sağlamayan bir Kıbrıs çözümüyle 'Türk'ün Anadolu'ya hapsedilme süreci' hemen hemen tamamlanmış olacaktır".

Bu anlayışla ASAM'da oluşturulan Kıbrıs'ın stratejik önemi üzerine anlayış arasında hiçbir fark yoktur.

Bu görüş aynı zamanda ordunun ve burjuvazinin de görüşüdür.

Annan Planı kabul edilmemiştir, ama referandumun sonuçları üzerine tartışmalar ve birtakım gelişmeler göstermektedir ki, Kıbrıs sorunu artık yeni bir aşamaya girmiştir. Referandum sonrasında Kıbrıs Türk kesimine AB ve ABD'nin verilen "yardım" sözünü tutmamalarını, Türkiye'nin Kıbrıs Türk kesiminin "bağımsız" bir devlet olarak tanınması için çabasını ve nihayetinde Türkiye'nin AB'ye üyelik süreciyle bağlam içinde Güney Kıbrıs'ı tanımasının dayatılmasını ABD'den birtakım heyetlerin Kuzey Kıbrıs'ı ziyaretlerini, Azerbaycan işadamla-rının ziyareti takip etmiş ve bu ülkeden özel bir havayolu şirketi Kuzey Kıbrıs'a ilk doğrudan uçuşu gerçekleştirmiştir.

Türkiye'nin durumu düne; referandum öncesine nazaran bugün hem daha zor hem de daha kolay. Yani soruna bakış, perspektif, alternatifi belirleyecektir:

İlk alternatif:

Birincisi;Türkiye'nin, ne pahasına olursa olsun AB üyeliği diyecek durumu yok. Ne pahasına olursa olsun demek Kıbrıs konusunda AB'nin ve Yunanistan'ın dediklerini kabul etmektir. Böyle bir teslimiyet başka sonu gelmeyen dayatmaları da beraberinde getirecektir. Bunun ötesinde Türk burjuvazisinin, Türkiye sınırları dışındaki Türk toplumlarına ve devletlerine yaklaşımında samimi olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü böyle bir teslimiyet durumunda bu topluluklar, "Kıbrıs'ı satan bizi haydi haydiye satar" diye düşüneceklerdir. Böyle bir teslimiyet sonucunda Türk toplumu içinde burjuvazinin "ulusal" davayı sahiplenmede güvenilmez olduğu anlayışı yayılacaktır. Jeopolitik açılımlar oluşturmaya; Adriyatik kıyılarından Çin Seddi'ne at koşturmaya heveslenen bir burjuvazinin böyle bir tavizi vermesi pek düşünülemez.

İkincisi; ABD ile AB arasındaki çelişkiler giderek keskinleşmekte. Dönemsel olası yumuşama bu sürecin ilerlediğini karartamaz. Bu nedenle ABD, üye olmak için Türkiye'nin Kıbrıs konusunda AB'ye kolayca teslim olmasına izin vermez. Çünkü böyle bir durumda ABD, Kıbrıs'ı AB'ye teslim etmiş olacaktır. Kıbrıs'ın jeopolitikasındaki öneminden dolayı Amerikan emperyalizmi bunu mücadelesiz kabul etmez.

İkinci alternatif:

Kıbrıs'ın yukarıda belirttiğimiz öneminden dolayı Türk burjuvazisi, üyelik sürecini kapatmayı göze alarak da AB'ye karşı direnir. Bu bir restleşmedir. Bu durumda AB'nin Türkiye üzerindeki etkisi zayıflar ve Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya uzanması hayal olur. Türk burjuvazisinin böyle bir adım atmasında Amerikan emperyalizminin önemli bir rol oynayacağı unutulmamalıdır. AB'yi bölgeden uzak tutmak için ABD, Türkiye'yi, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da cesaretlendirir. Muhtemelen bazı kırıntılar da verebilir.

Hangi perspektif ve alternatif açısından bakılırsa bakılsın sorun gelip ABD-AB arasındaki rekabetin seyrine; güç dengesine dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, Türkiye'nin durumu bugün düne nazaran oldukça zordur.

Kıbrıs sorununun çözümünde Marksist tavır nasıl olmalıdır?

Nüfusu ancak 700 bin kadar olan küçük bir adada dünyanın önde gelen belli başlı emperyalist haydut devletleri birbirlerine giriyorlar, tepişiyor ve bütün bunları Kıbrıslıların geleceği, barış içinde yaşamaları için yaptıklarını açıklıyorlar. Bu sahtekarlıklarının bir parçası da Ada halklarını tehdit etmektir. Annan Planı kastedilerek bu plan "çözüm için son şans"tır, kabul etmelisiniz diye baskı yapıyorlar. Annan Planı'yla "Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti"nin kurulacağı havasını uyandırıyorlar.

Ada'nın esas sahipleri olan Türk ve Rum halklarına sormadan, onların görüşlerini almadan hazırlanan plan üzerine cumhuriyet kuruyorlar!

Söz konusu plan metnin 3. sayfasında şöyle deniyor:"Elen Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Krallığı, Kıbrıs sorununun söz konusu kapsamlı çözümünü kabul eder ve Kıbrıs'ta kurulacak yeni düzenle ilgili hususlara ilişkin ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin 102. maddesi uyarınca uluslararası bir anlaşma olarak kayda geçirilecek ekli anlaşmayı Kıbrıs'la birlikte imzalama yükümlülüğü altına girer".

Yani, Kıbrıs'a barış getireceklerini söyleyenler, Kıbrıs'ın geleceği hakkında Kıbrıs halklarının karar veremeyeceklerini böyle açıklıyorlar.

Annan Planı, o zamana kadar Kıbrıs'ta geçerli olan Türk ve Yunan statükolarını sarsmış, bu ülkeleri Kıbrıs üzerine stratejilerini gözden geçirmeye zorlamıştır. O güne kadar uzlaşma uzlaşmazlık olarak, çözüm çözümsüzlük olarak devam etmişti. Bu planla birlikte eskiden farklı olarak yeni bir "barış" olanağı sunuluyordu. Bu "barış" için Kıbrıs halklarının iradesi sorulmamıştır. Kıbrıs'ın geleceği, "barış" ve "birleşik Kıbrıs" adı altında Ada'da hegemonya için rekabet eden emperyalist güçler arasındaki güç dengesine bağlanmıştır. Geçmişte olduğu gibi şimdi de sunulan "barış"ın altında Yunanistan'ın, Türkiye'nin ve Büyük Britanya'nın imzaları vardır. BM, AB ve ABD de imzaların içinde sırıtıyorlar.

İnsanlığın coğrafi ufku genişledikçe, talancılık ve hegemonya yayıldıkça Kıbrıs Ada'sı her dönemin hegemon güçleri tarafından sürekli işgal edilmiştir, ilhak edilmiştir, alınıp satılmıştır, öyle ki Osmanlının yaptığı gibi kiralanmıştır ve sonra yine dış güçler tarafından bağımsız cumhuriyet ilan edilmiştir. Kıbrıs'ı Kıbrıslılar değil, Doğu Akdeniz'de hakim olan güçler yönetmişlerdir. Bütün bu gelişmelerde Kıbrıs halkının iradesi sorulmamıştır. Tarih boyunca Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin hakkından mahrum kalmıştır. Yeni "barış" arayışında da Kıbrıslılar tümüyle dışlanmışlardır.

Ada'nın her iki tarafında da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar iradelerinin ürünü olan bir çözüm üretmekten; bu amaçlı bir örgütlenmeden henüz uzaktırlar. Bunun böyle olmasında her iki kesimdeki burjuva hakimiyetin, beslenen, kışkırtılan, sürekli canlı tutulan şovenizmin ve düşmanlığın belirleyici rolü vardır. Her iki taraftan Kıbrıs halkı şimdiye kadar şu veya bu biçimde burjuva seçenek ötesinde bir seçenekle karşı karşıya kalmamıştır. Bu nedenle de şu veya bu biçimde, ama sürekli olarak burjuva seçeneklerin peşinde koşmaya, boyun eğ-meye zorlanmıştır.

Son dönemin popüler seçeneği AB'dir. AB'nin bütün sorunları çözeceğine, Ada'ya barış ve refah getireceğine dair inanç büyüktür.

Rum kesiminde yaşam seviyesinin yüksek olması, Türk kesiminde AB'nin kurtarıcı olarak görülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Türk kesiminin Annan Planı'na evet demesinde bu durum önemli bir rol oynamıştır. Ada'yı bu hale getirenlerden birisinin kurtarıcı olarak görülmesinde şaşılacak bir durum yok.

Emperyalist rekabet ve işgal koşullarında Kıbrıs sorununda kalıcı bir çözüme ulaşmak imkansızdır. Emperyalist politikaların sonucu olan hiçbir çözüm Kıbrıs'ta gerçek barışı sağlayamaz. Kıbrıs, ABD'nin veya AB'nin hegemonyası altında "refaha" boğulabilir, bir müddet böyle devam edilebilir, ama emperyalist rekabet merkezleri arasındaki güçler dengesinin değişmesiyle birlikte birileri Kıbrıs'ı yeniden "kaşıyabilir" ve yok olduğu sanılan çatışmalar yeniden gündeme gelir.

Kıbrıs'ta sorununun kalıcı çözümünü sağlayacak olanlar Kıbrıslılardır; yani Ada'nın yerli halklarıdır. Bu nedenle veya gerçek çözümün maddi zemininin oluşması için Türkiye ve Yunanistan'ın Ada'daki askeri güçlerini geri çekmeleri ve İngiltere'nin, ABD, AB'nin Ada'dan tamamen çekilmeleri gerekir. Ancak bu koşullarda Ada halkları kendi geleceklerini özgürce tayin etme olanağını bulabilirler.

Kıbrıs sorunu, ada halkları arasındaki bir sorun değildir. Kıbrıs'ı sorun yapan, yerli işbirlikçileriyle birlikte Türkiye, Yunanistan ve Ada'ya hakim olmaya çalışan emperyalist güçlerdir. Bunlar kendi aralarındaki rekabetten dolayı sorun olmaktalar. Kıbrıs sorununun halklar arası bir soruna ve çatışmaya dönüşmesinin esas sorumluları bu güçlerdir.

Kıbrıs Sosyalist Partisi programında şu anlayışa yer veriliyor: "Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında burjuvazinin hakimiyeti ve bu hakimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkansızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkansızdır". Emperyalizm ve Türk ve Yunan burjuvazileri ve onların Kıbrıs'taki uzantıları Kıbrıs sorununun demokratik çözümünü günümüz koşullarında imkansız yapmışlardır. Kıbrıs, hem coğrafi olarak hem de siyasi olarak de facto ikiye bölünmüş durumdadır ve Ada'daki her iki toplum, birbirinden uzaklaştırılmıştır. Her iki halk, gerici, şovenist ulusal çitlerle birbirinden ayrılmış durumda. Bu durum, onların ortak bir irade geliştirmeleri önündeki belirleyici engeldir. Birleşik Kıbrıs'ın önündeki en büyük engel bu durumdur.

MLKP, Kıbrıs halklarının birliğine ve özgürlüğüne hizmet eden her hareketi destekler. Bağımsız ve birleşik Kıbrıs için işgale son verilmesi, Kıbrıs'ta tüm askeri güçlerin çekilmesi, üslerin kapatılması; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ın garantörlüklerine son verilmesi vb. taleplerini destekler, kendi talepleri olarak yükseltir.

Birleşik ve Demokratik Kıbrıs, Türk ve Rum halklarının ortak geleceği demektir. Ancak bu bir devrim sorunudur. Birleşik ve bağımsız Kıbrıs, sosyalist Kıbrıs'ın kurulmasıyla sağlanabilir.Ancak o zaman, halkların gönüllü birliği üzerinde özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleşecektir. Kıbrıs'ta gerçek çözüm, Kıbrıs halklarının kendi iradesi ve eyleminin eseri olacaktır.

Kıbrıs'ta devrim sorununun, Ada'nın stratejik özgün konumundan, -emperyalist güçlerin Kıbrıs'ta devrimi boğma çabaları ve buna Türk ve Yunan burjuvazilerinin katılması- güç sorunundan ve güçlü sosyalist ülke veya ülkelerin olmamasından dolayı zorlukları vardır. Bu nedenle Kıbrıs devriminde enternasyonal dayanışma ve mücadele zorunludur. Dolayısıyla Kıbrıs Sosyalist Partisi'nin de programında yer verdiği, "barış isteğimizin acilen yerine getirilmesi için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'deki işçiler ve tüm dünya emekçi hareketi ile birlikte uluslararası dayanışma içinde tutarlı bir mücadele yürütülmesi" düşüncesi, enternasyonal, tarihsel ve siyasal görevlere işaret ediyor.