Genelkurmay'ın "Sivil Toplum Örgütleri"ni-"Silahsız Kuvvetleri" Seferber Etme Stratejisi
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Ordu, ne 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve ne de 12 Eylül 1980 darbelerinde "sivil toplum örgütleri"ni darbe amacı için seferber etmişti. Uçak, tank, tüfek ile ve bazı mevzileri (radyo, TV. vs.) işgal ederek ve darbe nedenini açıklayarak siyasi iktidarı ele geçiriyordu. Ordu, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra her ne kadar dördüncü bir darbe yapmamışsa da amacına ulaşan muhtıralar yayımlamıştır. Gerek 28 Şubat 1997 ve gerekse de 27 Nisan 2007 muhtıralarında aynı konu işlenmişti: "İrtica tehlikesi".
Her iki muhtırada da önce "şeriat tehlikesi" işlendi ve toplum "Ya şeriattan yanasın ya da laiklikten yanasın" ikilemiyle karşı karşıya bırakılarak bölünmeye çalışıldı. Partilerden, sendikalardan, mesleki kuruluşlardan üniversitelere, derneklere varana kadar şu veya bu biçimde örgütlü toplum ve örgütsüz olanlar da ordunun yönlendirmesiyle "laik -antilaik " ekseninde saflaşmaya zorlandı. Burjuvazinin klikleri arasındaki çatışma toplumu gerici bir cepheleşmeye duyarlı hale getirdi.
Her iki muhtırada da "sivil toplum örgütleri" kullanılarak amaca ulaşılmaya çalışıldı. Ordunun yönlendirmesi sonucunda 27 Nisan muhtırası öncesinde ve sonrasında bu örgütlerin çağrısıyla gerçekleştirilen "Cumhuriyet Mitingleri"nde de görüldüğü gibi sayıları milyonla ifade edilen yığınlar sokağa döküldü.
Her iki muhtırada da ordu, öncelikli hedefin şeriatçılık tehlikesine karşı mücadele olduğunu açıkladı. Ama yapılan açıklamalar ve gelişmeler bunun bir demagoji olduğunu, ordunun esas hedefinin Kürt ulusal mücadelesine ve devrimci harekete karşı mücadele olduğunu gösterdi.
Ordu, darbeleri döneminde harekete geçiremediği veya harekete geçirme gereği duymadığı yığınları, muhtıralar döneminde açıktan hükümeti hedef göstererek, "sivil toplum örgütleri"ni yönlendirerek harekete geçirdi. Böylece bir taraftan toplumda birikmiş olan düzene karşı öfkeyi eritirken, diğer taraftan da şovenizmi körükleyerek asıl hedefi olan devrimci ve komünist hareketi tasfiye etme ve Kürt ulusal hareketini imha etme konsepti için geniş taban kazanmaya yöneldi. Karanlık amacını gerçekleştirmek için yığınları kullanma stratejisini uyguladı.
"Cumhuriyet Mitingleri"den sonra, Genelkurmay'ın 8 Haziran 2007 tarihli açıklamasında dile getirilen "Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir" anlayışında da ifadesini bulduğu gibi sıranın Kürt düşmanlığı mitinglerine geldiği anlaşılıyordu. Ordu, 27 Nisan muhtırası öncesinde ve sonrasındaki mitinglerde sokağa döktüğü yığınları şimdi Kürt ulusuna karşı savaş için seferber etmeye çalışıyor.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ 27 Haziran tarihli açıklamasında Genelkurmay'ın "kitlesel karşı koyma refleksi"nden ne anladığını tarif etmeye çalışıyor: "Demokratik usullere uygun", "Şiddetten uzak", "Yasalara saygılı", "Siyasi amaçları olmayan", "Teröre karşı duyulan üzüntü ve nefretin bileşkesi olan" bir "refleks"! Devamla "TSK'nın toplumsal çatışma niyeti asla olamaz" deniyor. Bu sözlerin hepsi birer demagojidir. Koydukları "demokratik" kurallar çerçevesinde hak arayana, baskı ve sömürüye karşı çıkana, ulusal kimliğine sahip çıkana karşı şiddet uygulayan öncelikle devlet ve onun ordusudur. Şiddeti körükleyen ve uygulayan, yasaları ayaklar altına alan devlet ve onun ordusudur. Bu nedenle talep edilen "refleks" siyasi amaçsız olamaz. Şovenizmle zehirlenen toplumsal kesimler veya bir bütün olarak "yüce Türk milleti", kime karşı "kitlesel karşı koyma refleksi" gösterebilir? Faşist diktatörlük, kimi düşman olarak görüyorsa "kitlesel refleks"in de ona karşı gösterilmesini talep ediyor. Bu durumda hedef, muhtırada da ifadesini bulduğu gibi Kürt ulusal hareketi ve devrimci ve komünist harekettir. Zaten bu hedef Genelkurmay tarafından "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" açıklamasıyla tarif edilmiştir. Kitlesel refleks" çağrısıyla ordu, kitlesel linç çağrısı yapmaktadır. Ordu, bu çağrısıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da yönlendirdiği kitleyi, oluşturmaya çalıştığı "mezar suskunluğu"na ortak etmeye çalışmaktadır. Nerede devrimci, komünist görürsen, nerede Kürt ulusal mücadelesinden bahsedeni görürsen "kitlesel refleks" gösterme adına ona saldır direktifi verilmektedir. Nitekim hastaneye götürülen yaralı bir Kürt gerillasını linç etme girişiminde bu çağrının payının olmadığı söylenemez.
Faşist ordu cephesi, yasal ve yasadışı mücadele yöntemlerini, örgütlediği kitle baskısını ve provokasyonları, sivil ve askeri mücadele biçim ve yöntemlerini koordineli bir tarzda kullanarak bir taraftan klik çatışmasını kazanmaya ve diğer taraftan da muhtırada ileri sürdüğü hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır.
Muhtıra "Cumhuriyet Mitingleri" ile destekleniyor, arka arkaya terör zirveleri gerçekleştiriliyor, toplumsal öfkenin tırmandırılması için teröre tepki mitingleri düzenleniyor, "kitlesel refleks" gösterilmesi talep ediliyor. Ordu bütün bunları askeriyle, topuyla, tüfeğiyle yapmıyor, "sivil toplum örgütleri" üzerinden yapıyor. O sadece yönlendiriyor. Adeta bir "çifte iktidar" döneminden geçiyoruz: Hükümet, iradesizleştiriliyor. Genelkurmay, daha öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede sık sık açıklamalar yapıyor. Her açıklama için bir vesile buluyor ve böylece hükümeti etkisizleştirerek fiilen siyaset yapıyor. Bugün hükümetin iradesi dışında başka bir irade de; ordunun iradesi de söz sahibi durumdadır. 28 Şubat'tan sonra bu "çifte iktidar" süreci ordu amacına ulaşana kadar yaşandı. Şimdi de aynı süreç daha belirgin, daha sert bir biçimde yaşanmaktadır.
Faşist diktatörlük, ardı ardına gerçekleştirdiği mitinglerle, terör zirveleriyle, polise verdiği ek yetkilerle topyekûn devlet terörü için kitle tabanını, askerini ve polisini hazırlıyor. Faşist diktatörlük, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da "mezar suskunluğu" yaratmak için nihai "seçim" ve tercihini yapmış: Kürt ulusuna ve devrimci ve komünist güçlere karşı topyekûn savaş.

 

 

Arşiv

 

2019
Haziran Mayıs
Şubat
2018
Ekim
2016
Kasım Ekim
Eylül Ağustos
Temmuz Haziran
Mayıs Nisan

 

Genelkurmay'ın "Sivil Toplum Örgütleri"ni-"Silahsız Kuvvetleri" Seferber Etme Stratejisi
fc Share on Twitter
 

Ordu, ne 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve ne de 12 Eylül 1980 darbelerinde "sivil toplum örgütleri"ni darbe amacı için seferber etmişti. Uçak, tank, tüfek ile ve bazı mevzileri (radyo, TV. vs.) işgal ederek ve darbe nedenini açıklayarak siyasi iktidarı ele geçiriyordu. Ordu, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra her ne kadar dördüncü bir darbe yapmamışsa da amacına ulaşan muhtıralar yayımlamıştır. Gerek 28 Şubat 1997 ve gerekse de 27 Nisan 2007 muhtıralarında aynı konu işlenmişti: "İrtica tehlikesi".
Her iki muhtırada da önce "şeriat tehlikesi" işlendi ve toplum "Ya şeriattan yanasın ya da laiklikten yanasın" ikilemiyle karşı karşıya bırakılarak bölünmeye çalışıldı. Partilerden, sendikalardan, mesleki kuruluşlardan üniversitelere, derneklere varana kadar şu veya bu biçimde örgütlü toplum ve örgütsüz olanlar da ordunun yönlendirmesiyle "laik -antilaik " ekseninde saflaşmaya zorlandı. Burjuvazinin klikleri arasındaki çatışma toplumu gerici bir cepheleşmeye duyarlı hale getirdi.
Her iki muhtırada da "sivil toplum örgütleri" kullanılarak amaca ulaşılmaya çalışıldı. Ordunun yönlendirmesi sonucunda 27 Nisan muhtırası öncesinde ve sonrasında bu örgütlerin çağrısıyla gerçekleştirilen "Cumhuriyet Mitingleri"nde de görüldüğü gibi sayıları milyonla ifade edilen yığınlar sokağa döküldü.
Her iki muhtırada da ordu, öncelikli hedefin şeriatçılık tehlikesine karşı mücadele olduğunu açıkladı. Ama yapılan açıklamalar ve gelişmeler bunun bir demagoji olduğunu, ordunun esas hedefinin Kürt ulusal mücadelesine ve devrimci harekete karşı mücadele olduğunu gösterdi.
Ordu, darbeleri döneminde harekete geçiremediği veya harekete geçirme gereği duymadığı yığınları, muhtıralar döneminde açıktan hükümeti hedef göstererek, "sivil toplum örgütleri"ni yönlendirerek harekete geçirdi. Böylece bir taraftan toplumda birikmiş olan düzene karşı öfkeyi eritirken, diğer taraftan da şovenizmi körükleyerek asıl hedefi olan devrimci ve komünist hareketi tasfiye etme ve Kürt ulusal hareketini imha etme konsepti için geniş taban kazanmaya yöneldi. Karanlık amacını gerçekleştirmek için yığınları kullanma stratejisini uyguladı.
"Cumhuriyet Mitingleri"den sonra, Genelkurmay'ın 8 Haziran 2007 tarihli açıklamasında dile getirilen "Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir" anlayışında da ifadesini bulduğu gibi sıranın Kürt düşmanlığı mitinglerine geldiği anlaşılıyordu. Ordu, 27 Nisan muhtırası öncesinde ve sonrasındaki mitinglerde sokağa döktüğü yığınları şimdi Kürt ulusuna karşı savaş için seferber etmeye çalışıyor.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ 27 Haziran tarihli açıklamasında Genelkurmay'ın "kitlesel karşı koyma refleksi"nden ne anladığını tarif etmeye çalışıyor: "Demokratik usullere uygun", "Şiddetten uzak", "Yasalara saygılı", "Siyasi amaçları olmayan", "Teröre karşı duyulan üzüntü ve nefretin bileşkesi olan" bir "refleks"! Devamla "TSK'nın toplumsal çatışma niyeti asla olamaz" deniyor. Bu sözlerin hepsi birer demagojidir. Koydukları "demokratik" kurallar çerçevesinde hak arayana, baskı ve sömürüye karşı çıkana, ulusal kimliğine sahip çıkana karşı şiddet uygulayan öncelikle devlet ve onun ordusudur. Şiddeti körükleyen ve uygulayan, yasaları ayaklar altına alan devlet ve onun ordusudur. Bu nedenle talep edilen "refleks" siyasi amaçsız olamaz. Şovenizmle zehirlenen toplumsal kesimler veya bir bütün olarak "yüce Türk milleti", kime karşı "kitlesel karşı koyma refleksi" gösterebilir? Faşist diktatörlük, kimi düşman olarak görüyorsa "kitlesel refleks"in de ona karşı gösterilmesini talep ediyor. Bu durumda hedef, muhtırada da ifadesini bulduğu gibi Kürt ulusal hareketi ve devrimci ve komünist harekettir. Zaten bu hedef Genelkurmay tarafından "Ne mutlu Türküm diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" açıklamasıyla tarif edilmiştir. Kitlesel refleks" çağrısıyla ordu, kitlesel linç çağrısı yapmaktadır. Ordu, bu çağrısıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da yönlendirdiği kitleyi, oluşturmaya çalıştığı "mezar suskunluğu"na ortak etmeye çalışmaktadır. Nerede devrimci, komünist görürsen, nerede Kürt ulusal mücadelesinden bahsedeni görürsen "kitlesel refleks" gösterme adına ona saldır direktifi verilmektedir. Nitekim hastaneye götürülen yaralı bir Kürt gerillasını linç etme girişiminde bu çağrının payının olmadığı söylenemez.
Faşist ordu cephesi, yasal ve yasadışı mücadele yöntemlerini, örgütlediği kitle baskısını ve provokasyonları, sivil ve askeri mücadele biçim ve yöntemlerini koordineli bir tarzda kullanarak bir taraftan klik çatışmasını kazanmaya ve diğer taraftan da muhtırada ileri sürdüğü hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır.
Muhtıra "Cumhuriyet Mitingleri" ile destekleniyor, arka arkaya terör zirveleri gerçekleştiriliyor, toplumsal öfkenin tırmandırılması için teröre tepki mitingleri düzenleniyor, "kitlesel refleks" gösterilmesi talep ediliyor. Ordu bütün bunları askeriyle, topuyla, tüfeğiyle yapmıyor, "sivil toplum örgütleri" üzerinden yapıyor. O sadece yönlendiriyor. Adeta bir "çifte iktidar" döneminden geçiyoruz: Hükümet, iradesizleştiriliyor. Genelkurmay, daha öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede sık sık açıklamalar yapıyor. Her açıklama için bir vesile buluyor ve böylece hükümeti etkisizleştirerek fiilen siyaset yapıyor. Bugün hükümetin iradesi dışında başka bir irade de; ordunun iradesi de söz sahibi durumdadır. 28 Şubat'tan sonra bu "çifte iktidar" süreci ordu amacına ulaşana kadar yaşandı. Şimdi de aynı süreç daha belirgin, daha sert bir biçimde yaşanmaktadır.
Faşist diktatörlük, ardı ardına gerçekleştirdiği mitinglerle, terör zirveleriyle, polise verdiği ek yetkilerle topyekûn devlet terörü için kitle tabanını, askerini ve polisini hazırlıyor. Faşist diktatörlük, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da "mezar suskunluğu" yaratmak için nihai "seçim" ve tercihini yapmış: Kürt ulusuna ve devrimci ve komünist güçlere karşı topyekûn savaş.