Aralık 2019 / Partinin Sesi / Sayı: 99 Hüseyin Demircioğlu Akademisi, devrimciliğimizi her yönüyle yeniden ve daha ileri bir düzeyde örgütlemek için kullandığımız "tramplen"lerden birisidir. Eğitim için gelen yoldaşların değişimini ve dönüşümünü devrimci tarzda yönetmek için örgütlenmiştir. Sistemler, dağ yaşamı, verilen görev ve sorumluluklar, yoldaşların devrimci kopuş ve sıçramalarını örgütlemeleri için zemin sunar. Akademiye gideceğimi ilk öğrendiğimde çok mutlu olmuştum. Dağın değiştirici ve dönüştürücü gücünü, insanın kendi gerçeğiyle nasıl yüzleştiğini birçok yoldaştan dinlemiştim. Partinin özgür alanlardaki olanaklarıyla kendimi geliştirmek istiyordum. Çünkü bir ayağım düzende, bir ayağım devrimde artık ilerleyemiyordum. "Küçük burjuva devrimciliği" beni yutmuştu. Devrimcilik algımdaki darlıklar, yerleşik yaşama ait alışkanlıklar, devrimciliğimi üretiş biçimimde açığa çıkan sorunlar vardı. Artık aklımı kurcalayan sorunlar, devrimin ve partinin ihtiyaçları değildi. Sorularım ve sorunlarım, "Akşam hangi bara gitsem?", "Akşam kimin maçı var?", "İzlediğim dizinin yeni bölümü çıktı, bu akşam interneti olan bir arkadaşımda kalsam", "Akşam dört kişi bir araya gelsek de bi 101 çevirsek", "Haftasonu nereye gitsem?" minvalindeydi. Geldiğim Akademi alanında, bütün gücümü bu kişilik şekillenmesinden, zihniyetten kopmak için harcamaya başladım. Parti ölçülerine uygun yaşamı anladıkça, bana kazandıran pratikleri gördükçe, yani yeniyi var ettiğim oranda düzenden kopmaya başladım. Geçmişimle birlikte yaşayamazdım. Çünkü bir şeyi reddedemezsen, başka bir şeyi yaratamazsın. Eski yaşamı ne kadar reddediyorsan, yeni yaşamı o kadar geliştirirsin. Az reddedersen, yeniyi az geliştirirsin. Bu bakış açısıyla geçmişimi değerlendirmeye, düzeni reddetmeye adım attım. İlk Adım "Erk"ekliğimi Yenmek Akademide daha ilk günlerden itibaren dil, üslup ve tarz konusunda yaşadığım sorunlar beni zorlamaya başlamıştı. Yoldaşlarla ilişkilerde, bir olayı veya durumu tariflerken, eleştiri-özeleştiri yaparken kullandığım dil ve üslup, parti tarzını, partili militanın duruşunu yansıtmıyordu. Aniden parlayan, yanlış bulduğum durumlar karşısında hızla sinirlenen, tartışmalarda sesimi yükselten, yoldaşca olmayan bir tarzla ilişkileniyordum. Bu durum yoldaşlar tarafından çokca eleştirildi. Ben de özeleştirisini verdim, ama "özeleştiri veriyorum yoldaş", "dikkat edeceğim yoldaş" gibi söylemler yeterli gelmedi. Aynı tarzda devam etmeyi sürdürdüm. Bir şeylerin yanlış gittiği belliydi. Problem nerede diye daha fazla düşünmeye başladım. Bu süreçlerimde eğitimlerin ve yoldaşlarla yürüttüğüm tartışmaların önemli bir etkisi oldu. Tartışmalardaki "erk"eklik hallerimle ve "erk" tarzımla hızla kopuşmam gerekiyordu. Öncelikle, bu durumlar için doğru tarzda özeleştiri vererek başladım. Yaptıklarımın yanlış olduğunu yoldaşlar karşısında sesli olarak dile getirmek iyi bir başlangıçtı. Ve ancak bu yanlarımdan kopuştukça, kendimde partinin dil, üslup ve tarzını inşa edebilirdim. Buna karar verdikten sonra, geriye mücadeleyi tutarlı ve istikrarlı şekilde sürdürmek, günlük olarak örgütlemek kalıyordu. Devrimcinin dili, üslubu ve tarzı da devrimci olmalıydı. Tutarsızlık içinde devrimcilik üretemezdim. "Erk"eklik hallerim, eğitimlerle doğru tarzda ilişkilenmemin ve değişimimin önündeki engellerden biriydi. Özellikle kadın eğitmen yoldaşların derslerinde, bildiğim yarım yamalak bilgilerle, adeta derste "müfettiş" gibiydim. Bunun sebebi, kuşkusuz kadının aklına, kadının askeri alandaki bilgisine güvensizlikti. Yoldaşların dil sürçmesiyle yanlış bir şey söyledikleri veya anlatmak istediklerini tam anlatamadıklarını düşündüğüm durumlarda söz alıp, ‘'yoldaş bunu demek istedin, değil mi'' diyerek, müdahele eden bir tarzla konumlanıyordum. Bu pozisyonum eğitimlerden öğrenmemi etkiliyordu. Bu benim açımdan açığa çıkan sonuçtu. Karşı taraftaki yoldaşta yaratacağı etki ve sonuçlara dair düşünmüyordum bile. Derse nasıl girdiysem öyle çıkıyordum. Bu tarzımın yoldaşlarca sorgulanarak mahkum edilmesi, derslerle yeni bir düzeyde, öğrenme odaklı ilişkilenmemi, eğitimlerin de rolünü oynamasını sağladı. Her bir dersten yeni şeyler öğrenerek ve kendimi geliştirerek çıkmaya başladım. Kendimi yönettirmeme hallerim, iktidar olma isteğim ve kendi fikrimi önemseme durumlarım Akademideki parti işleyişini, sistemlerini zayıflatıyordu. Ayrıca, hem benim hem de yoldaşların gelişimini örgütlemenin önünde engel oluşturuyordu. Bir işi yaparken veya örgütlerken, bunu yönetmenin birden fazla yöntemi vardır. Bu işten sorumlu yoldaşın kendini pratikte sınaması ve geliştirmesi için hakimiyetin onda olması gerekir. Ama ben, böyle durumlarda sürekli öneriler yaparak, "yoldaş böyle yaparsak daha hızlı olur veya daha az yoruluruz" diyerek, yoldaşın konumunu zayıflatıp kendimi yönettirmiyordum. Bu da, devre komutanlığının yoldaşların gelişimini yönetmek için özel olarak örgütlediği ortamları bozmak anlamına geliyordu. İlk başlarda, bu durumu değiştirmek için özel olarak kendimi yönetmeye, susmaya ve ne deniyorsa onu yapmaya çalıştım. Ama içselleştiremeden. Kendimi her gün istikrarlı bir şekilde bu konuda yönetmeye başladıktan sonra, komutanlıktan yoldaşlarla yürüttüğümüz tartışmalarla birlikte bu durumun altında yatan düşünüş ve zihniyeti anlamaya başlayınca, zamanla doğal bir hal aldı bu. Eleştiri-Özeleştirinin Devrimci Gücünü Örgütlemek Eleştiri yaparken beni gördüğünüzde, rahatlıkla ringdeki bir boksöre benzetebilirdiniz. Karşımdaki kişinin bir yoldaş olduğunu unutuyordum. Sözlerim öfke ve tepkiyle harmanlanmış şekilde ağzımdan çıkıyordu. Eleştiri amacına ulaşmadığı gibi, tersinden olumsuz sonuçlar getiriyordu. Eleştirdiğim yoldaşlarda yıkıcı sonuçları oluyor, tahribatlara yol açıyordu. Gölge dövüşü yaptığımın farkına varmam biraz zor oldu, zaman aldı. Yanlış yöntemlerle geliştirdiğim eleştiriler ve tartışmalar beni yormaktan, yoldaşlık ilişkilerimi zedelemekten başka bir işe yaramadı. Eleştirilerimle bir gelişim sağlayamadıkça, "gerici direnç gösteriyorlar" diyerek topu yoldaşlara attım, gittikçe kendimi ortamlardan soyutlamaya başladım. İnsan tek başına kaldığında, sorumluluğu hep kendinde buluyor. Empati yapmaya başladıkça, eleştirilerimin niteliksiz ve emeksiz olduğunu, yoldaş sevgisini içermediğini anladım. Gelişen her durum beni daha fazla düşünmeye itti. Eleştirilerim üzerinde zihinsel emek harcayarak, eleştirinin amacı ve hedefini belirleyerek, doğru yer ve zamanda, anlaşılabilir, amaca uygun dil, üslup ve tarzla daha fazla sonuç almaya başladım. Bu da eski eleştiri tarzımdan hızla kopuşu beraberinde getirdi. Özeleştirinin amacı kendimizi tartışarak değiştirmektir. Kendimi tartışmamın önündeki en büyük engellerimi, küçük burjuva gururum ve "erk"ek egemen zihniyetim oluşturuyordu. Eril zihniyetim, eleştiriler üzerinde düşünmemi, soruna sebep olan duygu ve düşünce dünyamı görmemi engelliyordu. Bir eleştiri aldığımda veya özeleştiri verirken, hatamı tarif ederken, nasıl bir iç muhasebe yaptığımı kolektife açmak, küçük burjuva gururlu bir kişinin asla yapamayacağı bir şeydi. İç muhasebelerimi, buna sebeb olan geri zihniyet özelliklerimi kolektife açarsam devrimci kişiliğim zarar görür, yoldaşların gözünde küçülürüm kaygısı vardı. Bu geri yanlarımla tek başıma mücadele edebilir ve kopuşurum diye düşündüm. Kimseye fark ettirmem, perde arkasında sorunları çözerim sandım, öyle olmadı. Tam tersine, kendime ve yoldaşlara açık olduğum oranda, iç mücadelelerimi kolektifleştirdiğim oranda kazandım. Kopuşlarımda derinleşmede ve kopuşlarımı bir sıçramaya dönüştürmede kullandığım en önemli yöntemlerden biri eleştiri ve özeleştiri sistemleriyle doğru bir tarzda ilişkilenmek oldu. İçimdeki Düşmana Karşı Savaşımım Sınıf bilinci olmadan düşman algısı, düşman algısı olmadan da devrim anlayışı gelişemezdi. Düşmanlaşma dediğimizde ne anlıyoruz? Kimi veya neyi karşımıza alıyoruz? Kime veya neye karşı öfke bileneceğiz? Kendimizde açığa çıkan devrimin düşmanları nelerdir? Bu sorgulamalar beni, kendi içimde yaşadığım tutarsızlıklara götürdü. Bunlar, geri anlayışlar, alışkanlıklar, örgütlenmemiş duygular, öğretilmiş toplumsal cinsiyet rolleriydi. Kendimde bir devrim yaratmak istiyorsam, bu küçük burjuva kişiliğime karşı güçlü bir mücadele vermem gerekiyordu. Kendi devrimimi, evrimci ve reformcu tarzda değil, sıçramalı gelişim yasasına göre örgütlemeliydim. Devrimci olan sıçrayandır, gelişendir. Devrim yıkma ve kurma işidir. Lenin'in de deyişiyle, "saksıda buğday yetiştirmek bize göre değil, bizim savaşımız ayrık otlarına karşıdır". Kişiliğimdeki ayrık otlarını temizledikten sonra, geriye, devrimci olanı, parti çizgisine uygun olanı, ekmek ve emekle büyütmek, yeşertmek kalıyordu. Kapitalist sistem, bireyi bencil ve bireysel duygularla büyütüyor. Kendini düşünmezsen yaşayamazsın diyor. Bu durumda sen de, dünyanın senin etrafında döndüğünü sanıyorsun. Hayatını buna göre düzenliyor ve örgütlüyorsun. Ben de tüm bir hayatımı böyle kurdum, bu zihniyet bende çok güçlüydü. Kendi duygularımı önemsedim, seçim yapmam gereken durumlarda hep kendimi seçtim. Toplumsal ilişkileniş tarzımı kolektif ortamlarda sürdüremedim, zaten böylesi bir yaklaşım kolektif ortamlarda sürdürülemezdi. Bireysel ve bencil duygularım yaşamın her alanında kendini gösteriyor ve yoldaşlar büyük bir sabırla "ben''i "biz" yapmaya çalışıyorlardı. Israrla ve çok güçlü bir şekilde "ben" duygusunu savunuyordum. Güçlü bir yoldaşlık ilişkisi emek ister, sevgi ister. Güçlü bir devrimci kişilik, bencil olan değil, kolektif olandır. Sahte duygularla, timsah göz yaşlarıyla yoldaşlıktan bahsedilemez. Biliyorsunuzdur, timsahlar avlarını yedikten sonra ağlarlarmış, gözlerinden yaş akıtırlarmış. Yoldaşlarla bu tarz bir ilişkilenişten sonra özeleştiri vermeyi, ben buna benzettim. Uzun süren tartışmaların sonunda ikna oldum. Bireysel ve bencil duygularım ara sıra hala kendini gösteriyor. Bu duygularımdan tam kopuştuğumu söyleyemem, ama büyük bir ilerleme kaydettiğimi söyleyebilirim. Daha örgütlü, daha bilinçli ve daha derinlemesine bir mücadele ile bu gerici duygularımdanda tam anlamıyla kopacağımı biliyorum. Şehitlerimiz, bizim kavga andımız. Aşılamaz denilen dağları aşanlarımız ya da bu uğurda toprağa düşenlerimiz. Yürünemez, ilerlenemez denilen yollarda cesaret ve iradeleriyle ardıllarına ışık olanlarımız. Gerçekten şehitlerimiz bizi yürüten bir öncü mü? Yoksa manevi olarak öyle söylüyor ve kendi bildiğimizle mi yürüyoruz? Şehitlere bağlılık ölçümüz nedir? "Sahip çıkmak, izinden yürümek gerekir; silahını, kanını yerde bırakmamak gerekir'' mi diyoruz sadece, yoksa şehitlerimizde somutlanan parti çizgisinde yürüyor, kimliğimizi ve kişiliğimizi onlara göre mi şekillendiriyoruz? Akademideki eğitim sürecimde, Zap, Dersim ve Hecin'de yoldaşlarımız, siper yoldaşlarımız şehit düştü. Benimle aynı yüce ideali paylaşan yürekli insanlar, mücadelemizi yükseltmek ve zaferle sonuçlandırmak için savaş siperlerinde kendilerini feda ettiler. Ben de bu süreçte içimdeki düşmanla amansız bir kavgaya girmiştim. Ve kazanmak zorundaydım. Bu süreçte özellikle Sarin yoldaşın şehadeti beni derinden etkiledi. Yoldaşımı uzun bir süre sonra yeniden görmüştüm, ama daha hasret gideremeden savaş cephesine uğurlamıştım ve bir süre sonra şehit düştüğü haberi gelmişti. Eskiden olsa, yoldaşlarla birlikte oturur ve onu birbirimize anlatır, anar ve ardından kavga sözümüzü yinelerdik. Bir de, güzel bir rakı içerdik herhalde, kendimizi avutur, unutmaya çalışırdık. Ertesi günlerdeyse hayatımıza kaldığımız yerden devam ederdik. Ama böylesi bir süreçten geçerken ona bağlılığımı nasıl gösterecektim, böyle mi? Yoksa içimdeki düşmanla girdiğim mücadeleden zaferle çıkarak onu onurlandıracak mıydım? Ben bu sefer ikincisini seçtim. Akademi sürecimi yeni ve daha ileri bir düzeyde kendimi örgütleyerek bitirdim. "Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır" der Marx. Benim de, dil, üslup, tarz ve düşünüşümden başlayarak, değişmek için, yaşam tarzımdaki dönüşümü köklü ele almam gerekiyordu. Bu, Akademi ortamında nasıl olacaktı? Eğitimler, şimdiye kadar gördüğüm gibi, ezbere dayalı bir modelde değildi. Sadece anlatan değil, tartıştıran ve yöntem kazandıran bir tarz esas alınıyordu. Eğitimlerle paralel yürütülen ideolojik mücadele, düşünüş tarzımda köklü değişikliklere yol açtı. Eğitimlerden sonra yazdığımız eğitim raporları da, dersler üzerinde düşünerek sonuçlar çıkarmamıza yardımcı oldu. İdeolojik eğitimler partiyi daha yakından tanımamı, parti tarzı ve çizgisini daha iyi kavramamı sağladı. Bunlar, yaşama dair düşüncelerimi değiştirmeye, yoldaşlarla tartışma üsluplarımı, ilişkilenme biçimlerimi, yani pratiğimi değiştirmeye başladı. Periyodik rapor, tekmil ve kadın özgürlük mücadelesi sistemleri, hem benim, hem de yoldaşların ve partinin, gelişimimi yönetmesinde olduçta etkiliydi. Değişimi ve dönüşümü kendiliğindenci bir sürece bırakmıyor, takip ederek ve denetleyerek örgütlenmesine zemin sunuyordu. Özellikle toplumsal cinsiyetçi rollerimle mücadelede en etkili silahım bunlar oldu. Bu sistemler ve Akademi ortamı olmamış olsaydı ya da süreç kendiliğindenci bir tarzla yönetilseydi, sorunlara zamanında, yerinde müdahale edilmeseydi, bu dönemin sonunda yüz yüze bakamaz hale gelirdik belki de. Hayatımızdaki bazı anlar, dönemler bütün yaşamımızı belirler. Bütün yaşamımı etkileyecek olan bir dönemimi sizlerle paylaşmış bulunuyorum. Parti Akademisinde geçirdiğim günleri, burada tecrübe ettiğim yaşam pratiklerini unutmam mümkün değil. Temeli çok sağlam atılmış bir yapı gibi hissediyorum kendimi. Üzerine yüzlerce kat da çıksam sarsılmaz bir yapı. Ormanlıklar içerisinde, bir de güzel mütevazı bahçesi var. Ama etrafı duvarlarla çevrili görüyorum. Bu duvarları yıkıp ormanları kucaklamak da benim elimde, biliyorum. *Clara Zetkin
M. Cihan
|