Sosyal Hareketler ve Sınıfsal Karakteri
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

„Küreselleşme" kavramı, özellikle de Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana oldukça farklı yorumlanmış ve her bir yoruma göre de farklı siyasal sonuçlar çıkartılmıştır. Sorunun ideolojik ve teorik boyutlarının karartılması için toplumsal gelişmenin nesnel yasaları da inkâr edilmiştir. Öyle ki kapitalist toplumun uzlaşmaz iki sınıftan (proletarya ve burjuvazi) ve ara sosyal tabakalardan oluştuğu gerçeği bir kenara itilmiş ve sorun, küreselleşmeden yana olanlara ve küreselleşmeye karşı olanlara indirgenmiştir.
Emperyalist burjuvazinin ideologlarına göre "küreselleşme", demokrasidir, özgürlüktür, refahtır. Uluslararası kitle hareketinin, günümüzdeki sosyal hareketlerin cisimleştiği Dünya Sosyal Forumu (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu (ASF) reformist ve pasifist önderliğine ve etkisindeki ATTAC'a göre "sosyal devlet"in yıkımı demektir. Bazı küçük burjuva çevrelere göre (örnegin Negriciler) "küreselleşme", yeni bir düzenin, yeni bir dönemin ifadesidir ve başka bazı küçük burjuva çevrelere göre de emperyalizmin gelişmesinin yeni, en son evresidir/aşamasıdır (örneğin bir kısım Maocular).
"Küreselleşme", Marksizm'in değerlendirdiği ilk konulardan birisidir. Küreselleşmenin ne anlama geldiğini Marks ve Engels daha Komünist Manifesto'da açıklarlar1.
Küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin; sermayenin; kapitalist üretimin; bir bütün olarak sermaye hareketinin uluslararasılaşmasından başka bir anlam taşımaz. Marks'a göre küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin genişleme zorunluluğudur, dünya pazarının oluşmasına özgüdür2.
Kapitalist ekonominin 1970'lerden bu yana gelişme seyri burjuva ideologları ve iktisat bilimcileri tarafından yoğun olarak tartışılmıştır. Buna, monetaristlerin ve fiskalistlerin bilim dünyasındaki tartışmaları da diyebiliriz. Bu tartışmalarda neoliberalciler (monetaristler), kuralsızlaştırılmış, devletin müdahalesinin olmadığı, her şeyin metalaştırıldığı bir pazar sistemini savunurlarken Keynesçiler (fiskalistler), devlet müdahaleciliğini, "sosyal devleti" savunmuşlardır.
O zamana kadar sermaye hareketinin sosyal politik ifadesi olan Keynesçilik, artık sermaye hareketinin seyrine tekabül etmediği için reddedilmiş ve yerini neoliberalizm almıştır.
Keynesçilik, neokeynesçilik olarak monetarizm biçiminde hâkim olmaya başlayan neoliberalizme karşı "savaşarak" geri çekilmeye başlamıştır.
Bugün bütün yönleriyle yaşanan neoliberalizmin ne türden ilişkileri geliştirdiğini ve esas aldığını Engels, daha 1845'te açıklıyordu3.
O gün olduğu gibi, bugün de her şeyin "değip değmediğinin" hesabı yapılıyor. Bütün toplumsal ilişkiler buna göre düzenleniyor. Bir taraftan toplumsal yaşamın bütün alanları üzerinde mülkiyetin hâkimiyeti, diğer taraftan veya buna karşı olarak kontrol, ekonominin yönlendirilmesi. Lehte ve aleyhte oluşluk! Lehte ve aleyhte olmak, "yeni" sosyal hareketten4; günümüzdeki sosyal hareketten yana mısın değil misin anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlardan bahsetmiyoruz. Neoliberalizm ile "sosyal devlet" yanlılarının mücadelesinden bahsediyoruz. Bugünkü kapitalizmin hâkim politikası neoliberalizmden ve ona karşı olan, "sosyal devlet"i talep eden, o toplumsal hareketi siyasi ve ideolojik olarak yönlendiren reformist ve pasifist güçlerden bahsediyoruz. Başlangıçta neoliberal kapitalizm (neoliberalist burjuvazi) ile Keynesçi kapitalizm, ("sosyal devlet") arasındaki çelişki, DSF'de ve ASF'de ifadesini bulan günümüzdeki sosyal hareketin, yani uluslararasılaşmış sosyal hareketin doğmasına neden olmuştur.
Bu hareket içinde reformizm ve pasifizmin örgütlenmesini, dolayısıyla neoliberalizme (IMF'ye, DB'ye, DTÖ'ye, Amerikan emperyalizmine, uluslararası tekellere) karşı reforme edilmiş kapitalizm için, "sosyal devlet" için mücadeleyi DSF ve aynı zamanda ASF temsil etmektedir. DSF ile neoliberalizm arasındaki çelişki, neoliberalizm ile Keynesçilik arasındaki çelişkidir. Bunun böyle olduğunu DSF'yi oluşturan temel güçlerin siyasal, teorik, ideolojik anlayışlarında görmekteyiz.
"Yeni" sosyal hareket teorilerinin bir kısmı, emperyalist burjuvazinin pek revaçta tuttuğu "yeni sınıf" teorilerine dayanmaktadır. En popüler ve özlü ifadesini Hardt ve Negri'nin İmparatorluk'unda bulan bu tezlerin ortak noktası, emperyalist küreselleşme döneminde toplumda "yapısal" değişikliklerin meydana geldiği, buna bağlı olarak işçi sınıfının tarihsel misyonunu yitirdiği, yeni sınıflara, ya da kimlik gruplarına veya İmparatorluk'taki ifadesiyle "çokluk"a yerini bıraktığı iddiasıdır. Kimilerince bu toplum "post modern", "post-endüstriyel toplum" olarak tanımlanmaktadır. Bu iddialara göre bu "yapısal" değişiklikler, sivil ve siyasal alanların yeniden tanımlanmasını, hükümet ve devletler dışı bir "sivil toplum" kavramının önemli bir unsur olarak merkeze alınmasını beraberinde getirmektedir. Toplum artık "post-endüstriyel" toplum olduğuna, "İmparatorluk" çağında yaşandığına, sanayide ifadesini bulan maddi değerlerin üretimi süreci önemini kaybettiğine göre, artık toplumsal mücadelede "maddi" değerleri üretenlerin; yani işçi sınıfının yerini de "maddi olmayan emek" harcayanlar; "post-materyalist" "değerleri" "üretenler", yani "çokluk" almış oluyor. Bu burjuva ideologlar, bu tezlerden yola çıkarak, Marksizm'in ya da onların deyimiyle "klasik Marksizm"in artik yeni toplumsal hareketleri anlamada ve tanımlamada yetersiz, eksik ya da devre dışı kaldığını öne sürmekteler. Marksizm'in tanımlayabildiği eski sosyal hareketler, ekonomik olarak tanımlanan (yani maddi değerler temelinde tanımlanan) sınıf temelli hareketlerken, "yeni" veya günümüzdeki sosyal hareketlerin, tabanı farklı sınıflardan oluşan, "post-materyalist" değerler üzerinde yükselen, kimlik temelli hareketler olduğu, temel ekseni farklılık ve ötekilik vurgusu olan harekeler olduğu iddia edilmektedir. Yani "endüstriyel toplum"dan "post endüstriyel toplum"a geçiş, sınıf temelli sosyal hareketlerden "değer" temelli sosyal hareketlere geçişe tekabül etmektedir. Tezlere göre söz konusu olan, işçi sınıfının siyasal bir yenilgi almış olması değildir. Aksine, emperyalist küreselleşme veya emperyalist küreselleşmenin üzerinde yükseldiği koşullar; "maddi olmayan emeğin" yaygınlaşıp merkezi bir önem kazanması(!) işçi sınıfını önemsizleştirmiştir. Sorun, siyasal değil yapısaldır. Farklı tipte ücretli çalışanlar ortaya çıkmıştır. Sömürü artık salt artı değer üretimi ile sınırlandırılamaz (Sanki Marksistler böyle bir sınırlandırma yapıyorlarmış gibi!). Hizmet sektörü sanayi üretimin önüne geçmiştir. Ortaya bir "yeni orta sınıf" çıkmıştır. Marks, yalnızca, eski sistemlerden devralınan (köylülük vb.) ara sınıfları tanımlamış, bu "yeni orta sınıfı" ise öngörememiştir. Dolayısıyla Marksist teori, bu "yeni orta sınıfın" hareketini anlamaya muktedir değildir. Marksist teori "yeni" sosyal hareketler ya da yeni dönemin ihtiyaçları karşısında krizdedir. Artık siyasal kutuplaşmalar sınıflar temelinde değil, "değerler" temelinde gerçekleşmektedir. Artık sınıfsal sömürünün yerini, kapitalistler dışında herkesin; "çokluk"un sömürülmesi, "ötekilik" ya da kimlik temelli ezilme almıştır. Toplumsal dönüşümlere öncülük edecek herhangi bir ayrıcalıklı kesim ya da sınıf yoktur. Devrimci öznelerin yerini "toplumsal aktörler" veya "çokluk" almıştır.
"Yeni" sosyal hareket kuramcılarının bu hareketleri bağladıkları program ise "radikal demokrasi projeleri"dir veya "itaatsizlik"tir, "terk"tir, "kaçış"tır (Negri). Bu teorilerin özünde, toplumsal devrim olmaksızın, dahası özel mülkiyet söylem bazında bile sorgulanmaksızın kapitalizmin dönüşümünün, sömürü ve ezilmenin ortadan kalkışının mümkün olduğu biçimindeki klasik tartışmayı yeni biçimde allayıp pullayıp gündeme taşımak durmaktadır. "Radikal" demokrasi teorilerinin en radikal talebi, demokratik hak ve özgürlüklerin mümkün olan en büyük ölçüde artırılmasıdır. Bu köhne reformist talepler, gerek klasik burjuva liberalizme, gerekse Marksizm-Leninizm'e alternatif olarak sunulmaktadır.
Günümüzdeki sosyal hareketin bileşenlerine baktığımızda bu hareketin gerçekten bir "gökkuşağı" olduğunu görüyoruz:"Oldukça çeşitliyiz: Kadınlar ve erkekler. Yetişkinler ve gençlik. Yerliler, köylüler ve şehirliler. İşçiler, işsizler ve evsizler. Yaşlılar ve öğrenciler. Her türden inançta olanlar, her renkten olanlar ve farklı seksüel eğilimleri olanlar. Bu çeşitliliğin ifadesi, bizim gücümüzdür ve birliğimizin temelidir" (DSF "İlkeler Şartı"ndan). Yani kendisine "sol" diyenler, ekoloji grupları ve örgütleri, Attac gibi yeni tipten örgütler, sendikalar, küçük köylü örgütleri, insan hakları grupları, adaletli ticaret isteyen inisiyatifler, dini (kilise) gruplar vs. Görüldüğü gibi, bu hareketin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir. (Dünya çapında sayılarının 30 bin olduğu tahmin edilen Hükümet Dışı Örgütleri göz önüne getirelim).
Bu hareket, sözde herkese açıktır. Genel olarak sosyal forum hareketinde ve dolayısıyla DSF'de de kilise, „küresel oyuncu"dur. Dini çevrelere yer vardır, ama Marksist-Leninistlerin, komünistlerin katılımı engellenir. Çünkü günümüzdeki sosyal hareket bunları "saygı değer" ve "hoşgörülü" olarak görmüyor ve kabul etmiyor. Sadece devrimcilerin ve komünistlerin bu harekette yeri yok.
Hareketin önderliğini yapan belli başlı güçlerden biri, ATTAC'tır ("Yurttaşlar İçin Tobin Vergisi Eylemi" veya "Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik"). Sermaye hareketinin kontrol edilmesini savunan ATTAC, dünya çapında sürekli dolaşan spekülatif sermayenin vergilendirilmesini talep eder. ATTAC'in bu projesiyle dizginlemek istediğinin, sermayenin hareketi değil, zengin-yoksul arasındaki uçurumun büyümesiyle yoksulların sokağa mevcut düzene karşı sokağa dökülmesi olduğu aşikârdır. Proje, emperyalist devlet reforme edilerek geniş yığınlar nezdinde güvenilir bir kurum haline gelmesini hedeflemektedir
Bir diğer temel güç, Lula'da simgeleşen klasik burjuva liberalizmidir.
Hareketin kitleselliği karşısında gözleri kamaşan Trockistler, hareketin içine sızarak ele geçirme ve DSF'leri bir dünya partisine dönüştürme hedefiyle faaliyet sürdürüyorlar. İşçi sınıfı dışında hiç bir toplumsal tabakaya devrimci, hatta ilerici bir misyon biçmeyen Trockist güçler, bu hareketlerden bu denli medet ummasını, kendi kitleleri nezdinde hareketi bütünüyle işçi sınıfından ibaret olduğu iddiasıyla açıklayarak gerçeklikten tamamen uzak bir tutum içindeler. Dışarıya karşı ise hareket içinde Trockizmi bile açık açık savunamıyorlar. Trockizmin bu hareketler içindeki tutumu kitle kuyrukçuluğudur, "entrizm"ci taktikleri nedeniyle, sonuna dek hareketin dümen suyunda giderek kendilerine yol açmaya çalışmaktır.
Anarşist ve otonom grupların her türden otorite ve devlet karşıtı yaklaşımları, günümüzdeki sosyal hareketin "hegemonya karşıtı küreselleşme" alternatifi ile buluşmaktadır.
Soruna sayısal açıdan değil de savunulan görüşler açısından baktığımızda, bu hareketin küçük burjuva, reformist, sosyal demokrat, anarşist, feminist, önemsiz de olsa troçkist çevrelerden, partilerden, sendikalardan, kitle örgütlerinden oluştuğunu görmekteyiz.
Yukarıdaki tanımlamayı sınıfsal çerçevede şöyle de ifade edebiliriz: "Yeni" sosyal harekette işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi, ulusal burjuvazi ve Avrupa menşeli emperyalist burjuvazinin reformist ve pasifist kesimleri yer almaktadır. Soruna siyasal yönelim ve savunulan düşünceler açısından baktığımızda bu harekette reformist ve pasifist düşünceler hâkimdir. Ama Yunanistan'da gerçekleştirilen ASF'de 4. ASF, 2006, Atina) komünist ve devrimci örgütler ASF çerçevesinde mücadele biçimi olarak bir "Antiemperyalist Alan" oluşturarak hâkim pasifist ve reformist düşüncelere karşı mücadelenin ASF içinde de örgütlenebileceğini göstermişlerdir.

"Yeni"(günümüzdeki) sosyal hareket ne için mücadele ediyor?
Porto Alegre, daha baştan, bir protesto hareketi olmakla sınırlı kalmak istemedi. DSF veya Porto Alegre, amacın, "başka bir dünya olasıdır"ı sloganlaştırmak ve gerçekleştirmek olduğunu açıkladı. Aslında bu, siyasal olarak emperyalist küreselleşmeye, neoliberalizme ve aynı zamanda Marksizm-Leninizm'e de bir meydan okumaydı. Emperyalist küreselleşme ve neoliberalizm savunucularına karşı, "Dünyadaki mevcut ‘kötülüklerin', yoksulluğun, işsizliğin vb. sorumlusu sizlersiniz. Bu düzeninizin yerine başka bir dünya getireceğiz. Bu dünya da ‘sosyal devlet' dünyasıdır" diye meydan okuyorlar. Komünistleri de sınıf düşmanı olarak görüyorlar ve ilişki ve mücadelelerine de bu açıdan bakıyorlar. Bu anlamda bu sosyal hareketin siyasal duruşu oldukça açıktır, kime karşı niçin mücadele ettiği konusunda bilinmeyen bir yanı yoktur. II. DSF çerçevesinde yapılan "Neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direnç. Barış ve sosyal Adalet için" açıklaması amacın ne olduğunu yeteri kadar göstermektedir:
"Neoliberalizme ve savaşa karşı mücadelelerimizi devam ettirmek, geçen yılda varılan kararları onamak ve başka bir dünyanın olası olduğunu bir daha göstermek için buraya geldik....Mücadelelerimiz ve direniş eylemlerimiz, seksizme, ırkçılığa ve zora dayanan sisteme karşı. DSF, sermayeyi... sistematik olarak halkların gereksinimleri karşısında imtiyazlı yapan sisteme karşı geniş bir birliktir... ABD ve müttefiklerinin hâkimiyetini amaçlayan bir sürekli küresel savaşın başındayız... Savaşa (Afganistan savaşı kastediliyor) muhalefet, hareketimizin yapıcı unsurlarıdır... Filistin halkıyla dayanışma... IMF, mali kriz... Çevre sorunları... G-8'lerin toplantıları... Küresel ekonomik kriz, neoliberal iktisat modeli... Barış ve kolektif güvenlik için mücadele... Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi... Suyun, toprağın, gıdanın, tohumun, kültürlerin korunması... DTÖ'ne karşı mücadele... Sosyal adalet, vatandaş ve özgürlük haklarının muhafazası, eşitlik için mücadele... Yurtdışı borçlarının silinmesi... Spekülasyona karşı mücadele, „Tobin-Vergisi"nin uygulanması için mücadele5. „Vergi cennetleri"nin yok edilmesi... Hükümetler, halklar karşısında sorumludur. Çünkü biz bütün dünyada seçimli ve katılımlı bir demokrasi için mücadele ediyoruz. Devletin ve toplumun demokratikleştirilmesi ve diktatörlere karşı mücadele zorunludur... Enformasyon hakkı için mücadele... Gençlik için ücretsiz eğitim hakkı... Askere alınma zorunluluğunun kaldırılması... İndigen halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı..."6.
İddia açık: Bu hareket kapitalizme, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı değil. Sadece ve sadece, emperyalizmin neoliberal dayatmalarının bazı sonuçlarına karşı. Sanılıyor ki bu sonuçlar, birtakım düzenlemelerle, politikacıların iyi niyetiyle ortadan kaldırılabilir. Ortaya konan, emperyalist küreselleşmeye karşı olan bir alternatiftir. Öne sürülen alternatif iki anlamlı: Bazı çevrelere göre "başka bir dünya olasıdır", dünya tarihinin yeni bir aşaması olarak; insanlık tarihinin emperyalist küreselleşme ötesini temsil eden bir aşaması olarak görülüyor. Bazı sosyal demokrat, reformist çevrelere göre de "başka bir dünya olasıdır", "sosyal devlet"e geri dönüş olarak algılanmaktadır. Birincisine Negriciler, emperyalist çağın geride kaldığını savunan başkaca küçük burjuva çevreler, ikincisi de Fransa ve Almanya ATTAC çevresi örnek olarak verilebilir
Sosyal hareket örgütçüleri, propagandacıları, teorisyenleri, evet politikacıları, niçin mücadele ettiklerini çok iyi biliyorlar. Önemli olan, bu anlayışlarının "yeni" bir dünya görüşü olarak milyonlarca işçi ve emekçi yığınlara kabul ettirilmesidir. Bu hareketin elinde olağanüstü imkânlar vardır. Her taraftan destek görmektedir. Kimileri kendi çizgisine çekmek için, kimileri eritmek için ama genel olarak da işçi sınıfı ve emekçi yığınları alternatif olarak sosyalizmden uzaklaştırmak için maddi manevi imkânlar sunmaktalar.
Bu hareket, Le Monde Diplomatique gibi basınıyla, ATTAC gibi kitle örgütleriyle, troçkistleriyle anarşistleriyle, feministleriyle, Chiapas (Meksika), Porto Alegre (Brezilya) gibi kutsal yerleriyle, J. M. Keynes, J. Tobin gibi fikir babalarıyla, I. Ramonet gibi önderleriyle, S. George, P. Bourdieo, M. Mies, T. Negri, R. Konten, V. Forrester gibi teorisyenleriyle, B. Cassen gibi örgütleyicileriyle, Alman, İngiliz, Fransız parlamentolarında, Avrupa Parlamentosunda, Fransız Senatosunda milletvekili, senatör olan üyeleri ve temsilcileriyle, vakıflarıyla, emperyalist-gelişmiş ülke (daha ziyade AB) dışişleri bakanlıklarıyla, neoliberalizm, "sosyal forum", "sosyal devlet", "sivil toplum", "Tobin-Vergisi", "maddi olmayan emeğin" merkezi rol oynaması, "biyo-iktidar" gibi kavramlarıyla, "mali pazarların silahsızlandırılması", kapitalizmin, emperyalizmin "dizginlenmesi", "demokratikleştirilmesi", "uluslararası tekellerin iktidarının sınırlandırılması", "başka bir dünya mümkündür" gibi sloganlarıyla ve nihayetinde her şeyin sorumlusu olarak görülen IMF'siyle, DB'siyle ve DTÖ'süyle "başka bir dünya olasıdır"ı gerçekliğe dönüştürmeye çalışmaktadır.
Şüphesiz ki bu hareket, proleter karakterli değildir. Bu hareket, küçük burjuva kendiliğindencidir ve orada burjuva ve küçük burjuva ideolojisi hâkimdir. Bu hareketin önderliği, geniş bir tabanı siyasi olarak doğrudan yönlendirmekte ve ideolojik şekillenmesini derinleştirmektedir. Hem ATTAC ve hem de dünyanın her köşesinde bu harekete bileşen olarak, taban olarak katılanların çoğunluğu proleter menşeden ve ideolojiden kopuktur. Negri'nin deyimiyle gerçek anlamda bir "çokluk"tur. Onların sosyalizme, dünya proletaryasının önderlerine, devrime bakış tarzları bunu göstermektedir. Hareketin önderliği, bu gerçeğin bilincinde ve bundan dolayı da ortak nokta reformist taleplerde birleşildiği ve takvim eylemciliği esas alındığı için, siyasi açıdan gökkuşağı olma özelliğini; farklı oluşluğu özenle korumaya çalışıyor. Hareketin önderliği, -bırakalım işçi sınıfı açısından sınıf bilinci taşımayı- devrimci antiemperyalist bilincin taşınması ve tabanın antiemperyalist düşüncelerle şekillenmesi önünde de engeldir. Hareketin literatüründe emperyalizm, antiemperyalizm kavramlarının yeri yoktur. Devrim asla yoktur.

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin temel özellikleri nelerdir?

  • Günümüzdeki sosyal hareketin, emperyalizm-neoliberalizm ve "küreselleşme" eleştirisi küçük burjuva eleştiridir ve tutucudur. Kendini, "küreselleşme"nin aşırılıklarının törpülenmesiyle sınırlıyor. Bu sosyal hareket için sorun, kapitalizmin kendisi değildir. Bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor ve "başka bir dünya olasıdır" anlayışıyla kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, için sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, emperyalist burjuvazinin enjekte ettiği ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği "küreselleşme dönemi"nin adil ve demokratik olmasını talep ediyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, "sosyal devlet"i ve burjuva demokrasini idealize ediyor; yegâne alternatif, insanlığın kurtuluşu olarak sunuyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor ve IMF, DB ve DTÖ'nden oluşan "üçlü kutsal ittifak"ı hedef alıyor. Genel olarak sermaye diktatörlüğüne karşı mücadele etmiyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket için sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir.
  • Günümüzdeki sosyal hareket için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.

Günümüzdeki sosyal hareket, bu ve benzeri temel düşünceleriyle ideolojik olarak, antikomünisttir, dolayısıyla gericidir, hayalcidir ve siyasi olarak da reformist ve pasifisttir.
Günümüzdeki sosyal hareket, "küreselleşme"nin eleştiri konusu edilen yansımalarını bazı tekellerin, kapitalistlerin, spekülatörlerin "hırs"ına, doymazlığına, bir bütün olarak yanlış politikalara veya doğru politikaların yanlış uygulanmasına indirgiyor. ‘Önemli olan, bu yanlışlardan dönmektir, yanlış olanı reddetmektir, ama bunu yaparken bu yanlışlarla kapitalist sistem arasında bağ kurmamaktır. Sistem, temizdir. Esas olan, bu temiz sistemi kirleten bazı unsurlarının yanlış politikalarını hedef almaktır' vaazını veriyor.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve yeniden örgütlenmesi, "sosyal devlet" olgusunu param parça edince, bugünün antiküreselciliği, küresellik eleştirmeni küçük burjuva çevreler, Keynesçiler, o derin uykularından uyandılar. Böyle olmaz, eskiye dönelim, frenleyelim, demokratikleştirelim, (adaletli talan, adaletli sömürü) demeye başladılar.

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin örgütlenme anlayışı
DSF, "başka bir dünya"yı gerçekleştirmek için 2001'de kabul ettiği „İlkeler Şartı"nda nasıl bir örgütlenme anlayışına sahip olduğunu açıklamaktadır7. Bu hareket, örgütsel bir yapımız, hiyerarşimiz yok demek için kendisini örgüt olarak değil, "bağlantı", "ağ" olarak tanımlıyor. Ama onun devlet bağı ve taraflılığı esastır.
Hareketin Seattle'da oldukça gevşek olan örgütlenmesi ve muğlâk siyasi ve sosyal bileşimi, her geçen yıl daha net çizgilere bürünüyor. Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte küreselleşme karşıtı hareketin savaş karşıtı hareketle birleşmesi, bu ayrışmaların önemli bir dönemeci oldu. Irak direnişiyle birlikte, "egemen sınıfların şiddetine mi, yoksa her türden şiddete mi karşıyız?" sorusu kaçınılmaz olarak bu mücadelenin gündemine girdi ve ayrıştırıcı oldu.
Savaş karşıtı hareket, taleplerin daha fazla enternasyonal içerik kazandığı ve daha fazla somutlandığı bir hareket oldu. "Anti-küreselcilerin", uluslararası emperyalist kuruluşlara karşı belli ülkelerde ve belli takvimlerde eylem yapma anlayışına karşılık, savaş karşıtı hareket her ülkede kendi hükümetine karşı eylemler biçiminde gelişti. Böylece daha politik, amaçların ve hedef alınan güçlerin daha belirgin olduğu, ne için, kime karşı sorusuna daha net yanıtların verildiği bir gelişim süreci yaşandı.
Sosyal forum örgütlenmesi aracılığıyla reformist ve pasifist güçler, hareketin önderliğini sürdürüyor. Başlangıçta "çeşitlilik ve farklılığın" coşkulu bir ifadesi olarak gösterilen ve "sivil toplum örgütlerinin önünü açma" çabaları olarak kutsanan politik partiler yasağının, bu güçlerin hegemonya manevraları olduğu git gide daha fazla açığa çıkıyor. Lula'nın PT'si türünden işbirlikçi hükümet partilerinin DSF'lere katılımı, bu yaklaşımın ikiyüzlülüğünü gözle görülür hale getirmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, DSF'nin anarşizan-otonomcu küçük burjuva bir kısım bileşenini temsil eden Negri ve yanlıları, işçi sınıfı hareketinin örgütlenmesini (sendikaları, partileri) ideolojik nedenlerden dolayı reddetmekteler. Ötesinde bu unsurlar, genel olarak örgütlenme yerine "ağlar kurun", "ağlar kurun" ve bunları "küresel ağlayın" çağrısı yaparak DSF içinde İmparatorluk'a karşı "çokluk"u ayaklanmaya çağırmaktalar! Ayaklanmadan anladıkları da "itaat etmemek"tir, "terk"tir ve "kaçış"tır. Yani pasif direniş!
Bu sosyal hareket, katılımcı örgütlerin ve hareketlerin eylemlerini, merkezi olarak yukarıdan yönlendirmediğini, tersine sadece koordine ettiğini savunuyor. Ama düzenlenen sosyal forumların programı, kimin hangi konuda konuşacağı nasıl tespit ediliyor? Mademki öyle, neden her isteyen örgüt veya hareket, istediği konuda konuşma yapamıyor? Demek ki belli bir örgütlenme, belli bir hiyerarşi yapısı var ve forumlara katılanlar, saptanmış kurallara uymak zorundalar.
Günümüzdeki sosyal hareketlerin sözde "enternasyonali" DSF'nin önermesi, "hegemonya karşıtı küreselleşme"dir: "DSF, yirmi birinci yüzyılın ilk eleştirel ütopyasıdır ve pek çoğu tutucu ütopyalara dönüşmüş olan Batı çağdaşlığının eleştirel ütopyalarından kopmayı hedefler." Bunu yaratma görevi ise, bu "yeni" hareketlerin başlıca örgütlenme biçimi olan NGO'lara verilmektedir. Bu anlamda partiler ve politik özneler tarihe karışmıştır: "DSF'nin temelinde yatan ütopya... bu sosyal değişim sürecinde herhangi bir spesifik sosyal aktöre kesinlikle öncelik tanımaz".

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin gelişme yönü
Bu oluşumun geleceği var mıdır? Kendisine göre vardır! O da bugünkü anlayışıyla hiçbir yere varamayacağıdır. Hindistan'da, IV. DSF'nda bu açığa çıktı. Bütün çabalara rağmen "küreselleşme"ye, günümüz kapitalizmine insancıl bir çehre verilemedi. İleri sürülen talepler, neoliberal uygulamalar tarafından boşa çıkartıldı. Dolayısıyla DSF'nin bilinen talepleriyle yol almasının nesnel nedenleri pek kalmadı. Bu taleplerin, milyonları sürüklemek için çekici bir yanı artık yok. Bu nedenledir ki DSF, yeni bir teori aramaya koyulmuştur. Asya'da DSF'nin önde gelen örgütçülerinden W. Bello, bunu şu sözlerle açıklıyor "Şimdi yeni bir teoriye ve emperyalizmin yeni bir eleştirisine ihtiyacımız var. Hareketimiz, bu işe süratle el almalıdır".
Sadece bu sözler, şimdiye kadarki emperyalizm eleştirisinin işe yaramadığını ve milyonları sürükleyebilmek için yeni bir şeylerin bulunması gerektiğini göstermeye yeter. Bu hareketin emperyalizm eleştirisi -emperyalist küreselleşmeyi eleştirisi- reformist, pasifist; küçük burjuva açıdan eleştiridir. Yeni bir teori, nasıl bir teori olabilir? En fazlasıyla daha ileri bir teori olabilir. Daha ileri bir teori de emperyalizmin Leninist analizi temelinde olabilir. Bu hareket, bir bütün olarak bu noktaya gelemez, sınıfsal yapısından dolayı gelemez. 2004 DSF'nda (Hindistan) en azından Maoculuk temelinde radikal küçük burjuva akımların DSF'ye alternatif olarak ortaya çıkmaları, 2006 DSF'nin üç ayrı kıtada yapılması ve Venezüella'daki DSF'de H. Chavez'in bu harekete anitemperyalist karakter vermek için birtakım çıkışları, 2007'de DSF'nin oldukça sönük, umutsuz ve emperyalist burjuvaziye, devletlere çağrılarla gerçekleştirilmesi, her sene yapılmasından vazgeçilmesi (8. DSF 2009'da düzenlenecek) yarın DSF içinde ne türden gelişmelerin olabileceğine bir işaret olarak görülmelidir. Ötesinde Lenin'in emperyalizm analizinin güncel gelişmeyi açıklamaya yetmediği anlayışından hareketle üretilen sayısız emperyalizm türü ve teorileri, bu hareketin hummalı bir biçimde yeni teori arayışı içinde olduğunu göstermektedir.
Her şeyden önce DSF, küçük burjuvazinin ve Avrupa emperyalist burjuvazisinin reformizmi ve pasifizmi önderliğinde bir oluşumdur. Amacı oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi karşısında veya deyimleriyle Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine, küreselleşmesine karşı Avrupa'nın "sosyal" karakterli emperyalizmini "yeni bir dünya olasıdır", "başka bir Avrupa olasıdır" diye savunmaktır. Özellikle Attac üzerinden AB'nin, örneğin Irak savaşı dönemindeki tutumunun savunulması bunu açıkça göstermektedir. Özellikle IMF'nin, DB'nin, DTÖ'nün önplana çıkartılması, saldırı oklarının ABD'ye çevrilmesi ve bu anlamda AB'nin koruma altına alınması (Hindistan'da, IV. DSF) tartışma götürmez gerçekliktir.
Walden Bello, IV. DSF'nda şunları dile getiriyordu:"'80'li ve ‘90'lı yıllarda söz konusu olan, bölgesel pazarları bir dünya pazarı olarak birleştirmekti. Bu nedenden dolayı küresel kapitalist sınıfın çıkarı ortaktı... Şimdi küreselleşmenin, daha güçlü bir şekilde tek taraflı olarak ABD'nin siyasi çıkarları ve Amerikan işletmelerinin çıkarları tarafından belirlenen bir biçimiyle karşı karşıyayız".
Burada önemli olan, ‘80'li ve ‘90'lı yıllarla ilgili bölgesel ve dünya pazarı değerlendirmesi değil (doğru olmayan bir değerlendirme). Burada esas olan, DSF'nin anlayışıdır. Bu sözler açıkça göstermektedir ki, DSF, esas itibariyle Amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmektedir. Dünya çapında sömürü, talan, emperyalist savaş ve tahakküm dendiğinde sadece ve sadece Amerikan emperyalizmi görülmektedir. Diğer bir ifadeyle: Aslında, "küreselleşmeye" birtakım sınırlamalar getirilirse, "Tobin-Vergisi" uygulanırsa, neoliberalizm geriletilirse, kapitalizm demokratikleştirilirse mesele kalmaz. Her türlü "kötülük" Amerikan emperyalizminden kaynaklanmaktadır. O halde esas olan, Amerikan emperyalizmine karşı mücadeledir. Bu, sistem olarak kapitalizmi temize çıkartmanın yöntemidir. Demek ki belli kurumlar ve tekeller DSF'yi boşuna desteklemiyorlarmış!
1970'li yılların sonunda ve 1980'li yıllarda gündemde olan barış ve silahsızlanma hareketinin, çevre sorunları temelinde yükselen hareketin başına gelen bu sosyal hareketin geleceğini göstermektedir. Ya "olmazsa olmaz" aşamasına gelen bir durumda açıkça tavır belirleyecek ve siyasal konumunu açıklamak zorunda kalacak ya da bu oluşumun çeşitli ulusal bileşenleri, örneğin Attac gibi örgütlenmeleri, parlamenter yaşama katılacaklardır. Geriye kalan NGO'ların "bağımsız" olanları hayal kırıklığına uğrayacaklar ve hükümetler tarafından görevlendirilmiş olanları ise, hiçbir şey olmamış gibi görevlerini yerine getirmeye devam edecekler.

Sonuç itibariyle:
Daha önce de enternasyonal kitle hareketleri görülmüştü.
1930'lu yıllardaki antifaşist barış hareketi, Komintern'in önderliğinde gelişmişti. Sosyal demokratların ve onların etkisi altındaki sendikaların da belli bir rolü vardı. Bu hareket örgütlenme tarzından siyasi hedeflerine her yönüyle devrimci kuvvetlerin etkisini yansıtmaktaydı.
1950'lerin barış hareketinde, sosyalist ülkeler ve komünist partilerin önderliği vardı. Emperyalist kamp bu hareketi, soğuk savaşın ideolojik argümanlarıyla, esaret altındaki "sosyalist ülkeler" ve Batılı "hür ülkeler" ayrıştırmasıyla maniple etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Batıda özellikle sosyalist ve sosyalizme sempati duyan aydınlar arasında ilgi yaratan, sosyalizm alternatifini güçlendiren bir hedef olmayı sürdürdü.
1970 ve 1980'lerin barış hareketlerine ise Sovyet modern revizyonizminin yönlendirdiği çevreler ile küçük burjuva pasifist güçler önderlik etmişti. Bu hareketler özellikle nükleer enerji karşıtı ve çevreci hareketlerle bağ içindeydi. Bu hareket de belli bir süre sonra bileşenlerine ayrışmaya başladı. Özellikle Bati Avrupa'da çevreci hareketler, "merkez sol" burjuva düzen partileri biçiminde örgütlenerek burjuva siyasetin önemli bileşenleri haline geldiler.
Günümüzün sosyal hareketleri, özellikle 70'li ve 80'li yılların çevreci, savaş karşıtı vb. hareketleriyle bir ölçüde bir süreklilik oluşturmaktadır. Öncekilerden temel farkı ise, bugünkü hareketlere ne komünist ve devrimci partilerin ne de görüntüde sosyalizm söylemini ağzından düşürmeyen modern revizyonistlerin önderlik ediyor oluşu.
‘70'li yılların ikinci yarısıyla ‘80'li yılların ilk yarısı arasında gelişen kitlesel silahsızlanma ve barış hareketi dönemi yaşandı. Yeni olan, ‘90'lı yıllardan, özellikle de ‘90'lı yılların ikinci yarısından sonra yeniden bir kitlesel hareketin uluslararası gelişmesi değildir. Yeni olan, bu sefer, hareketin gelişme nedeninin emperyalist küreselleşme olmasıdır. Yani "küreselleşme"ye karşı mücadele.
Emperyalizmin "post modern" ideologlarının iddialarının aksine, yükselen kitle mücadelelerinin bu karmaşık görüntüsü, toplumdaki yapısal bir dönüşümden kaynaklı olarak sınıf mücadelelerinin tarihe karışmasından değil, UKH'in tarihinin en örgütsüz, etkisiz, parçalı dönemlerinden birini yaşıyor olmasına ve bu dağınıklığın revizyonist bloğun çöküşünden sonra gelişen ideolojik saldırılarla birleşmesine bağlıdır. Bu güçler, "post-endüstriyel toplum"u geçen yüzyılın ‘60'lı yıllarıyla başlatmaktadır. ‘60'larda başlayan, ‘68 hareketine belli etkileri yansıyan, ‘80'lerde güçlenen, ‘90 sonrasında doruk noktasına varan bu sürecin en önemli özelliği, UKH'in örgütsel dağınık olduğu ve 1956'dan itibaren modern revizyonizm tarafından ağır biçimde darbelendiği bir dönemde gelişmiş olmasıdır.
İddia ettikleri, emperyalist kapitalist sistemin nihailiğidir, ama yeni dönemin toplumsal hareketleri, tam da eski döneminkiler gibi, bizzat bu emperyalist kapitalist sistemin yol açtığı felaketlere karşı gelişmektedir.
Bugünkü sosyal hareketlerin geçmiştekilerden temel bir farkı, önderliğini ‘90 sonrası "sosyalizm öldü, tarihin sonu geldi, işçi sınıfı yok oldu", "emperyalizm ötesi bir çağ"da yaşıyoruz, "küreselleşme çağındayız" veya "sosyal devlet"e geri dönülmelidir tezlerini bayrak edinen güçlerin yapıyor olmasıdır.
Bu güçler, ekonomik mücadelelerle politik mücadele arasındaki ilişki konusunda da Marksist yaklaşımı çarpıtmaktadır. Ulusal mücadeleler, ulusal azınlıkların kültürel talepli mücadeleleri, kadın hareketi vb. "kimlik temelli" hareketler olarak sunuluyor. Sınıf temelli hareketler ise işçi sınıfının ekonomik mücadelelerine indirgeniyor. Marksist teorinin sınıf mücadelelerine asla böyle bir yaklaşımı olmamıştır.
Her toplumsal hareket, birbirinden farklı sınıf ve tabakaların birbirinden farklı kesimsel taleplerle, birbirinden farklı programlarla aynı doğrultuda harekete geçişini ifade eder. "Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprak beyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevzie girerek "biz sosyalizmden yanayız" ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak "biz emperyalizmden yanayız" diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! ..."Saf" bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf 198, Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine)
Tarihin diğer dönemlerinde bir sınıfın kendi sınıf aidiyeti altında, kendi bayrağı altında değil de diğer sınıf/sınıfların bayrağı altında, değişik ideolojik tanımlamalar ve çeşitli kimliklerle savaştığı hiç mi görülmemiştir? Aksine zaten bütün toplumsal mücadelelerin temel sorunu onu oluşturan sınıfların kendi bayrakları altında, kendi politik temsilcilerinin önderliğinde toplanıp toplanmaması değil midir?
Kimlik temelli-sınıf temelli hareketler biçimindeki ayrıştırmaya konu olan kültürel, cinsel, ahlaki talepli hareketler daima var olmuştur. Dolayısıyla bu hareketlerin, kimlik farklılıkları üzerinden yükseldiği ve bir heterojenliğe sahip olduğu tezi boş bir tasavvurdur. Hareketi oluşturan "farklılıkların" her biri belli başlı sınıflara denk düşmektedir.
Hareket içindeki "çeşitlilik" içeren özneler hangi sınıfların çıkarlarını savunmaktadır sorusu yanıtlanabilir bir soru mudur? Elbette! İdeolojileri ve sınıfları "rafa kaldırıp" yerine "kimliksel etiketleri" takmadan önce buna cevap vermek gerekiyor. Sorunun yanıtı, bizi ya burjuvazi ve küçük burjuvazinin ya da proletaryanın ideolojisine götürüyor. Harekette "çeşitlilik" olarak tanımlanan akımların tümü, burjuva ideolojinin çeşitli renkleridir. Tıpkı aynı ürünün çok renkli ambalajlarla pazara sunulması gibi bu hareketler, demokrasinin gökkuşağı yelpazesi olarak "piyasaya" sunulmaktadır.
Burjuva toplumun varlığı boyunca, neredeyse bu toplumun yaşına paralel sayıda felsefi akımlar, dini yönelimler vb. var olmuştur. Bunların hepsi, burjuva ideolojinin bileşenleri ya da renkleri olmaktan öteye gitmezler. Günümüzün toplumsal mücadelelerini sınıf temelinden koparmaya çalışan "yeni" sosyal hareket kuramcıları, esasını bu akımlardan almakta, kendini meşrulaştırma yollarını da bu akımlara dönerek aramaktadır. Berstein'dan Kautsky'e, Lüksemburg'dan Gramsci'ye aşılmış birçok tartışma, toplumsal mücadelenin ve hatta UKH'in gündemine tartışma konuları olarak sokulmaya çalışılmaktadır. Bunlar süslü ifadelerle tekrarlanarak yeni koşulların yeni teorileri olarak öne sürülmektedir.
Bir yönüyle bu hareketler, bileşeni olan kimlik gruplarının "söylem" yoluyla kurduğu bilinçli ilişkilerin ürünü olarak görülmekte, nedensellik ve tarihsellik bağıntısından koparmakta, sübjektivizm her şey haline getirilmektedir. Bir yönüyle de, sübjektif faktör inkâr edilmekte, bilinçli öncünün rolü gizlenmektedir. Hareketler bütünüyle sübjektif nedenlere dayandırılmaktadır. Bu sübjektivizmin kaçınılmaz sonucu ise, öznenin inkârı ve kendiliğindenliğin kutsanması olmaktadır. Hareketler, "aktörler" ya da "katılımcılar" düzleminde tanımlanarak, hareketlerin niteliği, ona katılan bireylerin kimlikleriyle açıklanmaktadır. Harekete yön veren ideolojiler ve bu ideolojilerin taşıyıcısı olan politik özneler bir kenara bırakılmaktadır. Bunun en tipik örneğini Negri ve Hardt'ın İmparatorluk'unda öne sürülen voluntarist, anarşizan-otonomcu, reel dünya gerçekliğiyle bağı olmayan hayal ürünü görüşler oluşturmaktadır.
Bu hareketin, IMF, DB ve DTÖ'nden oluşan "üçlü kutsal ittifak" ile sınırlandırılmış antiemperyalistliği yanıltıcı olmamalıdır. Hareketin önderliği ve etkilediği kesimler bununla yetiniyorlar. Açık ki, sınıfsal duruşlarının gereğini yapıyorlar. Bizim görevimiz ise, dayatılan bu sınırları aşmaktır. Bu sınırları aşabilmek içinde dünya çapında devrimci ve komünist güçlerin ortak hareket etmeleri gerekir.
Bu harekete baktığımızda nesnel olarak şunu görüyoruz: Bir taraftan sömürenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da sömürülenlerin ve talan edilenlerin dünyası. Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları, diğer taraftan buna karşı direnenler. Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar. Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.
Bu hareketin önderliği, bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor. Bu önderlik, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Bunlar, henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyet göstermektedir. Hareketin bir bütün olarak örgütleniş biçimi ise tam da önderliklerinin oynadığı bu işleve uygun düşmektedir. Mevcut örgütlenme yapısıyla bu hareket, „sosyal devlet"i, devlet kapitalizmini savunanların; bir kısım sosyal demokratların, reformistlerin, „sol"ların geriye çekiliş muharebesine hizmet etmektedir. Neoliberalizmle güya "çarpışarak" geri çekiliyorlar! Bu hareket, ‘örgütsüz emekçi yığınlar reformist, pasifist akımların ve karşı devrimci ideolojilerin peşine nasıl takılır'ın açık ifadesidir. Bu hareketin mevcut önderliği ve örgütlenmesi devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucuları bu hareket içinde yuvalanmıştır. Bunların bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça; bu harekete kulak veren yığınların nezdinde, önünde, yanında bunların pratik, siyasi, teorik, ideolojik, örgütsel tutarsızlığı, düzen yanlı karakteri teşhir edilmedikçe, onların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.
Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin tabanı öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli, gerçekten antiemperyalistleştirmek, devrimcileştirmek bizim elimizdedir.
Bu hareketin Seattle'dan bugüne kadarki gerçekliği, antikapitalist değil eksik ve sığ da olsa, neredeyse salt IMF, DB ve DTÖ ile sınırlı da olsa, antiemperyalist içerik taşımasıdır. Önemli olan, bu içeriği ön plana çıkartmamızdır. Küçük burjuva reformist anlamda da olsa örgütlülükten uzak olan; uluslararası planda eylemden eyleme örgütlenen bu harekete uluslararası koordinasyonunun ötesine geçen, süreklilik arz eden ve yönlendirici olan bir örgütsel yapı vermek için mücadele etmeliyiz. Bu hareket, son yılların en güçlü uluslararası kitle hareketidir.
Enternasyonalizmin ideolojik anlamı vardır. Hangi sınıfın ideolojisi ve politikası temelinde yükselen bir enternasyonal sorusuna cevap verilmeksizin onun nasıl bir enternasyonal hareket olduğu açıklanamaz. Kimin adına konuşuluyor, kimin politikası formüle ediliyor, örgütleniyor? Soru bu. Bu hareket, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları adına konuşmuyor, bu sınıfları temsil etmiyor. Bir kısım taleplerin ortaklaşması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıfsal çıkarları bakımından bu hareket, enternasyonalist değildir. Olsa olsa küçük burjuvazinin, reformizmin, pasifizmin enternasyonalidir.
Bu hareketin enternasyonalliğiyle işçi sınıfının enternasyonalliği birbirine karıştırılmamalıdır. Her şeyden önce ortada bir sınıf farklılığı vardır. Birbirleriyle antagonist çelişki içinde olan sınıfların karşı karşıya olmaları söz konusudur. Birisi kapitalist düzeni kurtarmak istiyor, reforme etmek istiyor ve bu nedenle kitle hareketini baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Diğeri ise sistemi yıkmak istiyor. Aradaki fark budur. Bu fark görülmeksizin de DSF, ASF veya Attac gibi oluşumların sınıfsal karakteri anlaşılamaz ve taleplerin görünüşteki ortaklığından dolayı reformizm ve pasifizmin kuyruğuna takılmak kolaylaşır.
Bu hareketin uluslararası kurumlara (IMF, DB, DTÖ, BM) ve emperyalist devletlere daha fazla "yönet" çağrısı, bu kurumların ve emperyalist devletlerin eline daha çok iktidar/yetki vermekten öte bir anlam taşımamaktadır. Dünyayı talan edenlere ve bu talanı örgütleyenlere yapılan daha fazla "yönet" çağrısının başka bir anlamı olamaz.

"Yeni" sosyal hareketlerin sınıf bileşenlerine ayrışması sürecektir: İşçi sınıfının politik temsilcilerinin, yani UKH'in, örgütsüz ve dağınık durumda olduğu; öznel koşulların elverişsizliğinin sürdüğü günümüz dünyası, nesnel koşullar bakımından işçi sınıfı hareketi için oldukça elverişlidir.
Esnek üretim, yeni uluslararası işbölümü vb. olgular, yeni sendikal stratejileri, yeni örgütlenme araç ve biçimlerini gerçekten de gerekli kılmaktadır. Ancak bunlar, adı üstünde, mücadele biçimlerine yönelik yeniliklerdir. Bu yeni durumun ihtiyaçlarına uygun örgütlenme biçimleri, işçi sınıfının dünya çapında kendiliğinden eylemlerinde açığa çıkmaktadır. Komünist güçlerin bu araçları geliştirme ve bilinç kazandırma görevi ortada durmaktadır.
Ancak aynı zamanda, "yeni" sosyal hareketler olarak tanımlanan hareketlerin varlığı, işçi sınıfının dışına veya sınıfların dışına kayan bir mücadeleye değil, işçi sınıfının çeşitli toplumsal kesimlerin mücadelelerinin öncülüğüne soyunmasının zeminin eskisinden daha fazla güçlendiğine işaret etmektedir.
Kapitalist yıkım saldırıları, başka bir deyişle neoliberalizm, artan bir hızla gençliğin, kadınların, köylülerin, topraksızların yoksullaşmasını hızlandırıyor, işçi sınıfı saflarının genişlemesinin yanı sıra, bu kesimleri emperyalist küreselleşmeye karşı mücadelenin güçlü bileşenleri haline getiriyor. Dahası, bu kesimlerin kaderi gitgide daha fazla işçi sınıfının zaferine bağlanıyor, işçi sınıfı hegemonyası altında hareket etmelerinin koşulları daha da gelişiyor.
Burjuva ideologlar, hareketlerin taleplerinin yüzeysel bir kavranışına dayanarak bunlardan kimlik temelli hareketler çıkaradursun, gelişen her bir mücadele, nesnel olarak, işçi sınıfının insanlığın nihai kurtuluşu yolunda üstlendiği tarihsel misyonu güçlendiren faktörler oluyor.
Örneğin, "post-marksist" kuramlara en fazla sarılan, kendisini bir "ötekiler hareketi" olarak tanımlayan ve "Başka Kampanya"sını sürdüren Zapatista hareketi. Bu hareket kendisini kültürel kavramlarla tanımlasa da, iktidar perspektifinden bilinçli olarak uzak dursa da, Chiapas yerlilerinin bu mücadelesi, Meksika'da gelişen neoliberal saldırıların tarımda yol açtığı yıkımın ve bu yıkımdan en fazla etkilenen yerlilerin hareketinin, tarihten gelen ulusal ve kültürel aşağılanma ve baskıyla birleşmesinin bir sonucu olarak doğmuştur. Bolivya'da koka ekici köylüler, yerliler ve işçi sendikaları arasındaki toplumsal ittifak bir başka örnektir. Latin Amerika'da "kimlik temelli" olduğu öne sürülen yerli hareketlerinin sınıfsal içeriği, tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar gözle görülür durumdadır.
Avrupa'da küreselleşme karşıtı mücadelenin bir ucu emperyalist zirve karşıtı militan eylemlerse, bir ucunu da, özellikle otomotiv ve liman işçilerinin büyük direnişleri oluşturmaktadır. Bu direnişler henüz kendiliğinden karakter taşımakta, reformist sendikaların önderliği nedeniyle önemli başarılar kazanamamaktadır. Ama gelişmelerin de gösterdiği gibi dünya çapında kapitalist yıkım saldırılarına karşı direnişin önemli bir unsuru olmuştur. "Yeni" sosyal hareket teorisyenlerine göre, kimlik temelli hareketlerin üzerinde geliştiği "yeni orta sınıf" olarak tanımlanan hizmet emekçileri veya Negri'nin "çokluk"u tam da sanayi işçileriyle yan yana grev ve direnişlerde yerini almaktadır.
Ortadoğu'da gelişen silahlı antiemperyalist direnişler, DSF'nin reformist pasifist önderliğini zora sokmaktadır.
Toplumsal mücadelelerin bu bütünselliği içerisinde kendisini salt cinsel, kültürel vb. yaklaşımlarla ifade eden hareketlerin tuttuğu yer de zaten gerçekte çok değildir. Ama böyle olsun ya da olmasın, bu mücadelelerin her biri, sözü geçen direnişin parçalarıdır ve genellikle küçük burjuvazinin toplumsal tabanını oluşturduğu burjuva liberal ya da küçük burjuva radikal akımlardır.
Günümüzün toplumsal mücadelelerinin gelişimi, sınıfsal bileşenlerine ayrışmasını sürdürecektir. Bu ayrışmayı sosyalizm düşü lehine derinleştirmek için işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle bağlarını geliştirmek, hareketin önünde duran önemli teorik, örgütsel, politik sorunlara ihtiyaca uygun yanıtlar vermek, UKH'in başlıca görevidir.

- - - - - - - - - -

1 "Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.
Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.
Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı, ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler" (Marks/Engels; C.4, Syf., 466).
2 "Kapitalist üretim biçimi,... maddi üretici gücün gelişmesinin ve bu güce tekabül eden bir dünya pazarının yaratılmasının tarihsel bir aracıdır, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna tekabül eden kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır" (Marks/Engels; C. 25, Syf., 260).
"Bizzat dünya pazarı, bu üretim biçimi (kapitalist üretim biçimi kast ediliyor, çn.), için temel teşkil eder. Diğer taraftan, bu üretim biçiminin, giderek büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimi yaratır ve durumda, sanayide devrimle yol açan şey, ticaret olmaz, ticareti devamlı biçimde kökünden değiştiren, sanayi olur" (Marks/Engels; C.25, Syf., 345/346).
3 "İngiliz burjuvazisi kadar ahlaksız ve bencilliğiyle düzeltileme­yecek kadar yozlaşmış, herhangi bir ilerleme yeteneğinden yok­sun bir sınıf görmedim. Burada her şeyden önce, kelimenin gerçek anlamıyla bur­juvaziyi, özellikle liberal, Hububat Yasalarına karşı çıkan burjuvaziyi kastediyorum. Onun için yeryüzünde, kendisi de dahil para için var olmayan hiçbir şey yoktur. Para kazanmaktan başka hiçbir yaşamı yoktur. Hızla kazanmanın mutluluğundan başka mutluluk tanımaz, kaybetmek­ten başka da hiçbir acı tanımaz. Böylesine bir tamah ve ka­zanma hırsı karşısında, herhangi bir insanca duygunun yoz­laşmadan kalması olanaksızdır... Sonuç olarak tek kesin amaç, kendi çıkar­larıdır ve özellikle para kazanmaktır. Bir keresinde Manchester'a böyle bir burjuvayla gittim ve ona işçilerin içinde bulunduğu kor­kunç durumu, yapıların sağlığa zararlı olduklarını ve hayatımda hiç bu denli kötü bir kente gitmemiş olduğumu söyledim.. Beni so­nuna dek sessizce dinledi ve ayrılırken şöyle dedi: "Ama yine de burada iyi para kazanılıyor, iyi günler efendim". Para kazanırken işçilerinin aç olup olmadıkları, İngiliz burjuvalarının umurlarında bile değil. Yaşamın tüm koşulları parayla ölçülür ve para getirmeyen her şey saçma, pratik olmayan, idealist laf­lardır, işte bu yüzden Politik Ekonomi, para kazanma yollarını araştıran bilim, bu tefeci Yahudilerin en sevdikleri konudur. Herkes iktisatçıdır. Sanayiciyle işçiler arasındaki ilişkide insanca hiçbir yön yoktur ve bu ilişki tamamen ekonomiktir. Sanayici "sermaye", işçi ise "iş"tir. Eğer işçi bu soyutlamayı kabul etmezse, kendisinin iş değil, bir insan olduğunda diretirse, işgücüyle birlikte birçok duygulara sahip olduğunu belirtip "iş" olarak, meta olarak kendisi­nin piyasada satılıp alınmasına izin vermezse, burjuvanın mantığı durur. Burjuva, işçiyle alım satımdan başka bir ilişki bütünü içinde olduğunu kavrayamaz. Onları insan olarak değil, sık sık yüzüne karşı da söylediği gibi, sadece "el" olarak görür. Carlyle'ın da dediği gibi, "nakdi ödeme"nin insanla insan arasındaki tek ilişki olduğunda ısrar eder. Hatta karısıyla kendisi arasındaki ilişki bile yüzde doksan dokuz, sadece bir "nakdi ödeme"dir. ... Para insanın değerini belirler; o, "Onbin sterlin değerin­dedir." Parası olan bir kişi, "iyi bir insandır", "nüfuzludur" ve onun yaptıkları, çevresinde önemlidir. Pazarlık ruhu, dili etkisi altına alır, tüm ilişkiler iş terimleriyle ve ekonomik kategorilerle ifade edilir. Arz ve talep, İngiliz burjuvalarının tüm insan yaşantısını değerlendirirken kullandıkları formüllerdir. İşte böylece serbest rekabet, her konuda, laissez faire, laissez aller [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] her yerde, hükümette, tıpta, eğitimde ve devlet kilisesi çökmesine devam ettiği sürece de dinde ortaya çıkar. Serbest rekabetin hiçbir sınırlandırmaya, hiçbir devlet kontrolüne tahammülü yoktur. Devlet, onun için ge­reksiz bir yüktür. Serbest rekabet, herkesin herkesi istediği gibi sömürebileceği, tamamen devletsiz bir durumda tam mükemmel olur..." Marks/Engels; C; 2, s. 486-488 ("İngiltere'de Çalışan Sınıfın Durumu").
4 „Yeni" sosyal hareket veya günümüzdeki sosyal hareket ile bütün örgütsel, siyasi, teorik ve ideolojik bileşenleriyle; bütün çeşitliliğiyle "antiküresel hareket" kastedilmektedir.
5 Le Monde Diplomatique'in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonet çok kızgın ve ateşli bir şekilde "pazarlar silahsızlandırılmalı", "mali pazarlar silahsızlandırılmalı", "dayanışma vergisi" uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın olası yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet, "21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu bir balta girmemiş ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir" diye yazıyordu (Bkz.: Ruth Jung; "Attac: Mekanizmada Kum-Sand im Getriebe", 2002, Syf., 18.).
"Küreselleşme" ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar "çerçevesinde James Tobin'in 1972'den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin'e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80'i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır" (Peter Wahl; "Tobin-Vergisi-Tobin Steuer", "Beşinci Gücü Vergilendir-Besteuert die fünfte Gewalt!", taz, 29.1.2001, Syf., 11) .
6 DSF'nun „İlkeler Şartı"nda şunlara da yer verilmekte:
"Bundan sonra, Porto Alegre'de açıklanan „başka bir dünya muhtemeldir"den sonra DSF, alternatifleri aramanın ve inşa etmenin daimi bir süreci olacaktır...
DSF'nda önerilen alternatifler, uluslararası tekeller, hükümetler ve o tekellerin çıkarlarına hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından emredilen küreselleşme sürecine muhalif alternatiflerdir. Bu alternatifler, küreselleşmenin, dünya tarihinde hâkim yeni bir aşama olarak dayanışma içinde mümkün olması olarak şekillenmektedir...
Demokrasi, barış, insanlar arasında hiç ayrım yapmaksızın barışçıl, dayanışmacı ilişkiler... Her türlü zora ve insanlar üzerindeki her türlü hâkimiyet anlayışına karşı mücadele..." (9 Nisan 2001'de Sao Paulo'da DSF'nun örgütleme komitesini oluşturan örgütler tarafından kabul edilen ve 10 Haziran 2001'de DSF'nun Uluslararası Konseyi tarafından bir kısım değişikliklerle onanan metinden (Serbest çevri).
7 "DSF, yansıtılan düşüncenin, düşüncelerin demokratik tartışmasının, önerileri formüle etmenin, tecrübeleri özgürce teati etmenin ve neoliberalizme, sermayenin dünya hâkimiyetine ve emperyalizmin mümkün bütün biçimlerine karşı direnen grupların ve sivil toplum hareketlerinin etkili faaliyetlerini koordine etmenin açık bir birleşme yeridir...
DSF, dünyanın bütün ülkelerinde sivil toplum hareketlerini ve örgütlerini bir araya getirmekte ve onları, dünya sivil toplumunu temsil eden bir kurum olma niyetinde olmaksızın birleştirmektedir.
Karşılıklı ilişkiler bağlamında DSF, toplumun örgütleri ve hareketleri arasında ulusal ve uluslararası ilişkileri kurmaya ve güçlendirmeye çalışmaktadır...
"DSF'nun toplantıları, bir kurum olarak DSF adına müzakerelerde bulunmamaktadır. Dolayısıyla hiç kimse, Forumun münferit toplantıları adına, katılımcıları bağlama iddiasında olan duruşlar dile getirmekle görevlendirilmemiştir. Forum katılımcıları, hiç bir biçimde (çoğunluğu bağlayan seçim, sözlü evet deme, eylemler için öneriler ve açıklamalar yoluyla Forum'un yerleşmiş tavırları olarak kabul edilmesi için) kurum olarak kararlar almaya çağrılmamaktadır. Dolayısıyla Forum, ne katılımcıların Forumun toplantılarında tartışmak zorunda oldukları iktidar yeri olma iddiasındadır, ne de katılımcı örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin ve karşılıklı ilişkilerinin tespit edildiği bir yerdir" ( Madde 6).
"Buna rağmen, Forumun toplantılarına katılan örgütlere ve örgüt gruplarına, bu toplantılar esnasında tek başlarına ve başka katılımcılarla koordinasyon içinde açıklamalarda bulunma ve eylemler yapma hakkı tanır. DSF, böylesi kararları, yönlendirmeksizin, hiyerarşiye tabi kılmaksızın, eleştirmeksizin veya sınırlandırmaksızın, bilakis, kararları alan örgütlerin veya örgüt gruplarının sonuçları olarak elindeki dağıtım olanaklarıyla yaygınlaştırmaya çalışır" (madde 7).
"DSF, çoğulcu, geniş yelpazeli, mezhepsel olmayan, devletle bağı olmayan ve taraflı olmayan bir bağlantıdır. Bu bağlantı, ademi merkeziyetçi bir tarzda yerel ve uluslararası somut eylemlerle başka bir dünyayı inşa eden örgütleri ve hareketleri birbirine bağlar" (madde 8).
"DSF, sürekli, çoğulculuğa, eylemlerin çeşitliliğine, kendine katılmak isteyen örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin türlerine, cinsiyetlerin, etnik kökenin, kültürlerin, nesillerin çeşitliliğine açık olacaktır. Tabii bunların Şartın İlkelerine uymaları ön koşuldur. Ne partilerin ve ne de askeri örgütlerin temsilcileri Foruma katılamazlar. Bu Şartın yükümlülüklerini kabul eden hükümet üyeleri ve devlet memurları, bireyler olarak davet edilebilirler" (madde 9).

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

Sosyal Hareketler ve Sınıfsal Karakteri
fc Share on Twitter
 

„Küreselleşme" kavramı, özellikle de Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana oldukça farklı yorumlanmış ve her bir yoruma göre de farklı siyasal sonuçlar çıkartılmıştır. Sorunun ideolojik ve teorik boyutlarının karartılması için toplumsal gelişmenin nesnel yasaları da inkâr edilmiştir. Öyle ki kapitalist toplumun uzlaşmaz iki sınıftan (proletarya ve burjuvazi) ve ara sosyal tabakalardan oluştuğu gerçeği bir kenara itilmiş ve sorun, küreselleşmeden yana olanlara ve küreselleşmeye karşı olanlara indirgenmiştir.
Emperyalist burjuvazinin ideologlarına göre "küreselleşme", demokrasidir, özgürlüktür, refahtır. Uluslararası kitle hareketinin, günümüzdeki sosyal hareketlerin cisimleştiği Dünya Sosyal Forumu (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu (ASF) reformist ve pasifist önderliğine ve etkisindeki ATTAC'a göre "sosyal devlet"in yıkımı demektir. Bazı küçük burjuva çevrelere göre (örnegin Negriciler) "küreselleşme", yeni bir düzenin, yeni bir dönemin ifadesidir ve başka bazı küçük burjuva çevrelere göre de emperyalizmin gelişmesinin yeni, en son evresidir/aşamasıdır (örneğin bir kısım Maocular).
"Küreselleşme", Marksizm'in değerlendirdiği ilk konulardan birisidir. Küreselleşmenin ne anlama geldiğini Marks ve Engels daha Komünist Manifesto'da açıklarlar1.
Küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin; sermayenin; kapitalist üretimin; bir bütün olarak sermaye hareketinin uluslararasılaşmasından başka bir anlam taşımaz. Marks'a göre küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin genişleme zorunluluğudur, dünya pazarının oluşmasına özgüdür2.
Kapitalist ekonominin 1970'lerden bu yana gelişme seyri burjuva ideologları ve iktisat bilimcileri tarafından yoğun olarak tartışılmıştır. Buna, monetaristlerin ve fiskalistlerin bilim dünyasındaki tartışmaları da diyebiliriz. Bu tartışmalarda neoliberalciler (monetaristler), kuralsızlaştırılmış, devletin müdahalesinin olmadığı, her şeyin metalaştırıldığı bir pazar sistemini savunurlarken Keynesçiler (fiskalistler), devlet müdahaleciliğini, "sosyal devleti" savunmuşlardır.
O zamana kadar sermaye hareketinin sosyal politik ifadesi olan Keynesçilik, artık sermaye hareketinin seyrine tekabül etmediği için reddedilmiş ve yerini neoliberalizm almıştır.
Keynesçilik, neokeynesçilik olarak monetarizm biçiminde hâkim olmaya başlayan neoliberalizme karşı "savaşarak" geri çekilmeye başlamıştır.
Bugün bütün yönleriyle yaşanan neoliberalizmin ne türden ilişkileri geliştirdiğini ve esas aldığını Engels, daha 1845'te açıklıyordu3.
O gün olduğu gibi, bugün de her şeyin "değip değmediğinin" hesabı yapılıyor. Bütün toplumsal ilişkiler buna göre düzenleniyor. Bir taraftan toplumsal yaşamın bütün alanları üzerinde mülkiyetin hâkimiyeti, diğer taraftan veya buna karşı olarak kontrol, ekonominin yönlendirilmesi. Lehte ve aleyhte oluşluk! Lehte ve aleyhte olmak, "yeni" sosyal hareketten4; günümüzdeki sosyal hareketten yana mısın değil misin anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlardan bahsetmiyoruz. Neoliberalizm ile "sosyal devlet" yanlılarının mücadelesinden bahsediyoruz. Bugünkü kapitalizmin hâkim politikası neoliberalizmden ve ona karşı olan, "sosyal devlet"i talep eden, o toplumsal hareketi siyasi ve ideolojik olarak yönlendiren reformist ve pasifist güçlerden bahsediyoruz. Başlangıçta neoliberal kapitalizm (neoliberalist burjuvazi) ile Keynesçi kapitalizm, ("sosyal devlet") arasındaki çelişki, DSF'de ve ASF'de ifadesini bulan günümüzdeki sosyal hareketin, yani uluslararasılaşmış sosyal hareketin doğmasına neden olmuştur.
Bu hareket içinde reformizm ve pasifizmin örgütlenmesini, dolayısıyla neoliberalizme (IMF'ye, DB'ye, DTÖ'ye, Amerikan emperyalizmine, uluslararası tekellere) karşı reforme edilmiş kapitalizm için, "sosyal devlet" için mücadeleyi DSF ve aynı zamanda ASF temsil etmektedir. DSF ile neoliberalizm arasındaki çelişki, neoliberalizm ile Keynesçilik arasındaki çelişkidir. Bunun böyle olduğunu DSF'yi oluşturan temel güçlerin siyasal, teorik, ideolojik anlayışlarında görmekteyiz.
"Yeni" sosyal hareket teorilerinin bir kısmı, emperyalist burjuvazinin pek revaçta tuttuğu "yeni sınıf" teorilerine dayanmaktadır. En popüler ve özlü ifadesini Hardt ve Negri'nin İmparatorluk'unda bulan bu tezlerin ortak noktası, emperyalist küreselleşme döneminde toplumda "yapısal" değişikliklerin meydana geldiği, buna bağlı olarak işçi sınıfının tarihsel misyonunu yitirdiği, yeni sınıflara, ya da kimlik gruplarına veya İmparatorluk'taki ifadesiyle "çokluk"a yerini bıraktığı iddiasıdır. Kimilerince bu toplum "post modern", "post-endüstriyel toplum" olarak tanımlanmaktadır. Bu iddialara göre bu "yapısal" değişiklikler, sivil ve siyasal alanların yeniden tanımlanmasını, hükümet ve devletler dışı bir "sivil toplum" kavramının önemli bir unsur olarak merkeze alınmasını beraberinde getirmektedir. Toplum artık "post-endüstriyel" toplum olduğuna, "İmparatorluk" çağında yaşandığına, sanayide ifadesini bulan maddi değerlerin üretimi süreci önemini kaybettiğine göre, artık toplumsal mücadelede "maddi" değerleri üretenlerin; yani işçi sınıfının yerini de "maddi olmayan emek" harcayanlar; "post-materyalist" "değerleri" "üretenler", yani "çokluk" almış oluyor. Bu burjuva ideologlar, bu tezlerden yola çıkarak, Marksizm'in ya da onların deyimiyle "klasik Marksizm"in artik yeni toplumsal hareketleri anlamada ve tanımlamada yetersiz, eksik ya da devre dışı kaldığını öne sürmekteler. Marksizm'in tanımlayabildiği eski sosyal hareketler, ekonomik olarak tanımlanan (yani maddi değerler temelinde tanımlanan) sınıf temelli hareketlerken, "yeni" veya günümüzdeki sosyal hareketlerin, tabanı farklı sınıflardan oluşan, "post-materyalist" değerler üzerinde yükselen, kimlik temelli hareketler olduğu, temel ekseni farklılık ve ötekilik vurgusu olan harekeler olduğu iddia edilmektedir. Yani "endüstriyel toplum"dan "post endüstriyel toplum"a geçiş, sınıf temelli sosyal hareketlerden "değer" temelli sosyal hareketlere geçişe tekabül etmektedir. Tezlere göre söz konusu olan, işçi sınıfının siyasal bir yenilgi almış olması değildir. Aksine, emperyalist küreselleşme veya emperyalist küreselleşmenin üzerinde yükseldiği koşullar; "maddi olmayan emeğin" yaygınlaşıp merkezi bir önem kazanması(!) işçi sınıfını önemsizleştirmiştir. Sorun, siyasal değil yapısaldır. Farklı tipte ücretli çalışanlar ortaya çıkmıştır. Sömürü artık salt artı değer üretimi ile sınırlandırılamaz (Sanki Marksistler böyle bir sınırlandırma yapıyorlarmış gibi!). Hizmet sektörü sanayi üretimin önüne geçmiştir. Ortaya bir "yeni orta sınıf" çıkmıştır. Marks, yalnızca, eski sistemlerden devralınan (köylülük vb.) ara sınıfları tanımlamış, bu "yeni orta sınıfı" ise öngörememiştir. Dolayısıyla Marksist teori, bu "yeni orta sınıfın" hareketini anlamaya muktedir değildir. Marksist teori "yeni" sosyal hareketler ya da yeni dönemin ihtiyaçları karşısında krizdedir. Artık siyasal kutuplaşmalar sınıflar temelinde değil, "değerler" temelinde gerçekleşmektedir. Artık sınıfsal sömürünün yerini, kapitalistler dışında herkesin; "çokluk"un sömürülmesi, "ötekilik" ya da kimlik temelli ezilme almıştır. Toplumsal dönüşümlere öncülük edecek herhangi bir ayrıcalıklı kesim ya da sınıf yoktur. Devrimci öznelerin yerini "toplumsal aktörler" veya "çokluk" almıştır.
"Yeni" sosyal hareket kuramcılarının bu hareketleri bağladıkları program ise "radikal demokrasi projeleri"dir veya "itaatsizlik"tir, "terk"tir, "kaçış"tır (Negri). Bu teorilerin özünde, toplumsal devrim olmaksızın, dahası özel mülkiyet söylem bazında bile sorgulanmaksızın kapitalizmin dönüşümünün, sömürü ve ezilmenin ortadan kalkışının mümkün olduğu biçimindeki klasik tartışmayı yeni biçimde allayıp pullayıp gündeme taşımak durmaktadır. "Radikal" demokrasi teorilerinin en radikal talebi, demokratik hak ve özgürlüklerin mümkün olan en büyük ölçüde artırılmasıdır. Bu köhne reformist talepler, gerek klasik burjuva liberalizme, gerekse Marksizm-Leninizm'e alternatif olarak sunulmaktadır.
Günümüzdeki sosyal hareketin bileşenlerine baktığımızda bu hareketin gerçekten bir "gökkuşağı" olduğunu görüyoruz:"Oldukça çeşitliyiz: Kadınlar ve erkekler. Yetişkinler ve gençlik. Yerliler, köylüler ve şehirliler. İşçiler, işsizler ve evsizler. Yaşlılar ve öğrenciler. Her türden inançta olanlar, her renkten olanlar ve farklı seksüel eğilimleri olanlar. Bu çeşitliliğin ifadesi, bizim gücümüzdür ve birliğimizin temelidir" (DSF "İlkeler Şartı"ndan). Yani kendisine "sol" diyenler, ekoloji grupları ve örgütleri, Attac gibi yeni tipten örgütler, sendikalar, küçük köylü örgütleri, insan hakları grupları, adaletli ticaret isteyen inisiyatifler, dini (kilise) gruplar vs. Görüldüğü gibi, bu hareketin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir. (Dünya çapında sayılarının 30 bin olduğu tahmin edilen Hükümet Dışı Örgütleri göz önüne getirelim).
Bu hareket, sözde herkese açıktır. Genel olarak sosyal forum hareketinde ve dolayısıyla DSF'de de kilise, „küresel oyuncu"dur. Dini çevrelere yer vardır, ama Marksist-Leninistlerin, komünistlerin katılımı engellenir. Çünkü günümüzdeki sosyal hareket bunları "saygı değer" ve "hoşgörülü" olarak görmüyor ve kabul etmiyor. Sadece devrimcilerin ve komünistlerin bu harekette yeri yok.
Hareketin önderliğini yapan belli başlı güçlerden biri, ATTAC'tır ("Yurttaşlar İçin Tobin Vergisi Eylemi" veya "Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik"). Sermaye hareketinin kontrol edilmesini savunan ATTAC, dünya çapında sürekli dolaşan spekülatif sermayenin vergilendirilmesini talep eder. ATTAC'in bu projesiyle dizginlemek istediğinin, sermayenin hareketi değil, zengin-yoksul arasındaki uçurumun büyümesiyle yoksulların sokağa mevcut düzene karşı sokağa dökülmesi olduğu aşikârdır. Proje, emperyalist devlet reforme edilerek geniş yığınlar nezdinde güvenilir bir kurum haline gelmesini hedeflemektedir
Bir diğer temel güç, Lula'da simgeleşen klasik burjuva liberalizmidir.
Hareketin kitleselliği karşısında gözleri kamaşan Trockistler, hareketin içine sızarak ele geçirme ve DSF'leri bir dünya partisine dönüştürme hedefiyle faaliyet sürdürüyorlar. İşçi sınıfı dışında hiç bir toplumsal tabakaya devrimci, hatta ilerici bir misyon biçmeyen Trockist güçler, bu hareketlerden bu denli medet ummasını, kendi kitleleri nezdinde hareketi bütünüyle işçi sınıfından ibaret olduğu iddiasıyla açıklayarak gerçeklikten tamamen uzak bir tutum içindeler. Dışarıya karşı ise hareket içinde Trockizmi bile açık açık savunamıyorlar. Trockizmin bu hareketler içindeki tutumu kitle kuyrukçuluğudur, "entrizm"ci taktikleri nedeniyle, sonuna dek hareketin dümen suyunda giderek kendilerine yol açmaya çalışmaktır.
Anarşist ve otonom grupların her türden otorite ve devlet karşıtı yaklaşımları, günümüzdeki sosyal hareketin "hegemonya karşıtı küreselleşme" alternatifi ile buluşmaktadır.
Soruna sayısal açıdan değil de savunulan görüşler açısından baktığımızda, bu hareketin küçük burjuva, reformist, sosyal demokrat, anarşist, feminist, önemsiz de olsa troçkist çevrelerden, partilerden, sendikalardan, kitle örgütlerinden oluştuğunu görmekteyiz.
Yukarıdaki tanımlamayı sınıfsal çerçevede şöyle de ifade edebiliriz: "Yeni" sosyal harekette işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi, ulusal burjuvazi ve Avrupa menşeli emperyalist burjuvazinin reformist ve pasifist kesimleri yer almaktadır. Soruna siyasal yönelim ve savunulan düşünceler açısından baktığımızda bu harekette reformist ve pasifist düşünceler hâkimdir. Ama Yunanistan'da gerçekleştirilen ASF'de 4. ASF, 2006, Atina) komünist ve devrimci örgütler ASF çerçevesinde mücadele biçimi olarak bir "Antiemperyalist Alan" oluşturarak hâkim pasifist ve reformist düşüncelere karşı mücadelenin ASF içinde de örgütlenebileceğini göstermişlerdir.

"Yeni"(günümüzdeki) sosyal hareket ne için mücadele ediyor?
Porto Alegre, daha baştan, bir protesto hareketi olmakla sınırlı kalmak istemedi. DSF veya Porto Alegre, amacın, "başka bir dünya olasıdır"ı sloganlaştırmak ve gerçekleştirmek olduğunu açıkladı. Aslında bu, siyasal olarak emperyalist küreselleşmeye, neoliberalizme ve aynı zamanda Marksizm-Leninizm'e de bir meydan okumaydı. Emperyalist küreselleşme ve neoliberalizm savunucularına karşı, "Dünyadaki mevcut ‘kötülüklerin', yoksulluğun, işsizliğin vb. sorumlusu sizlersiniz. Bu düzeninizin yerine başka bir dünya getireceğiz. Bu dünya da ‘sosyal devlet' dünyasıdır" diye meydan okuyorlar. Komünistleri de sınıf düşmanı olarak görüyorlar ve ilişki ve mücadelelerine de bu açıdan bakıyorlar. Bu anlamda bu sosyal hareketin siyasal duruşu oldukça açıktır, kime karşı niçin mücadele ettiği konusunda bilinmeyen bir yanı yoktur. II. DSF çerçevesinde yapılan "Neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direnç. Barış ve sosyal Adalet için" açıklaması amacın ne olduğunu yeteri kadar göstermektedir:
"Neoliberalizme ve savaşa karşı mücadelelerimizi devam ettirmek, geçen yılda varılan kararları onamak ve başka bir dünyanın olası olduğunu bir daha göstermek için buraya geldik....Mücadelelerimiz ve direniş eylemlerimiz, seksizme, ırkçılığa ve zora dayanan sisteme karşı. DSF, sermayeyi... sistematik olarak halkların gereksinimleri karşısında imtiyazlı yapan sisteme karşı geniş bir birliktir... ABD ve müttefiklerinin hâkimiyetini amaçlayan bir sürekli küresel savaşın başındayız... Savaşa (Afganistan savaşı kastediliyor) muhalefet, hareketimizin yapıcı unsurlarıdır... Filistin halkıyla dayanışma... IMF, mali kriz... Çevre sorunları... G-8'lerin toplantıları... Küresel ekonomik kriz, neoliberal iktisat modeli... Barış ve kolektif güvenlik için mücadele... Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi... Suyun, toprağın, gıdanın, tohumun, kültürlerin korunması... DTÖ'ne karşı mücadele... Sosyal adalet, vatandaş ve özgürlük haklarının muhafazası, eşitlik için mücadele... Yurtdışı borçlarının silinmesi... Spekülasyona karşı mücadele, „Tobin-Vergisi"nin uygulanması için mücadele5. „Vergi cennetleri"nin yok edilmesi... Hükümetler, halklar karşısında sorumludur. Çünkü biz bütün dünyada seçimli ve katılımlı bir demokrasi için mücadele ediyoruz. Devletin ve toplumun demokratikleştirilmesi ve diktatörlere karşı mücadele zorunludur... Enformasyon hakkı için mücadele... Gençlik için ücretsiz eğitim hakkı... Askere alınma zorunluluğunun kaldırılması... İndigen halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı..."6.
İddia açık: Bu hareket kapitalizme, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı değil. Sadece ve sadece, emperyalizmin neoliberal dayatmalarının bazı sonuçlarına karşı. Sanılıyor ki bu sonuçlar, birtakım düzenlemelerle, politikacıların iyi niyetiyle ortadan kaldırılabilir. Ortaya konan, emperyalist küreselleşmeye karşı olan bir alternatiftir. Öne sürülen alternatif iki anlamlı: Bazı çevrelere göre "başka bir dünya olasıdır", dünya tarihinin yeni bir aşaması olarak; insanlık tarihinin emperyalist küreselleşme ötesini temsil eden bir aşaması olarak görülüyor. Bazı sosyal demokrat, reformist çevrelere göre de "başka bir dünya olasıdır", "sosyal devlet"e geri dönüş olarak algılanmaktadır. Birincisine Negriciler, emperyalist çağın geride kaldığını savunan başkaca küçük burjuva çevreler, ikincisi de Fransa ve Almanya ATTAC çevresi örnek olarak verilebilir
Sosyal hareket örgütçüleri, propagandacıları, teorisyenleri, evet politikacıları, niçin mücadele ettiklerini çok iyi biliyorlar. Önemli olan, bu anlayışlarının "yeni" bir dünya görüşü olarak milyonlarca işçi ve emekçi yığınlara kabul ettirilmesidir. Bu hareketin elinde olağanüstü imkânlar vardır. Her taraftan destek görmektedir. Kimileri kendi çizgisine çekmek için, kimileri eritmek için ama genel olarak da işçi sınıfı ve emekçi yığınları alternatif olarak sosyalizmden uzaklaştırmak için maddi manevi imkânlar sunmaktalar.
Bu hareket, Le Monde Diplomatique gibi basınıyla, ATTAC gibi kitle örgütleriyle, troçkistleriyle anarşistleriyle, feministleriyle, Chiapas (Meksika), Porto Alegre (Brezilya) gibi kutsal yerleriyle, J. M. Keynes, J. Tobin gibi fikir babalarıyla, I. Ramonet gibi önderleriyle, S. George, P. Bourdieo, M. Mies, T. Negri, R. Konten, V. Forrester gibi teorisyenleriyle, B. Cassen gibi örgütleyicileriyle, Alman, İngiliz, Fransız parlamentolarında, Avrupa Parlamentosunda, Fransız Senatosunda milletvekili, senatör olan üyeleri ve temsilcileriyle, vakıflarıyla, emperyalist-gelişmiş ülke (daha ziyade AB) dışişleri bakanlıklarıyla, neoliberalizm, "sosyal forum", "sosyal devlet", "sivil toplum", "Tobin-Vergisi", "maddi olmayan emeğin" merkezi rol oynaması, "biyo-iktidar" gibi kavramlarıyla, "mali pazarların silahsızlandırılması", kapitalizmin, emperyalizmin "dizginlenmesi", "demokratikleştirilmesi", "uluslararası tekellerin iktidarının sınırlandırılması", "başka bir dünya mümkündür" gibi sloganlarıyla ve nihayetinde her şeyin sorumlusu olarak görülen IMF'siyle, DB'siyle ve DTÖ'süyle "başka bir dünya olasıdır"ı gerçekliğe dönüştürmeye çalışmaktadır.
Şüphesiz ki bu hareket, proleter karakterli değildir. Bu hareket, küçük burjuva kendiliğindencidir ve orada burjuva ve küçük burjuva ideolojisi hâkimdir. Bu hareketin önderliği, geniş bir tabanı siyasi olarak doğrudan yönlendirmekte ve ideolojik şekillenmesini derinleştirmektedir. Hem ATTAC ve hem de dünyanın her köşesinde bu harekete bileşen olarak, taban olarak katılanların çoğunluğu proleter menşeden ve ideolojiden kopuktur. Negri'nin deyimiyle gerçek anlamda bir "çokluk"tur. Onların sosyalizme, dünya proletaryasının önderlerine, devrime bakış tarzları bunu göstermektedir. Hareketin önderliği, bu gerçeğin bilincinde ve bundan dolayı da ortak nokta reformist taleplerde birleşildiği ve takvim eylemciliği esas alındığı için, siyasi açıdan gökkuşağı olma özelliğini; farklı oluşluğu özenle korumaya çalışıyor. Hareketin önderliği, -bırakalım işçi sınıfı açısından sınıf bilinci taşımayı- devrimci antiemperyalist bilincin taşınması ve tabanın antiemperyalist düşüncelerle şekillenmesi önünde de engeldir. Hareketin literatüründe emperyalizm, antiemperyalizm kavramlarının yeri yoktur. Devrim asla yoktur.

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin temel özellikleri nelerdir?

  • Günümüzdeki sosyal hareketin, emperyalizm-neoliberalizm ve "küreselleşme" eleştirisi küçük burjuva eleştiridir ve tutucudur. Kendini, "küreselleşme"nin aşırılıklarının törpülenmesiyle sınırlıyor. Bu sosyal hareket için sorun, kapitalizmin kendisi değildir. Bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor ve "başka bir dünya olasıdır" anlayışıyla kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, için sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, emperyalist burjuvazinin enjekte ettiği ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği "küreselleşme dönemi"nin adil ve demokratik olmasını talep ediyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, "sosyal devlet"i ve burjuva demokrasini idealize ediyor; yegâne alternatif, insanlığın kurtuluşu olarak sunuyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket, esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor ve IMF, DB ve DTÖ'nden oluşan "üçlü kutsal ittifak"ı hedef alıyor. Genel olarak sermaye diktatörlüğüne karşı mücadele etmiyor.
  • Günümüzdeki sosyal hareket için sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir.
  • Günümüzdeki sosyal hareket için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.

Günümüzdeki sosyal hareket, bu ve benzeri temel düşünceleriyle ideolojik olarak, antikomünisttir, dolayısıyla gericidir, hayalcidir ve siyasi olarak da reformist ve pasifisttir.
Günümüzdeki sosyal hareket, "küreselleşme"nin eleştiri konusu edilen yansımalarını bazı tekellerin, kapitalistlerin, spekülatörlerin "hırs"ına, doymazlığına, bir bütün olarak yanlış politikalara veya doğru politikaların yanlış uygulanmasına indirgiyor. ‘Önemli olan, bu yanlışlardan dönmektir, yanlış olanı reddetmektir, ama bunu yaparken bu yanlışlarla kapitalist sistem arasında bağ kurmamaktır. Sistem, temizdir. Esas olan, bu temiz sistemi kirleten bazı unsurlarının yanlış politikalarını hedef almaktır' vaazını veriyor.
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve yeniden örgütlenmesi, "sosyal devlet" olgusunu param parça edince, bugünün antiküreselciliği, küresellik eleştirmeni küçük burjuva çevreler, Keynesçiler, o derin uykularından uyandılar. Böyle olmaz, eskiye dönelim, frenleyelim, demokratikleştirelim, (adaletli talan, adaletli sömürü) demeye başladılar.

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin örgütlenme anlayışı
DSF, "başka bir dünya"yı gerçekleştirmek için 2001'de kabul ettiği „İlkeler Şartı"nda nasıl bir örgütlenme anlayışına sahip olduğunu açıklamaktadır7. Bu hareket, örgütsel bir yapımız, hiyerarşimiz yok demek için kendisini örgüt olarak değil, "bağlantı", "ağ" olarak tanımlıyor. Ama onun devlet bağı ve taraflılığı esastır.
Hareketin Seattle'da oldukça gevşek olan örgütlenmesi ve muğlâk siyasi ve sosyal bileşimi, her geçen yıl daha net çizgilere bürünüyor. Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte küreselleşme karşıtı hareketin savaş karşıtı hareketle birleşmesi, bu ayrışmaların önemli bir dönemeci oldu. Irak direnişiyle birlikte, "egemen sınıfların şiddetine mi, yoksa her türden şiddete mi karşıyız?" sorusu kaçınılmaz olarak bu mücadelenin gündemine girdi ve ayrıştırıcı oldu.
Savaş karşıtı hareket, taleplerin daha fazla enternasyonal içerik kazandığı ve daha fazla somutlandığı bir hareket oldu. "Anti-küreselcilerin", uluslararası emperyalist kuruluşlara karşı belli ülkelerde ve belli takvimlerde eylem yapma anlayışına karşılık, savaş karşıtı hareket her ülkede kendi hükümetine karşı eylemler biçiminde gelişti. Böylece daha politik, amaçların ve hedef alınan güçlerin daha belirgin olduğu, ne için, kime karşı sorusuna daha net yanıtların verildiği bir gelişim süreci yaşandı.
Sosyal forum örgütlenmesi aracılığıyla reformist ve pasifist güçler, hareketin önderliğini sürdürüyor. Başlangıçta "çeşitlilik ve farklılığın" coşkulu bir ifadesi olarak gösterilen ve "sivil toplum örgütlerinin önünü açma" çabaları olarak kutsanan politik partiler yasağının, bu güçlerin hegemonya manevraları olduğu git gide daha fazla açığa çıkıyor. Lula'nın PT'si türünden işbirlikçi hükümet partilerinin DSF'lere katılımı, bu yaklaşımın ikiyüzlülüğünü gözle görülür hale getirmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, DSF'nin anarşizan-otonomcu küçük burjuva bir kısım bileşenini temsil eden Negri ve yanlıları, işçi sınıfı hareketinin örgütlenmesini (sendikaları, partileri) ideolojik nedenlerden dolayı reddetmekteler. Ötesinde bu unsurlar, genel olarak örgütlenme yerine "ağlar kurun", "ağlar kurun" ve bunları "küresel ağlayın" çağrısı yaparak DSF içinde İmparatorluk'a karşı "çokluk"u ayaklanmaya çağırmaktalar! Ayaklanmadan anladıkları da "itaat etmemek"tir, "terk"tir ve "kaçış"tır. Yani pasif direniş!
Bu sosyal hareket, katılımcı örgütlerin ve hareketlerin eylemlerini, merkezi olarak yukarıdan yönlendirmediğini, tersine sadece koordine ettiğini savunuyor. Ama düzenlenen sosyal forumların programı, kimin hangi konuda konuşacağı nasıl tespit ediliyor? Mademki öyle, neden her isteyen örgüt veya hareket, istediği konuda konuşma yapamıyor? Demek ki belli bir örgütlenme, belli bir hiyerarşi yapısı var ve forumlara katılanlar, saptanmış kurallara uymak zorundalar.
Günümüzdeki sosyal hareketlerin sözde "enternasyonali" DSF'nin önermesi, "hegemonya karşıtı küreselleşme"dir: "DSF, yirmi birinci yüzyılın ilk eleştirel ütopyasıdır ve pek çoğu tutucu ütopyalara dönüşmüş olan Batı çağdaşlığının eleştirel ütopyalarından kopmayı hedefler." Bunu yaratma görevi ise, bu "yeni" hareketlerin başlıca örgütlenme biçimi olan NGO'lara verilmektedir. Bu anlamda partiler ve politik özneler tarihe karışmıştır: "DSF'nin temelinde yatan ütopya... bu sosyal değişim sürecinde herhangi bir spesifik sosyal aktöre kesinlikle öncelik tanımaz".

"Yeni" (günümüzdeki) sosyal hareketin gelişme yönü
Bu oluşumun geleceği var mıdır? Kendisine göre vardır! O da bugünkü anlayışıyla hiçbir yere varamayacağıdır. Hindistan'da, IV. DSF'nda bu açığa çıktı. Bütün çabalara rağmen "küreselleşme"ye, günümüz kapitalizmine insancıl bir çehre verilemedi. İleri sürülen talepler, neoliberal uygulamalar tarafından boşa çıkartıldı. Dolayısıyla DSF'nin bilinen talepleriyle yol almasının nesnel nedenleri pek kalmadı. Bu taleplerin, milyonları sürüklemek için çekici bir yanı artık yok. Bu nedenledir ki DSF, yeni bir teori aramaya koyulmuştur. Asya'da DSF'nin önde gelen örgütçülerinden W. Bello, bunu şu sözlerle açıklıyor "Şimdi yeni bir teoriye ve emperyalizmin yeni bir eleştirisine ihtiyacımız var. Hareketimiz, bu işe süratle el almalıdır".
Sadece bu sözler, şimdiye kadarki emperyalizm eleştirisinin işe yaramadığını ve milyonları sürükleyebilmek için yeni bir şeylerin bulunması gerektiğini göstermeye yeter. Bu hareketin emperyalizm eleştirisi -emperyalist küreselleşmeyi eleştirisi- reformist, pasifist; küçük burjuva açıdan eleştiridir. Yeni bir teori, nasıl bir teori olabilir? En fazlasıyla daha ileri bir teori olabilir. Daha ileri bir teori de emperyalizmin Leninist analizi temelinde olabilir. Bu hareket, bir bütün olarak bu noktaya gelemez, sınıfsal yapısından dolayı gelemez. 2004 DSF'nda (Hindistan) en azından Maoculuk temelinde radikal küçük burjuva akımların DSF'ye alternatif olarak ortaya çıkmaları, 2006 DSF'nin üç ayrı kıtada yapılması ve Venezüella'daki DSF'de H. Chavez'in bu harekete anitemperyalist karakter vermek için birtakım çıkışları, 2007'de DSF'nin oldukça sönük, umutsuz ve emperyalist burjuvaziye, devletlere çağrılarla gerçekleştirilmesi, her sene yapılmasından vazgeçilmesi (8. DSF 2009'da düzenlenecek) yarın DSF içinde ne türden gelişmelerin olabileceğine bir işaret olarak görülmelidir. Ötesinde Lenin'in emperyalizm analizinin güncel gelişmeyi açıklamaya yetmediği anlayışından hareketle üretilen sayısız emperyalizm türü ve teorileri, bu hareketin hummalı bir biçimde yeni teori arayışı içinde olduğunu göstermektedir.
Her şeyden önce DSF, küçük burjuvazinin ve Avrupa emperyalist burjuvazisinin reformizmi ve pasifizmi önderliğinde bir oluşumdur. Amacı oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi karşısında veya deyimleriyle Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine, küreselleşmesine karşı Avrupa'nın "sosyal" karakterli emperyalizmini "yeni bir dünya olasıdır", "başka bir Avrupa olasıdır" diye savunmaktır. Özellikle Attac üzerinden AB'nin, örneğin Irak savaşı dönemindeki tutumunun savunulması bunu açıkça göstermektedir. Özellikle IMF'nin, DB'nin, DTÖ'nün önplana çıkartılması, saldırı oklarının ABD'ye çevrilmesi ve bu anlamda AB'nin koruma altına alınması (Hindistan'da, IV. DSF) tartışma götürmez gerçekliktir.
Walden Bello, IV. DSF'nda şunları dile getiriyordu:"'80'li ve ‘90'lı yıllarda söz konusu olan, bölgesel pazarları bir dünya pazarı olarak birleştirmekti. Bu nedenden dolayı küresel kapitalist sınıfın çıkarı ortaktı... Şimdi küreselleşmenin, daha güçlü bir şekilde tek taraflı olarak ABD'nin siyasi çıkarları ve Amerikan işletmelerinin çıkarları tarafından belirlenen bir biçimiyle karşı karşıyayız".
Burada önemli olan, ‘80'li ve ‘90'lı yıllarla ilgili bölgesel ve dünya pazarı değerlendirmesi değil (doğru olmayan bir değerlendirme). Burada esas olan, DSF'nin anlayışıdır. Bu sözler açıkça göstermektedir ki, DSF, esas itibariyle Amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmektedir. Dünya çapında sömürü, talan, emperyalist savaş ve tahakküm dendiğinde sadece ve sadece Amerikan emperyalizmi görülmektedir. Diğer bir ifadeyle: Aslında, "küreselleşmeye" birtakım sınırlamalar getirilirse, "Tobin-Vergisi" uygulanırsa, neoliberalizm geriletilirse, kapitalizm demokratikleştirilirse mesele kalmaz. Her türlü "kötülük" Amerikan emperyalizminden kaynaklanmaktadır. O halde esas olan, Amerikan emperyalizmine karşı mücadeledir. Bu, sistem olarak kapitalizmi temize çıkartmanın yöntemidir. Demek ki belli kurumlar ve tekeller DSF'yi boşuna desteklemiyorlarmış!
1970'li yılların sonunda ve 1980'li yıllarda gündemde olan barış ve silahsızlanma hareketinin, çevre sorunları temelinde yükselen hareketin başına gelen bu sosyal hareketin geleceğini göstermektedir. Ya "olmazsa olmaz" aşamasına gelen bir durumda açıkça tavır belirleyecek ve siyasal konumunu açıklamak zorunda kalacak ya da bu oluşumun çeşitli ulusal bileşenleri, örneğin Attac gibi örgütlenmeleri, parlamenter yaşama katılacaklardır. Geriye kalan NGO'ların "bağımsız" olanları hayal kırıklığına uğrayacaklar ve hükümetler tarafından görevlendirilmiş olanları ise, hiçbir şey olmamış gibi görevlerini yerine getirmeye devam edecekler.

Sonuç itibariyle:
Daha önce de enternasyonal kitle hareketleri görülmüştü.
1930'lu yıllardaki antifaşist barış hareketi, Komintern'in önderliğinde gelişmişti. Sosyal demokratların ve onların etkisi altındaki sendikaların da belli bir rolü vardı. Bu hareket örgütlenme tarzından siyasi hedeflerine her yönüyle devrimci kuvvetlerin etkisini yansıtmaktaydı.
1950'lerin barış hareketinde, sosyalist ülkeler ve komünist partilerin önderliği vardı. Emperyalist kamp bu hareketi, soğuk savaşın ideolojik argümanlarıyla, esaret altındaki "sosyalist ülkeler" ve Batılı "hür ülkeler" ayrıştırmasıyla maniple etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Batıda özellikle sosyalist ve sosyalizme sempati duyan aydınlar arasında ilgi yaratan, sosyalizm alternatifini güçlendiren bir hedef olmayı sürdürdü.
1970 ve 1980'lerin barış hareketlerine ise Sovyet modern revizyonizminin yönlendirdiği çevreler ile küçük burjuva pasifist güçler önderlik etmişti. Bu hareketler özellikle nükleer enerji karşıtı ve çevreci hareketlerle bağ içindeydi. Bu hareket de belli bir süre sonra bileşenlerine ayrışmaya başladı. Özellikle Bati Avrupa'da çevreci hareketler, "merkez sol" burjuva düzen partileri biçiminde örgütlenerek burjuva siyasetin önemli bileşenleri haline geldiler.
Günümüzün sosyal hareketleri, özellikle 70'li ve 80'li yılların çevreci, savaş karşıtı vb. hareketleriyle bir ölçüde bir süreklilik oluşturmaktadır. Öncekilerden temel farkı ise, bugünkü hareketlere ne komünist ve devrimci partilerin ne de görüntüde sosyalizm söylemini ağzından düşürmeyen modern revizyonistlerin önderlik ediyor oluşu.
‘70'li yılların ikinci yarısıyla ‘80'li yılların ilk yarısı arasında gelişen kitlesel silahsızlanma ve barış hareketi dönemi yaşandı. Yeni olan, ‘90'lı yıllardan, özellikle de ‘90'lı yılların ikinci yarısından sonra yeniden bir kitlesel hareketin uluslararası gelişmesi değildir. Yeni olan, bu sefer, hareketin gelişme nedeninin emperyalist küreselleşme olmasıdır. Yani "küreselleşme"ye karşı mücadele.
Emperyalizmin "post modern" ideologlarının iddialarının aksine, yükselen kitle mücadelelerinin bu karmaşık görüntüsü, toplumdaki yapısal bir dönüşümden kaynaklı olarak sınıf mücadelelerinin tarihe karışmasından değil, UKH'in tarihinin en örgütsüz, etkisiz, parçalı dönemlerinden birini yaşıyor olmasına ve bu dağınıklığın revizyonist bloğun çöküşünden sonra gelişen ideolojik saldırılarla birleşmesine bağlıdır. Bu güçler, "post-endüstriyel toplum"u geçen yüzyılın ‘60'lı yıllarıyla başlatmaktadır. ‘60'larda başlayan, ‘68 hareketine belli etkileri yansıyan, ‘80'lerde güçlenen, ‘90 sonrasında doruk noktasına varan bu sürecin en önemli özelliği, UKH'in örgütsel dağınık olduğu ve 1956'dan itibaren modern revizyonizm tarafından ağır biçimde darbelendiği bir dönemde gelişmiş olmasıdır.
İddia ettikleri, emperyalist kapitalist sistemin nihailiğidir, ama yeni dönemin toplumsal hareketleri, tam da eski döneminkiler gibi, bizzat bu emperyalist kapitalist sistemin yol açtığı felaketlere karşı gelişmektedir.
Bugünkü sosyal hareketlerin geçmiştekilerden temel bir farkı, önderliğini ‘90 sonrası "sosyalizm öldü, tarihin sonu geldi, işçi sınıfı yok oldu", "emperyalizm ötesi bir çağ"da yaşıyoruz, "küreselleşme çağındayız" veya "sosyal devlet"e geri dönülmelidir tezlerini bayrak edinen güçlerin yapıyor olmasıdır.
Bu güçler, ekonomik mücadelelerle politik mücadele arasındaki ilişki konusunda da Marksist yaklaşımı çarpıtmaktadır. Ulusal mücadeleler, ulusal azınlıkların kültürel talepli mücadeleleri, kadın hareketi vb. "kimlik temelli" hareketler olarak sunuluyor. Sınıf temelli hareketler ise işçi sınıfının ekonomik mücadelelerine indirgeniyor. Marksist teorinin sınıf mücadelelerine asla böyle bir yaklaşımı olmamıştır.
Her toplumsal hareket, birbirinden farklı sınıf ve tabakaların birbirinden farklı kesimsel taleplerle, birbirinden farklı programlarla aynı doğrultuda harekete geçişini ifade eder. "Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprak beyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevzie girerek "biz sosyalizmden yanayız" ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak "biz emperyalizmden yanayız" diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! ..."Saf" bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf 198, Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine)
Tarihin diğer dönemlerinde bir sınıfın kendi sınıf aidiyeti altında, kendi bayrağı altında değil de diğer sınıf/sınıfların bayrağı altında, değişik ideolojik tanımlamalar ve çeşitli kimliklerle savaştığı hiç mi görülmemiştir? Aksine zaten bütün toplumsal mücadelelerin temel sorunu onu oluşturan sınıfların kendi bayrakları altında, kendi politik temsilcilerinin önderliğinde toplanıp toplanmaması değil midir?
Kimlik temelli-sınıf temelli hareketler biçimindeki ayrıştırmaya konu olan kültürel, cinsel, ahlaki talepli hareketler daima var olmuştur. Dolayısıyla bu hareketlerin, kimlik farklılıkları üzerinden yükseldiği ve bir heterojenliğe sahip olduğu tezi boş bir tasavvurdur. Hareketi oluşturan "farklılıkların" her biri belli başlı sınıflara denk düşmektedir.
Hareket içindeki "çeşitlilik" içeren özneler hangi sınıfların çıkarlarını savunmaktadır sorusu yanıtlanabilir bir soru mudur? Elbette! İdeolojileri ve sınıfları "rafa kaldırıp" yerine "kimliksel etiketleri" takmadan önce buna cevap vermek gerekiyor. Sorunun yanıtı, bizi ya burjuvazi ve küçük burjuvazinin ya da proletaryanın ideolojisine götürüyor. Harekette "çeşitlilik" olarak tanımlanan akımların tümü, burjuva ideolojinin çeşitli renkleridir. Tıpkı aynı ürünün çok renkli ambalajlarla pazara sunulması gibi bu hareketler, demokrasinin gökkuşağı yelpazesi olarak "piyasaya" sunulmaktadır.
Burjuva toplumun varlığı boyunca, neredeyse bu toplumun yaşına paralel sayıda felsefi akımlar, dini yönelimler vb. var olmuştur. Bunların hepsi, burjuva ideolojinin bileşenleri ya da renkleri olmaktan öteye gitmezler. Günümüzün toplumsal mücadelelerini sınıf temelinden koparmaya çalışan "yeni" sosyal hareket kuramcıları, esasını bu akımlardan almakta, kendini meşrulaştırma yollarını da bu akımlara dönerek aramaktadır. Berstein'dan Kautsky'e, Lüksemburg'dan Gramsci'ye aşılmış birçok tartışma, toplumsal mücadelenin ve hatta UKH'in gündemine tartışma konuları olarak sokulmaya çalışılmaktadır. Bunlar süslü ifadelerle tekrarlanarak yeni koşulların yeni teorileri olarak öne sürülmektedir.
Bir yönüyle bu hareketler, bileşeni olan kimlik gruplarının "söylem" yoluyla kurduğu bilinçli ilişkilerin ürünü olarak görülmekte, nedensellik ve tarihsellik bağıntısından koparmakta, sübjektivizm her şey haline getirilmektedir. Bir yönüyle de, sübjektif faktör inkâr edilmekte, bilinçli öncünün rolü gizlenmektedir. Hareketler bütünüyle sübjektif nedenlere dayandırılmaktadır. Bu sübjektivizmin kaçınılmaz sonucu ise, öznenin inkârı ve kendiliğindenliğin kutsanması olmaktadır. Hareketler, "aktörler" ya da "katılımcılar" düzleminde tanımlanarak, hareketlerin niteliği, ona katılan bireylerin kimlikleriyle açıklanmaktadır. Harekete yön veren ideolojiler ve bu ideolojilerin taşıyıcısı olan politik özneler bir kenara bırakılmaktadır. Bunun en tipik örneğini Negri ve Hardt'ın İmparatorluk'unda öne sürülen voluntarist, anarşizan-otonomcu, reel dünya gerçekliğiyle bağı olmayan hayal ürünü görüşler oluşturmaktadır.
Bu hareketin, IMF, DB ve DTÖ'nden oluşan "üçlü kutsal ittifak" ile sınırlandırılmış antiemperyalistliği yanıltıcı olmamalıdır. Hareketin önderliği ve etkilediği kesimler bununla yetiniyorlar. Açık ki, sınıfsal duruşlarının gereğini yapıyorlar. Bizim görevimiz ise, dayatılan bu sınırları aşmaktır. Bu sınırları aşabilmek içinde dünya çapında devrimci ve komünist güçlerin ortak hareket etmeleri gerekir.
Bu harekete baktığımızda nesnel olarak şunu görüyoruz: Bir taraftan sömürenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da sömürülenlerin ve talan edilenlerin dünyası. Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları, diğer taraftan buna karşı direnenler. Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar. Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.
Bu hareketin önderliği, bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor. Bu önderlik, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Bunlar, henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyet göstermektedir. Hareketin bir bütün olarak örgütleniş biçimi ise tam da önderliklerinin oynadığı bu işleve uygun düşmektedir. Mevcut örgütlenme yapısıyla bu hareket, „sosyal devlet"i, devlet kapitalizmini savunanların; bir kısım sosyal demokratların, reformistlerin, „sol"ların geriye çekiliş muharebesine hizmet etmektedir. Neoliberalizmle güya "çarpışarak" geri çekiliyorlar! Bu hareket, ‘örgütsüz emekçi yığınlar reformist, pasifist akımların ve karşı devrimci ideolojilerin peşine nasıl takılır'ın açık ifadesidir. Bu hareketin mevcut önderliği ve örgütlenmesi devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucuları bu hareket içinde yuvalanmıştır. Bunların bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça; bu harekete kulak veren yığınların nezdinde, önünde, yanında bunların pratik, siyasi, teorik, ideolojik, örgütsel tutarsızlığı, düzen yanlı karakteri teşhir edilmedikçe, onların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.
Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin tabanı öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli, gerçekten antiemperyalistleştirmek, devrimcileştirmek bizim elimizdedir.
Bu hareketin Seattle'dan bugüne kadarki gerçekliği, antikapitalist değil eksik ve sığ da olsa, neredeyse salt IMF, DB ve DTÖ ile sınırlı da olsa, antiemperyalist içerik taşımasıdır. Önemli olan, bu içeriği ön plana çıkartmamızdır. Küçük burjuva reformist anlamda da olsa örgütlülükten uzak olan; uluslararası planda eylemden eyleme örgütlenen bu harekete uluslararası koordinasyonunun ötesine geçen, süreklilik arz eden ve yönlendirici olan bir örgütsel yapı vermek için mücadele etmeliyiz. Bu hareket, son yılların en güçlü uluslararası kitle hareketidir.
Enternasyonalizmin ideolojik anlamı vardır. Hangi sınıfın ideolojisi ve politikası temelinde yükselen bir enternasyonal sorusuna cevap verilmeksizin onun nasıl bir enternasyonal hareket olduğu açıklanamaz. Kimin adına konuşuluyor, kimin politikası formüle ediliyor, örgütleniyor? Soru bu. Bu hareket, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları adına konuşmuyor, bu sınıfları temsil etmiyor. Bir kısım taleplerin ortaklaşması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıfsal çıkarları bakımından bu hareket, enternasyonalist değildir. Olsa olsa küçük burjuvazinin, reformizmin, pasifizmin enternasyonalidir.
Bu hareketin enternasyonalliğiyle işçi sınıfının enternasyonalliği birbirine karıştırılmamalıdır. Her şeyden önce ortada bir sınıf farklılığı vardır. Birbirleriyle antagonist çelişki içinde olan sınıfların karşı karşıya olmaları söz konusudur. Birisi kapitalist düzeni kurtarmak istiyor, reforme etmek istiyor ve bu nedenle kitle hareketini baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Diğeri ise sistemi yıkmak istiyor. Aradaki fark budur. Bu fark görülmeksizin de DSF, ASF veya Attac gibi oluşumların sınıfsal karakteri anlaşılamaz ve taleplerin görünüşteki ortaklığından dolayı reformizm ve pasifizmin kuyruğuna takılmak kolaylaşır.
Bu hareketin uluslararası kurumlara (IMF, DB, DTÖ, BM) ve emperyalist devletlere daha fazla "yönet" çağrısı, bu kurumların ve emperyalist devletlerin eline daha çok iktidar/yetki vermekten öte bir anlam taşımamaktadır. Dünyayı talan edenlere ve bu talanı örgütleyenlere yapılan daha fazla "yönet" çağrısının başka bir anlamı olamaz.

"Yeni" sosyal hareketlerin sınıf bileşenlerine ayrışması sürecektir: İşçi sınıfının politik temsilcilerinin, yani UKH'in, örgütsüz ve dağınık durumda olduğu; öznel koşulların elverişsizliğinin sürdüğü günümüz dünyası, nesnel koşullar bakımından işçi sınıfı hareketi için oldukça elverişlidir.
Esnek üretim, yeni uluslararası işbölümü vb. olgular, yeni sendikal stratejileri, yeni örgütlenme araç ve biçimlerini gerçekten de gerekli kılmaktadır. Ancak bunlar, adı üstünde, mücadele biçimlerine yönelik yeniliklerdir. Bu yeni durumun ihtiyaçlarına uygun örgütlenme biçimleri, işçi sınıfının dünya çapında kendiliğinden eylemlerinde açığa çıkmaktadır. Komünist güçlerin bu araçları geliştirme ve bilinç kazandırma görevi ortada durmaktadır.
Ancak aynı zamanda, "yeni" sosyal hareketler olarak tanımlanan hareketlerin varlığı, işçi sınıfının dışına veya sınıfların dışına kayan bir mücadeleye değil, işçi sınıfının çeşitli toplumsal kesimlerin mücadelelerinin öncülüğüne soyunmasının zeminin eskisinden daha fazla güçlendiğine işaret etmektedir.
Kapitalist yıkım saldırıları, başka bir deyişle neoliberalizm, artan bir hızla gençliğin, kadınların, köylülerin, topraksızların yoksullaşmasını hızlandırıyor, işçi sınıfı saflarının genişlemesinin yanı sıra, bu kesimleri emperyalist küreselleşmeye karşı mücadelenin güçlü bileşenleri haline getiriyor. Dahası, bu kesimlerin kaderi gitgide daha fazla işçi sınıfının zaferine bağlanıyor, işçi sınıfı hegemonyası altında hareket etmelerinin koşulları daha da gelişiyor.
Burjuva ideologlar, hareketlerin taleplerinin yüzeysel bir kavranışına dayanarak bunlardan kimlik temelli hareketler çıkaradursun, gelişen her bir mücadele, nesnel olarak, işçi sınıfının insanlığın nihai kurtuluşu yolunda üstlendiği tarihsel misyonu güçlendiren faktörler oluyor.
Örneğin, "post-marksist" kuramlara en fazla sarılan, kendisini bir "ötekiler hareketi" olarak tanımlayan ve "Başka Kampanya"sını sürdüren Zapatista hareketi. Bu hareket kendisini kültürel kavramlarla tanımlasa da, iktidar perspektifinden bilinçli olarak uzak dursa da, Chiapas yerlilerinin bu mücadelesi, Meksika'da gelişen neoliberal saldırıların tarımda yol açtığı yıkımın ve bu yıkımdan en fazla etkilenen yerlilerin hareketinin, tarihten gelen ulusal ve kültürel aşağılanma ve baskıyla birleşmesinin bir sonucu olarak doğmuştur. Bolivya'da koka ekici köylüler, yerliler ve işçi sendikaları arasındaki toplumsal ittifak bir başka örnektir. Latin Amerika'da "kimlik temelli" olduğu öne sürülen yerli hareketlerinin sınıfsal içeriği, tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar gözle görülür durumdadır.
Avrupa'da küreselleşme karşıtı mücadelenin bir ucu emperyalist zirve karşıtı militan eylemlerse, bir ucunu da, özellikle otomotiv ve liman işçilerinin büyük direnişleri oluşturmaktadır. Bu direnişler henüz kendiliğinden karakter taşımakta, reformist sendikaların önderliği nedeniyle önemli başarılar kazanamamaktadır. Ama gelişmelerin de gösterdiği gibi dünya çapında kapitalist yıkım saldırılarına karşı direnişin önemli bir unsuru olmuştur. "Yeni" sosyal hareket teorisyenlerine göre, kimlik temelli hareketlerin üzerinde geliştiği "yeni orta sınıf" olarak tanımlanan hizmet emekçileri veya Negri'nin "çokluk"u tam da sanayi işçileriyle yan yana grev ve direnişlerde yerini almaktadır.
Ortadoğu'da gelişen silahlı antiemperyalist direnişler, DSF'nin reformist pasifist önderliğini zora sokmaktadır.
Toplumsal mücadelelerin bu bütünselliği içerisinde kendisini salt cinsel, kültürel vb. yaklaşımlarla ifade eden hareketlerin tuttuğu yer de zaten gerçekte çok değildir. Ama böyle olsun ya da olmasın, bu mücadelelerin her biri, sözü geçen direnişin parçalarıdır ve genellikle küçük burjuvazinin toplumsal tabanını oluşturduğu burjuva liberal ya da küçük burjuva radikal akımlardır.
Günümüzün toplumsal mücadelelerinin gelişimi, sınıfsal bileşenlerine ayrışmasını sürdürecektir. Bu ayrışmayı sosyalizm düşü lehine derinleştirmek için işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle bağlarını geliştirmek, hareketin önünde duran önemli teorik, örgütsel, politik sorunlara ihtiyaca uygun yanıtlar vermek, UKH'in başlıca görevidir.

- - - - - - - - - -

1 "Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.
Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.
Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı, ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler" (Marks/Engels; C.4, Syf., 466).
2 "Kapitalist üretim biçimi,... maddi üretici gücün gelişmesinin ve bu güce tekabül eden bir dünya pazarının yaratılmasının tarihsel bir aracıdır, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna tekabül eden kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır" (Marks/Engels; C. 25, Syf., 260).
"Bizzat dünya pazarı, bu üretim biçimi (kapitalist üretim biçimi kast ediliyor, çn.), için temel teşkil eder. Diğer taraftan, bu üretim biçiminin, giderek büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimi yaratır ve durumda, sanayide devrimle yol açan şey, ticaret olmaz, ticareti devamlı biçimde kökünden değiştiren, sanayi olur" (Marks/Engels; C.25, Syf., 345/346).
3 "İngiliz burjuvazisi kadar ahlaksız ve bencilliğiyle düzeltileme­yecek kadar yozlaşmış, herhangi bir ilerleme yeteneğinden yok­sun bir sınıf görmedim. Burada her şeyden önce, kelimenin gerçek anlamıyla bur­juvaziyi, özellikle liberal, Hububat Yasalarına karşı çıkan burjuvaziyi kastediyorum. Onun için yeryüzünde, kendisi de dahil para için var olmayan hiçbir şey yoktur. Para kazanmaktan başka hiçbir yaşamı yoktur. Hızla kazanmanın mutluluğundan başka mutluluk tanımaz, kaybetmek­ten başka da hiçbir acı tanımaz. Böylesine bir tamah ve ka­zanma hırsı karşısında, herhangi bir insanca duygunun yoz­laşmadan kalması olanaksızdır... Sonuç olarak tek kesin amaç, kendi çıkar­larıdır ve özellikle para kazanmaktır. Bir keresinde Manchester'a böyle bir burjuvayla gittim ve ona işçilerin içinde bulunduğu kor­kunç durumu, yapıların sağlığa zararlı olduklarını ve hayatımda hiç bu denli kötü bir kente gitmemiş olduğumu söyledim.. Beni so­nuna dek sessizce dinledi ve ayrılırken şöyle dedi: "Ama yine de burada iyi para kazanılıyor, iyi günler efendim". Para kazanırken işçilerinin aç olup olmadıkları, İngiliz burjuvalarının umurlarında bile değil. Yaşamın tüm koşulları parayla ölçülür ve para getirmeyen her şey saçma, pratik olmayan, idealist laf­lardır, işte bu yüzden Politik Ekonomi, para kazanma yollarını araştıran bilim, bu tefeci Yahudilerin en sevdikleri konudur. Herkes iktisatçıdır. Sanayiciyle işçiler arasındaki ilişkide insanca hiçbir yön yoktur ve bu ilişki tamamen ekonomiktir. Sanayici "sermaye", işçi ise "iş"tir. Eğer işçi bu soyutlamayı kabul etmezse, kendisinin iş değil, bir insan olduğunda diretirse, işgücüyle birlikte birçok duygulara sahip olduğunu belirtip "iş" olarak, meta olarak kendisi­nin piyasada satılıp alınmasına izin vermezse, burjuvanın mantığı durur. Burjuva, işçiyle alım satımdan başka bir ilişki bütünü içinde olduğunu kavrayamaz. Onları insan olarak değil, sık sık yüzüne karşı da söylediği gibi, sadece "el" olarak görür. Carlyle'ın da dediği gibi, "nakdi ödeme"nin insanla insan arasındaki tek ilişki olduğunda ısrar eder. Hatta karısıyla kendisi arasındaki ilişki bile yüzde doksan dokuz, sadece bir "nakdi ödeme"dir. ... Para insanın değerini belirler; o, "Onbin sterlin değerin­dedir." Parası olan bir kişi, "iyi bir insandır", "nüfuzludur" ve onun yaptıkları, çevresinde önemlidir. Pazarlık ruhu, dili etkisi altına alır, tüm ilişkiler iş terimleriyle ve ekonomik kategorilerle ifade edilir. Arz ve talep, İngiliz burjuvalarının tüm insan yaşantısını değerlendirirken kullandıkları formüllerdir. İşte böylece serbest rekabet, her konuda, laissez faire, laissez aller [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] her yerde, hükümette, tıpta, eğitimde ve devlet kilisesi çökmesine devam ettiği sürece de dinde ortaya çıkar. Serbest rekabetin hiçbir sınırlandırmaya, hiçbir devlet kontrolüne tahammülü yoktur. Devlet, onun için ge­reksiz bir yüktür. Serbest rekabet, herkesin herkesi istediği gibi sömürebileceği, tamamen devletsiz bir durumda tam mükemmel olur..." Marks/Engels; C; 2, s. 486-488 ("İngiltere'de Çalışan Sınıfın Durumu").
4 „Yeni" sosyal hareket veya günümüzdeki sosyal hareket ile bütün örgütsel, siyasi, teorik ve ideolojik bileşenleriyle; bütün çeşitliliğiyle "antiküresel hareket" kastedilmektedir.
5 Le Monde Diplomatique'in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonet çok kızgın ve ateşli bir şekilde "pazarlar silahsızlandırılmalı", "mali pazarlar silahsızlandırılmalı", "dayanışma vergisi" uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın olası yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet, "21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu bir balta girmemiş ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir" diye yazıyordu (Bkz.: Ruth Jung; "Attac: Mekanizmada Kum-Sand im Getriebe", 2002, Syf., 18.).
"Küreselleşme" ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar "çerçevesinde James Tobin'in 1972'den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin'e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80'i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır" (Peter Wahl; "Tobin-Vergisi-Tobin Steuer", "Beşinci Gücü Vergilendir-Besteuert die fünfte Gewalt!", taz, 29.1.2001, Syf., 11) .
6 DSF'nun „İlkeler Şartı"nda şunlara da yer verilmekte:
"Bundan sonra, Porto Alegre'de açıklanan „başka bir dünya muhtemeldir"den sonra DSF, alternatifleri aramanın ve inşa etmenin daimi bir süreci olacaktır...
DSF'nda önerilen alternatifler, uluslararası tekeller, hükümetler ve o tekellerin çıkarlarına hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından emredilen küreselleşme sürecine muhalif alternatiflerdir. Bu alternatifler, küreselleşmenin, dünya tarihinde hâkim yeni bir aşama olarak dayanışma içinde mümkün olması olarak şekillenmektedir...
Demokrasi, barış, insanlar arasında hiç ayrım yapmaksızın barışçıl, dayanışmacı ilişkiler... Her türlü zora ve insanlar üzerindeki her türlü hâkimiyet anlayışına karşı mücadele..." (9 Nisan 2001'de Sao Paulo'da DSF'nun örgütleme komitesini oluşturan örgütler tarafından kabul edilen ve 10 Haziran 2001'de DSF'nun Uluslararası Konseyi tarafından bir kısım değişikliklerle onanan metinden (Serbest çevri).
7 "DSF, yansıtılan düşüncenin, düşüncelerin demokratik tartışmasının, önerileri formüle etmenin, tecrübeleri özgürce teati etmenin ve neoliberalizme, sermayenin dünya hâkimiyetine ve emperyalizmin mümkün bütün biçimlerine karşı direnen grupların ve sivil toplum hareketlerinin etkili faaliyetlerini koordine etmenin açık bir birleşme yeridir...
DSF, dünyanın bütün ülkelerinde sivil toplum hareketlerini ve örgütlerini bir araya getirmekte ve onları, dünya sivil toplumunu temsil eden bir kurum olma niyetinde olmaksızın birleştirmektedir.
Karşılıklı ilişkiler bağlamında DSF, toplumun örgütleri ve hareketleri arasında ulusal ve uluslararası ilişkileri kurmaya ve güçlendirmeye çalışmaktadır...
"DSF'nun toplantıları, bir kurum olarak DSF adına müzakerelerde bulunmamaktadır. Dolayısıyla hiç kimse, Forumun münferit toplantıları adına, katılımcıları bağlama iddiasında olan duruşlar dile getirmekle görevlendirilmemiştir. Forum katılımcıları, hiç bir biçimde (çoğunluğu bağlayan seçim, sözlü evet deme, eylemler için öneriler ve açıklamalar yoluyla Forum'un yerleşmiş tavırları olarak kabul edilmesi için) kurum olarak kararlar almaya çağrılmamaktadır. Dolayısıyla Forum, ne katılımcıların Forumun toplantılarında tartışmak zorunda oldukları iktidar yeri olma iddiasındadır, ne de katılımcı örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin ve karşılıklı ilişkilerinin tespit edildiği bir yerdir" ( Madde 6).
"Buna rağmen, Forumun toplantılarına katılan örgütlere ve örgüt gruplarına, bu toplantılar esnasında tek başlarına ve başka katılımcılarla koordinasyon içinde açıklamalarda bulunma ve eylemler yapma hakkı tanır. DSF, böylesi kararları, yönlendirmeksizin, hiyerarşiye tabi kılmaksızın, eleştirmeksizin veya sınırlandırmaksızın, bilakis, kararları alan örgütlerin veya örgüt gruplarının sonuçları olarak elindeki dağıtım olanaklarıyla yaygınlaştırmaya çalışır" (madde 7).
"DSF, çoğulcu, geniş yelpazeli, mezhepsel olmayan, devletle bağı olmayan ve taraflı olmayan bir bağlantıdır. Bu bağlantı, ademi merkeziyetçi bir tarzda yerel ve uluslararası somut eylemlerle başka bir dünyayı inşa eden örgütleri ve hareketleri birbirine bağlar" (madde 8).
"DSF, sürekli, çoğulculuğa, eylemlerin çeşitliliğine, kendine katılmak isteyen örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin türlerine, cinsiyetlerin, etnik kökenin, kültürlerin, nesillerin çeşitliliğine açık olacaktır. Tabii bunların Şartın İlkelerine uymaları ön koşuldur. Ne partilerin ve ne de askeri örgütlerin temsilcileri Foruma katılamazlar. Bu Şartın yükümlülüklerini kabul eden hükümet üyeleri ve devlet memurları, bireyler olarak davet edilebilirler" (madde 9).