Negri'nin Hayal Dünyası
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Bu yazımızda bazılarına göre "21. yüzyılın manifestosu" olarak tanımlanan Negri ve Hardt'ın yazdığı "İmparatorluk"un genel bir eleştirisini yapmayacağız. Sadece, kitapta öne sürülen bazı tezleri ele alacağız. Dolayısıyla bu yazımızın konusu devletin rolü, emeğin "evrimi", sınıflar ve "çokluk" ile sınırlı olacaktır.
"İmparatorluk" kitabında savunulan teori genel anlamda "post operaizm" olarak tanımlanır. Teoriye geçen yüzyılın ‘60'lı ve ‘70'li yıllarında İtalya'da gelişen operaizm ("İşçicilik") hareketi kaynaklık etmektedir. Bu hareketin önde gelenlerinden birisi de T. Negri'dir. Operaizme göre kapitalist gelişmenin motoru işçi sınıfının mücadelesidir. İmparatorlukta ise gelişmenin motoru "çokluk"un mücadelesidir. İmparatorluk teorisine göre toplumun bütün kesimleri kapitalizmin gelişen hâkimiyet yapısına tamamen tabi kılınmıştır. Ulus-devletler işlevlerinin büyük bir kısmını kaybetmişler ve kaybedilen görevler sosyal gruplar ve hareketler tarafından üstlenilmiştir. Böylece baskı ve sömürünün örgütlenmesinin yeni bir yapılanması kaçınılmaz olmuştur.
İş ilişkilerinde eskiye göre değişim olmaksızın İmparatorluğun kurulması ve gelişmesi olası değildir. Yani kapitalist üretimin merkezinde olan, hâkim olan fabrika işi; sanayi üretimi yerini İmparatorlukta maddi olmayan işe bırakmış olmalıdır; İmparatorlukta hâkim çalışma/iş (yanlış ve yaygın kullanımıyla emek), maddi olmayan emektir. Bu emek ilişkisinde ürünler, bilgi, iletişim, duygular ve ilişkilerdir.

İmparatorlukta öne sürülen tezleri şöyle formüle edebiliriz:

  • Ulus-devletler işlevsizleşmekte, görevleri değişmekte ve hükümranlıkları bütün dünyayı kapsamına alan İmparatorluk lehine kaybolmaktadır. Ulus-devletler İmparatorluğun ancak bileşenleri olabilirler.
  • İmparatorluk, kapitalizmin yeni bir aşamasıdır. Bu aşamanın özelliği, maddi olmayan çalışmadır, "post modern" yaşam tarzıdır, "kontrol toplumu" hâkimiyetidir.
  • İmparatorlukta gelişmenin veya kapitalizmin gelişmesinin motoru "çokluk"un direnişi/mücadelesi olduğu için bu düzende sermaye sürekli, "çokluk"un direnişine üretim koşullarının yeniden örgütlenmesiyle cevap verir. Kapitalizmin gelişmesi böyle sağlanır.
  • İmparatorlukta "çokluk" ve İmparatorluk uzlaşmaz karşıtları oluştururlar.
  • İmparatorlukta maddi olmayan iş, üretim sürecinin merkezini oluşturur. Bu üretim sürecinde hâkim olan işbirliği, kendini örgütlemenin öğelerini sunar.


Bu yazının konusunu ilgilendirdiği kadarıyla İmparatorlukta savunulan tezlerin çerçevesi budur.


Kapitalizm-Emperyalizm-Küreselleşme-İmparatorluk-Biyo-İktidar-Devlet
Negri ve Hardt, iktidarı merkezileştirilmiş bir güç olarak görmüyorlar. Onlar açısından İmparatorluk, iktidar yapılarından oluşan bir bütündür. İmparatorluğu ayakta tutan devlet değil, dil kodlarından oluşan bir bilgilendirme ağıdır. Devlet, bir disiplin aracıdır, topluma dışarıdan zorlanmıştır, yapılanışı ulusaldır ve toplumun üzerinde durmaktadır.
Sınıflı toplumlarda devlet, bir baskı aracıdır. Sömürüye dayanan toplumlarda devlet, hâkim sınıfın elinde sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfların sömürülmeleri ve baskı altında tutulmaları için bir mekanizmadır. Burjuvazinin çıkarlarını savunmak için kapitalist sistemin devlete ihtiyacı vardır. Devletsiz kapitalizm düşünülemez.
Ama Negri ve Hardt, pek de öyle düşünmüyorlar. Devlet ve toplumu karşı karşıya koyuyorlar. Böylece bir tarafta devletin zoru, diğer taraftan da toplumun zoru savunuluyor. Bu baylara göre modern devlet, aynen burjuvazinin tanımladığı gibi, "toplumun ve çokluğun üzerinde" (İmparatorluk, s. 334. Başka türlü belirtilmediyse alıntılar adı geçen kitaptan yapılmıştır) duruyor ve meşru zor kullanma tekeline sahiptir.
"Post modernleşmeye ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir" (s. 391).
Negri ve Hardt'a göre İmparatorlukta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde burjuvazinin baskı aracı olan devletin yerini bir iç zorlama türü alıyor. Bunu da şöyle ifade ediyorlar: "Disiplin,... üzerimizde durarak yapılacakları buyuran bir dış ses değil; irademizden ayrılması imkansız, öznelliğimize içsel ve ondan ayrı düşünülemez bir iç zorlama gibi bir şeydir" (s. 338).
Yani şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Hapishanelerin, zindanların tutuklular üzerinde bir hâkimiyeti yok. Hapishaneler, tutukluların kendi kendilerini disipline ettikleri mekânlardır (s. 339). Öyle ki, „hapishane disiplini, okul disiplini, fabrika disiplini vb. bir melez öznelik üretiminde iç içe geçmiştir" (s. 339).
Devletin toplum üzerinde baskı aracı olma özelliğini; içe yönelik baskı aracı olma özelliğini kaybetmesini(!) Negri ve Hardt, "küresel hâkimiyetin paylaşımını sınırlarla belirleyen ve örgütleyen ulus-devletlerin çöküşü" (s.341) olarak anlıyorlar.
Bu baylara göre "Ulus-devletin çöküşü... yapısaldır ve geriye dönüşüm mümkün değildir" (s. 345). "Ulus-devletin çöküşü"nden görevlerinin değişimi de anlaşılmalıdır. Öyle ki, onların anlayışına göre uluslararası tekeller, ulus-devleti kendi sekreterleri haline getirmişler. Devlet, uluslararası tekellerin birtakım işlerinin; ticari işlerinin kaydını tutan kurumlara dönüştürülmüş1.
Devlet, ulus çöküyor! Bu çöküşün en önemli göstergeleri de kapitalist dünya sisteminin birtakım uluslararası kurumlarının varlığı oluyor. Yani GATT, DTÖ, DB, IMF ve başkaca uluslararası "tüzel-ekonomik organlar" ulus-devleti çökertiyorlar!2
Bu kuruluşlarda ulus-devletlerin kıyasıya rekabet ettikleri, birbirlerine karşı çıkarlarını savundukları, dünya pazarı pastasında en büyük payı kapmak için savaşı dahi göze aldıkları gerçeği Negri ve Hardt'ı pek ilgilendirmiyor. Bu "tüzel-ekonomik organların" bağımlı ülkelerin talan edilmesinde, neoliberal politikaların/programların dayatılmasında emperyalist "ulus-devlet"ler ve o ülkelerin sermayeleri adına hareket ettikleri bu bayları fazla ilgilendirmiyor.
Negri ve Hartd'ın devlet üzerine görüşleri hiçbir noktada gerçekliğe uymamaktadır. Devleti, sermayenin gelişmesi önünde herhangi bir neden göstermeksizin bir engel olarak görüyorlar. Oysa sermayeyi geliştiren, hâkimiyetini sağlayan devlettir. Bu baylar devleti, farklılıkların kontrolcüsü olarak görüyorlar, devleti baskının aracı olarak değerlendirmiyorlar.
Negri ve Hardt'ın temel tezi, kapitalizmin emperyalist aşamasından "post emperyalist" aşamaya doğru evirilmesidir. Yeni aşamanın adı İmparatorluk'tur. Bu aşamada ulus-devlet, ulusal hükümranlık aşılmış oluyor. Bu baylara göre emperyalizmi yaratan/oluşturan ulus-devletti. Emperyalizm ülke içinde, toplum üzerinde devlet hâkimiyeti/hükümranlığı anlamına geliyordu. Dışa karşı da, kültür de dâhil ihraç edilebilecek her şeyin ihracatçısıydı3. Tabii ki, buna işgal ve savaş da dâhildir. En azından öyle sanıyoruz.
Negri ve Hardt'a göre bu çağ artık tarihe karışmıştır;"Emperyalizm miadını doldurmuştur" (s. 12).
Anlaşılan o ki, küreselleşmeden dolayı olsa gerek, ulus-devletleri ifade eden sınırlar aşılamaz olmaktan çıkmışlar, önemsizleşmişler ve ülkeler arasındaki farklar giderek göreceleşmiş4. Anlaşılan o ki, bu gelişmelerden; bu nedenlerden dolayı "Emperyalizm miadını doldurmuştur". Acaba AB'nin sınırları veya ABD'nin Meksika sınırı önemsizleşti mi? Yoksa daha da aşılamaz hale mi getirildi? Veya metropol ülke olarak Almanya ile Tanzanya'da Zanzibar arasındaki fark, salt derece farklılığı mıdır?
Negri ve Hardt'ın İmparatorlukta öne sürdükleri görüşlerin hepsinin yeni olduğu söylenemez.
İmparatorlukta kapitalist üretim biçiminin en yeni, modern görünümleri dünyanın her tarafını ayrık otu gibi sarmıştır ve bu ilişkiler, İmparatorluk ile proletarya arasında yeni ve tam bir sınıfsal kutuplaşmaya neden olmuştur. Bu ilişkilerden "çokluk" doğmuştur. İmparatorlukta öne sürdükleri diğer görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
Bu bayların önemli görüşleri kitabın önsözünde formüle edilmiştir:
"İmparatorluk gözlerimizin önünde somutlaşıyor. Sömürge rejimlerin yıkıldığı ve ardından kapitalist dünya pazarının önündeki Sovyet engellerinin çöktüğü son yirmi otuz yıl boyunca ekonomik ve kültürel mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir biçimde küreselleşmesine tanık olduk. Küresel pazar ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıktı. İmparatorluk, bu küresel mübadeleyi etkinlikle düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güçtür" (s. 9).
"Bizim temel tezimiz şudur: Egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimi bizim İmparatorluk dediğimiz şeydir" (s. 10).
İmparatorlukta ulusal hükümranlık, dışa karşı kendini sınırlama aşılır ve böylece emperyalist merkezlerin hâkimiyeti yok olmaya başlar:
"Emperyalizmin aksine İmparatorluk, toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır" (s. 11).
Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu, ABD'nin emperyalist bir merkez oluşturmadığıdır:
"ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz... Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar yaptığı gibi dünya lideri olamayacaklar. ABD gerçekten de İmparatorluk içinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir; ama bu, eski Avrupalı emperyalist güçlerle olan benzerliklerinden değil, farklılıklarından geliyor" (s. 12). Bu iki profesör böyle iddia ediyor.
Negri ve Hardt, yukarıya aktardığımız anlayışlarıyla emperyalizm ötesi bir düzenin; İmparatorluğun resmini çiziyorlar. Bu, yeni bir dünya düzenidir ve bu düzende ulus-devletlerin hâkimiyeti artık söz konusu değildir. Bu düzende merkezi olmayan, bütün dünyayı kapsamına alan bir iktidarın, yani İmparatorluğun hâkimiyeti söz konusudur. İmparatorluğun belli bir yere bağlılığı da söz konusu değildir; O, her taraftadır; içi ve dışı yoktur ve "Küresel yapı piramidi"nin tepesinde "imtiyazlı konum"da olan, ama dünyaya hükmetme iddiasında olmayan ABD durmaktadır.
Negri ve Hardt'ın oluşumundan bahsettikleri piramit aslında bir dünya devletidir. Her ne kadar ulus-devletin önemsizleştiğinden bahsetseler de bu piramidin tepesinde, "imtiyazlı konumda olan" bir ulus-devletin olduğunu; ABD'nin durduğunu kabul ediyorlar. Demek ki, ulus-devlet önemsizleşmiyor; güçlü olan, önemli olmaya devam ediyor. Üstelik bu anlayışlarıyla bu baylar, ABD'ye dünya polisi rolünü de vermiş oluyorlar. Belki de bundan dolayı; Negri ve Hardt'tan direktif aldığından dolayı Bush, dünya devleti baş polisi rolünü oynuyor!
Bu düzende askeri müdahaleler, ulus-devletler arasındaki rekabet, çıkardan kaynaklanan çatışma, savaş olarak değil, İmparatorluk içi polisiye olaylar olarak görülmektedir.
"Emperyalizm miadını doldurmuş" olmasından dolayıdır ki, en azından böyle olduğunu sanıyoruz, Negri ve Hardt, yeni dünya düzeninin artık Lenin‘in emperyalizm analizine göre açıklanamayacağını ilan ediyorlar. Yani hem Leninist ve hem de emperyalizm ötesi bir çağ savunuculuğunun bir arada olamayacağını ifade ediyorlar. Negri ve Hardt, güya Lenin'i aşıyorlar, düşünce itibariyle onu geçiyorlar(!) ve Leninist olmanın artık bir nedeni kalmamıştır demeye çalışıyorlar!
Şüphesiz ki dünya, Lenin'in emperyalizm analizinden bu yana çok değişmiştir. Ama değişimler ne denli önemli olursa olsun, kapitalizmi kapitalizm; emperyalizmi emperyalizm olmaktan çıkartmamıştır. Emperyalizmi tanımlarken Lenin'in belirttiği beş özellik hala geçerlidir, günümüz emperyalizminde de bu beş özellik belirleyicidir.5
Kapitalizmin gelişmesi; sermayenin ve üretimin ilerleyen yoğunlaşması, ilerleyen tekelleşme, mali sermayenin hâkimiyeti, sermaye ihracının hâkimiyeti, dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından paylaşılması ve yeniden paylaşım için sürdürülen rekabet ve savaşlar, Lenin'in analizinin hala ne denli geçerli olduğunu göstermektedir.
Negri ve Hardt'a göre "ekonomik ve kültürel mübadelenin küreselleşmesi durdurulamaz, geriye dönüşümsüzdür". Öyle ki, "Ulus-devletlerin hükümranlığı çöküş" içindedir ve güçlü uluslararası tekeller ulus-devlet olgusunu geride bırakmışlardır. Bu baylara göre küreselleşme, kapitalist toplumun yeni bir niteliksel aşamasıdır; emperyalizm ötesi bir aşamadır.
Bu bayların iddia ettiğinin aksine küreselleşme ne yenidir ve ne de emperyalizm ötesi bir aşamadır. Küreselleşme, kapitalist toplumun yeni bir niteliksel aşaması değildir. Küreselleşme, kapitalizme özgüdür; sermaye hareketinin nesnel bir yasasıdır. Daha 1848'de Marks ve Engels Manifesto'da sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması (burjuva kavramla ifade edersek "küreselleşme") üzerine değerlendirme yapmışlardı6.
Demek ki, kapitalist üretim biçimi daha baştan uluslararası bir sistemi ifade ediyordu; meta ve sermaye ihracı, uluslararası ticaret, bütün dünyanın hangi biçiminde olursa olsun sermaye hareketine göre şekillenmesi; kürselleşme denen bu olgu, görüyoruz ki en azından kapitalizm kadar eskidir.
Çok uluslu tekellerin artık ulusal bir zemine, sığınacakları ulusal bir limana; devlete ihtiyaçlarının olmadığı anlayışı başlı başına bir uydurmadır. Gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Sadece Shell, Unilever ve ABB gibi birkaç tekelin tek ulusal devlet değil de, birden fazla ulusal devlet zeminli olmaları söz konusudur: Shell ve Unilever, mülkiyete göre Hollanda-Britanya tekelleri ve ABB de yine mülkiyetin yapısına göre İsviçre-İsveç tekeli konumundadır. Yani bu tekellerde tek değil, birden fazla ulusluluk söz konusudur.
Negri ve Hardt'a göre uluslararası tekeller, "uçar-gezer" durumdalar ve devlet de iktidar gücünü yitirmiş durumdadır. Bu, kapitalizmde devletin rolünü anlamayan saçma bir görüştür. Ulus-devlete dayanmayan bir kapitalist sistem düşünülemez. Ama Negri ve Hardt, düşünmek bir yana sınıf düşmanını görünmez yapmak için bunun teorisini yapıyorlar. Bırakalım işçi sınıfını, "çokluk"larına dahi hedefin ne olduğunu göstermiyorlar. Sınıf düşmanı olarak, yıkılması gereken hedef olarak devleti özenle saklıyorlar.
Sermayenin, burjuvazinin, dolayısıyla kapitalist sınıfın devlete ihtiyacı vardır. En genel anlamıyla devlet, burjuvaziyi işçi sınıfının mücadelesi karşısında ve diğer devletlere karşı korumak göreviyle karşı karşıyadır. Azami karın elde edilmesi için koşulları oluşturan ve devamını sağlayan devlettir.
Kapitalist sistemde veya moda ifadeyle neoliberalist sistemde ulus-devletin yok olacağına inanmak, liberalizmin devlet olmaksızın var olma anlayışına inanmak kadar bir hayalciliktir.
Negri ve Hardt, "sanayi toplumu"nun sonunu getiriyorlar ve buna bağlı olarak da "post modern çağa" girdiğimizi savunuyorlar. Bu çağda, "artı değer üretiminin merkezi rolü kalmıyor ve onun yerini daha ziyade entelektüel, maddi olmayan, iletişim emek" alıyor. "Post modern çağ"da hizmet sektörü ve maddi olmayan emek belirleyici oluyor. "Enformasyon ve iletişim günümüzdeki üretimi yönlendiriyor; esas itibariyle bunlar, üretilen metalar" oluyorlar. Şüphesiz ki, kimse bir şey anlamasın diye böyle yazmıyorlar!
Tartışma götürmez gerçek şudur ki, her ekonominin altyapısını maddi değerlerin üretimi oluşturur. Maddi değerlerin üretimi olmaksızın maddi olmayan üretimin de olamayacağı, maddi olmayan emeğin kullanılamayacağı açıktır. Ötesinde, maddi değerlerin üretimi olmaksızın hizmet sektörü de olamaz. Aslında veya böylece maddi değerlerin üretimi bütün ekonominin zeminini oluştururken hizmet sektörünün de zeminini oluşturmuş oluyor. Ama bu iki bay bunun artık böyle olmadığını, İmparatorlukta bu anlayışın artık geçersiz olduğunu savunuyorlar. Yani İmparatorluk ekonomisinin altyapısını maddi değerlerin üretimi değil, hizmet sektörü oluşturmaktadır deniyor.
Negri ve Hardt'a göre küreselleşme sürecinde dünya öyle yapısal değişime uğramıştır ki, artık küresel bir hükümranlık biçimi doğmuştur. Ulus-devleti aşan, onun ötesinde olan bir çağda; İmparatorluk çağında yaşıyoruz ve bu yeni düzende, aynen ulus-devlet düzeninde olduğu gibi bir dışarı, bir içeri, yani bir sınırlandırma/sınır yoktur. Dışarı ve içeri olmadığı için, İmparatorluk bir bütünselliği ifade ettiği için bu düzende politika, kaçınılmaz olarak sadece bir iç politikadan ibaret oluyor. Dolayısıyla askeri müdahaleler, işgal savaşları, İmparatorluğun evrensel "değerlerini" geçerli kılmayan yarayan polisiye hareketler olarak değerlendiriliyor. Böylece bu iki aklı evvel, örneğin Afganistan ve Irak'ın işgal edilmesini, Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla, dünya hegemonyası çabasıyla değil de, İmparatorluğun evrensel "değerlerini" kabul etmeyenlere kabul ettirmek için sürdürülen polisiye hareket olarak açıklamış oluyorlar. Öyle ya Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak'a saldırı nedenleri arasında evrensel "değerleri" "insanlık" adına, "demokrasi" adına "korumak ve savunmak" da yer alıyordu!
Negri ve Hardt'ın sanal dünyaları oldukça geniş. Bu dünya belli bir yapı üzerinde yükseliyor. Negri'ye göre "üretim biyo-politikleştiği için İmparatorluk biyo-politik bir düzen yaratmaktadır". Biyo-politik, biyo-iktidar kavramını Negri ve Hardt, Foucault'tan almışlardır. Biyo-iktidarın amacı, yaşamı idare etmektir, güvence altına almaktır, geliştirmektir. Bu iktidar, adeta otomatik olarak, kendiliğinde, herhangi bir örgütleme olmaksızın yaşamı idare ediyor, güvence altına alıyor, geliştiriyor! Böylece en "en yüce anarşist değerler" gerçekleştirilmiş oluyor.
Kapitalist toplumda iktidar sorununu ele alışları bakımından Negri ve Hardt, Foucault'un öğrencileri konumundalar. Foucault, "disiplin toplumu"ndan "kontrol toplumu"na geçişi teorileştirir. "Disiplin toplumu"nda mekanizmalar üzerinde hâkimiyet uygulanır. Bunlar, toplumda hal ve hareketleri kurallaştıran mekanizmalardır. Bunlara, örneğin okullar, fabrikalar dâhildir.
"Kontrol toplumu"nda ise hâkimiyet mekanizmaları sürekli daha da demokratikleşir. Bu mekanizmalar, hâkimiyet altında tutulanların "kafaları üzerinden dağılır" (s. 38). Kontrol, dıştan kaynaklanan ölçülere dayanmaz: "İktidar artık doğrudan beyinleri (iletişim sistemleri, enformasyon ağları vb. içinde) ve bedenleri (refah sistemleri, gözetim altındaki etkinlikler vb. içinde) yaşama duygusundan ve yaratma arzusundan otonom bir yabancılaşma durumuna getirerek örgütleyen mekanizmayla çalışır. Kontrol toplumu, demek ki, ortak ve gündelik pratiklerimizi içsel olarak canlandıran normalleştirici disiplin aygıtlarının güçlendirilmesi ve genelleştirilmesi olarak tanımlanabilir". (s. 38)
Negri ve Hardt'ın biyo-politik iktidardan anladıkları tam da budur.
Elle tutulup, gözle görülmeyen; hayali bir iktidar, yani biyo-iktidar toplumsal yaşamı her anlamda örgütlüyor, düzenliyor! Sanki kendi kendine işleyen; gözetleyen, düzenleyen bir düzen!
"Biyo-iktidar toplumsal yaşamı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek, içten düzenleyen bir iktidar biçimidir. İktidar, bütün nüfusun yaşamı üzerinde etkili bir komutayı ancak her bireyin kendine göre benimseyip yeniden canlandırdığı bütünsel, hayati bir işlev haline geldiğinde başarabilir" (s. 39/40).
"İktidar böylelikle insanların bilinçlerinin ve bedenlerinin -aynı zamanda bütün toplumsal ilişkilerin- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir" (s. 39).
"Kontrol toplumu"nda kapitalizmin bütün politik, ekonomik, kültürel ilişkileri tamamen gerçekleştirilmiştir ve uyumluluk içindedir. Altyapı üstyapı ile iç içe geçmiştir; aralarında bir ayrım kalmamıştır veya onları ayıran engeller yıkılmıştır. Artık altyapı ve üstyapının birbirlerini karşılıklı etkilemeleri söz konusu değildir; bu yapıların bütünleşmesi, tekleşmesi söz konusudur! Marksistler bu konuyu ne kadar da tartışmışlardı?! Demek ki hepsi boşaymış!
Negri ve Hardt, biyo-iktidar anlayışlarını maddi olmayan işe (emeğe) dayandırmaktalar. Böylece, üretim alanındaki değişmeler, onların biyo-iktidar konseptinin maddi özünü oluşturmaktadır.
Negri ve Hardt'a göre "sanayi toplumu" sonlandığı ve "enformasyon toplumu"na girildiği için iş ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. "Üçüncü sektör" (hizmet sektörü), sanayi ve tarım sektörlerini geride bırakarak, kendine özgü meslekleriyle birlikte üretimde merkezi bir rol oynayacak duruma gelmiştir. Bu sektöre, eğitim, reklam, müzik, nakliyat, maliye, sağlık gibi alanlar dâhildir. Şüphesiz, bu alanların yeni olduğunu bu baylar da savunmuyorlar. Ama önemli olan, bundan ziyade bu sektörün iş ilişkilerinde, üretimde merkezi bir rol oynamasıdır. Yeni olan budur; oynadığı roldür. Emperyalist merkezlerde iş, hizmet-sektörleşiyor ve fiziki iş de bağımlı ülkelere kaydırılıyor. Negri ve Hardt'a göre sanayi üretimi yok olmuyor, ama enformasyon devrimiyle bütün dünyaya dağılmış/yayılmış bir melez (hybrid) ekonomiye dönüşüyor.
Bu baylara göre "maddi olmayan emeğin" iki özelliği var: Birinci özellik, bilgisayarın giderek daha sürekli, daha yaygın kullanılmasından ibarettir: Öyle ki, bilgisayarla ilişkileniş birincil vasıflılık olarak açıklanıyor. Bu, o derece ileriye götürülüyor ki, makineler yeni bir protez oluyorlar, vücudumuza ve beynimize entegre oluyorlar. Alien oluyoruz veya toplum alienleşiyor!
Böylece bu baylar, Marks'ın Grundrisse‘ de ifade ettiği, "makineler insan beyninin insan eliyle yaratılmış organlarıdır"7 anlayışını geliştirmiş oluyorlar kendi kendilerine!
"Maddi olmayan emeğin" ikinci özelliği, iki taraf arasındaki karşılıklı ilişkilerin (interaktion) ve insani ilişkinin duygusal yaşamı ilgilendiren iş ("duygulanımsal emek") olmasından ibarettir. Ürünler maddi değildir, elle tutulmaz, fiziki değildir: Rahatlatıcı duygular, kendini iyi hissetmek, heyecan, tutku vs. Buna korku ve aşk da dâhil olsa gerek! Bütün bunlar, duygusal yaşamı ilgilendiren işin ürünleridir; duygusal yaşamı ilgilendiren iş, sosyal ağlar üretiyor. Ortak yaşamın biçimleri, biyo-güç, duygusal yaşamı ilgilendiren işin ürünleridir.
Peki, duygusal yaşamı ilgilendirme bakımından, muazzam bir "tutku", "his" ve "heyecan" içinde olan ama sevdiği kıza sevgisini açma cesaretini gösteremeyen (bu da bir heyecandır), seni seviyorum diyemeyen ve ancak bu duygusunu kafasında canlandıran/yaşayan gariban delikanlı ne üretmiş oluyor? İmparatorlukta herkes üretken olduğuna göre bu "İmparatorluk vatandaşı", cesaretsizlik (bu da bir heyecandır) eylemiyle meta üretmiş oluyor! Herhalde, duygu ifade edememe metası üretmiş oluyor! Veya türbülansa giren uçakta "heyecan"dan kalbi duracak duruma gelen yolcular ne üretmiş oluyorlar? Ya da denizin ortasında boğulma "korku"suyla çırpınan kişi ne üretmiş oluyor? Peki, camide veya kilisede dua eden kişi ne üretmiş oluyor? Ne de olsa dini açıdan belki de "trans" oluyor, yani oldukça yoğun "rahatlatıcı" "his", "heyecan" içinde oluyor, uçuyor. Yani üretim sürecinde! Peki, ne üretiyor?
Anlayan beri gelsin!
Yani, ilahi Toni Negri! Bu kadar da olmaz!
Her şeyi metalaştıran anlayışın kaynağı Negri'nin bu saçmalıklarıdır.
Negri ve Hardt'a göre maddi olmayan emeğin üç tipi vardır:
"Enformasyon ekonomisinin zirvesindeki hizmet sektörünün itici gücü olan maddi olmayan emeği üçe ayırabiliriz: Birincisi, enformatikleşmiş ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim teknolojilerini bünyesine katmış bir sanayisel üretimle ilgilidir. İmalat bir hizmet sayılır. Dayanıklı malların üretimindeki maddi emek, maddi olmayan emekle karışır ve maddi olmayan emek halini almaya başlar. İkincisi, bir yanda yaratıcı ve zeka ürünü manipülasyon ve öte yanda rutin simgesel manipülasyona ayrılmış analitik ve simgesel işlerdeki maddi olmayan emektir. Son olarak, maddi olmayan emeğin üçüncü türü duygulanımın üretimi ve manipülasyonuyla ilgilidir; (aktüel ya da virtüel) insani ilişki gerektirir, yani bedensel emek tarzıdır. Küresel ekonominin post modernleşmesinde başı çeken bu üç tür emektir.
Maddi olmayan emeğin bu biçimlerinin her birinde, ortak faaliyetin emeğe tamamen içkin olması söz konusudur" (S. 305)
İşgücünün, emeğin başına gelenler böyle! Tabii tanım böyle olunca, aşağıda göreceğimiz gibi işçi sınıfı tarihe karışıyor ve onun yerini, bu maddi olmayan emeğe tekabül eden bir "çokluk" alıyor.
Biyo-iktidar, "yeni devrimci" öznenin; "çokluk"un potansiyeli açısından değerlendirildiğinde bir anlam kazanıyor. Negri ve Hardt'a göre "çokluk" "kolektifliğin iktidarı"dır. Bu iktidarda her bir tekil, kendi özelliğini korur. Biyo-iktidar, bütün "ontolojik" zenginliğiyle, olanakları ve ihtiyaçlarıyla bütün yaşamı kapsamına alır. İmparatorlukta "maddi olmayan emek", komünist toplumun koşullarını yaratır. Bu düzende üretici güçler artık komünist karakterli olmuşlardır, ama sadece üretim ilişkileri hala kapitalist karakterlidir. Olmadı! Üretici güçleri komünist karakterli yaparken, üretim ilişkilerini kapitalist karakterli bırakmak ancak ve ancak Negri ve Hardt'a özgü bir "düşünce çabukluğunun" ürünü olabilir!


İşçi sınıfı ve "çokluk"
Bu baylara göre "emek", sürekli, maddi olmaktan çıkmaktadır: "Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rolü bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek oynuyor. O halde, bu yeni kapitalist değer birikimi sorununu sömürü mekanizmasının merkezine (ve dolayısıyla belki de potansiyel isyanın merkezine) oturtabilen yeni bir politik değer teorisini geliştirmek zorunludur" (s. 43/44).
"Yeni bir değer teorisinden sonra, asıl olarak bilgi, iletişim ve dil alanında işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerekiyor" (S. 44)
Doğru, mademki Marksist politik ekonomi, toplum, sınıf ve değer üretimi teorileri reddediliyor ve sanal toplum bu teorilerin reddi üzerine kuruluyor, o halde yapılması gereken, yeni düzenin işleyişine tekabül eden yeni teorilerin; yeni bir "politik değer teorisinin" geliştirilmesidir. Negri ve Hardt bunu yapıyorlar. Ama iş, bu teorileri geliştirmekle bitmiyor. Sonra sıra bu teorilere işlerlik kazandıran bir özne teorisinin geliştirilmesi gerekiyor. "Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rol" bir kenara atıldıktan sonra sıra -yüz milyonlarca işçinin maddi değer, artı değer üretiyor olması gerçeğine rağmen- merkezi rolü "bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emeğin" oynadığının tespit edilmesine geliyor. Bu tespit de yapılıyor; işin teorisi yapılıyor, ama soyut olmaktan bir türlü çıkamayan bir tespit oluyor. Ve sonra bu soyut teoriye tekabül eden özne de bulunuyor: İşçi sınıfının yerini alan "çokluk"!
Negri ve Hardt, "maddi olmayan emeğin" her üç yönünü entegre etmeye çalışıyorlar: "Yeni enformasyon ağlarıyla bağlantılı hale gelen sanayi üretiminin iletişimsel emeği, simgesel analiz ve problem çözmeyle ilgili etkileşimli emek ve duygulanmaların üretimi ve güdümlenişiyle ilgili emek" (s. 44).
Teoriye göre İmparatorlukta ortaklıkçı, hissi ve maddi olmayan iş hâkimdir. Bu düzende yaşam ile üretim arasındaki sınırlar silinmiştir. Bütün "emek", sermayenin hâkimiyeti altındadır. Yani İmparatorlukta proletaryanın bileşimi değişmiştir denmek isteniyor8.
Proletaryanın bileşimi değiştiği için veya bizim bildiğimiz "klasik" işçi sınıfı tarihe karışmakta olduğu için bu iki yazar, kaçınılmaz olarak, üretken, sanayide çalışan işçi sınıfının, proletaryanın evriminin sadece bir anını oluşturmuş olduğu sonucuna varmış oluyorlar.
"Bundan önceki bir devirde proletarya kategorisi... sanayisel işçi sınıfı merkezliydi... Günümüzde işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etti. Varlığı son bulmadı, ama kapitalist ekonomideki ayrıcalıklı konumunu yitirdi... Proletarya eski günlerinde neyse artık o değil" (s. 66).
Bu baylara göre bu evrim süreci II. Dünya Savaşından hemen sonra sonlandı ve bugün sanayide çalışan işçi sınıfı, işçi sınıfı olmaktan çıkmaya başladı. Tabii ki, onun yerini "çokluk" aldı. Yani "Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!" değil, "bütün ülkelerin çokluğu; özneleri birleşin!" şiarı geçerlidir artık! Şu emperyalist burjuva ideologlarının propagandasını görüyor musunuz?! Sanıyorduk ki, "elveda proletarya" şiarını onlar üretmişlerdi ve bundan dolayı da hep onlara saldırıyorduk. Anlaşılan o ki, suyun başını Negri'nin; daha geçen yüzyılın ‘70'li yıllarında işçi sınıfından umudunu kesmiş bu anarşizan-otonomcunun tuttuğunu görememişiz! Onların bu saçmalığını çürütmeye çalışmak gibi bir derdimiz yok. Bu bayların işçi sınıfı üzerine analizlerindeki temel hataları reel dünyaya sırt çevirmelerinden veya Negri'nin bir zamanlar kapitalist sisteme karşı militanlığını göz önüne alarak ifade edecek olursak, "emeğin" ve sermayenin karakteri üzerine yanlış kavrayışlarından kaynaklanmaktadır:
"Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda birbirlerini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır. Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişken sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır" (s. 392).
Böylece, kapitalist ekonominin bu karakteristik kavramları tanınmaz hale getiriliyor; sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki sınırlar; üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiler ve aynı zamanda somut emeğin çeşitleri arasındaki sınırlar bir çırpıda yok ediliyor, kapitalist ekonominin ve toplumun nesnel yasaları yok sayılıyor. Umutsuz ve küskün Negri, kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartıyor. Ama küçümsemeyelim. Aynı umutsuzluk ve küskünlük içinde çırpınan ve "Marksist" olmaktan da vazgeçmeyen daha nice aklı evvel var. Dünya Sosyal Forumu gibi uluslararası harekette belli bir yeri olan bu küçük burjuva çevreler de kafalarında "İmparatorluk"u kurmuşlar ve bir yandan işçi sınıfını yok sayarken, diğer taraftan da "çokluk" teorisi yapıyorlar ve "kral öldü, yaşasın yeni kral" misalinde olduğu gibi "işçi sınıfı önemsizleşti, yaşasın "çokluk" diyorlar. Gelişmelere ayak uydurmak gerekiyor!
Negri ve Hardt, "sanayi toplumu"nun sonunu getirip hizmet sektörünü ve "maddi olmayan emeği" hâkim kılarak İmparatorluğu kurduktan ve tabii ki toplam ekonomide maddi üretim artık tali olduğundan dolayı -teorileri böyle- işçi sınıfını inkâr ettikten veya merkezi rol oynamaktan çıkardıktan sonra bu sınıfın yerine "toplumsal işçi"yi veya da "çokluk"u koyuyorlar. Bu baylara göre, normal bir dünyalının anladığı işçi sınıfı, devrimci özne olarak rolünü oynayacak durumda değildir artık. "Elveda proletarya!" Onun yerini toplumsal işçi denen "özne" almıştır. Bu özneye sadece kapitalistler dâhil değildir. Yani kapitalistler karşısında toplum, sınıfsal ayrımdan arındırılmış oluyor; işçi, emekçi, mühendis, doktor, bürokrat, öğretmen vb. yoktur artık! Kapitalistler karşısında herkes, bütün farklılıklarını koruyarak aynı düzeyde özne olmuşlardır; "çokluk" olmuşlardır!
Bu baylara göre, bizzat insan yaşamının üretimi anlamına da gelen biyo-üretim, her bir birey tarafından sürekli ve her tarafta gerçekleştirilmektedir. Bu türden küçük burjuva anarşizan hayalleri/anlayışları Negri geçen yüzyılın ‘70'li yıllarından beri savunmaktadır.
Negri, daha geçen yüzyılın‚ 70'li yıllarının ortasında maddi değerler üreten işçi kavramını; "sanayi işçisi" kavramını bir kenara atarak onun yerine "toplumsal işçi" kavramını kullanmaya başlamıştı. Anlayışına göre kapitalist sömürü, bütün toplumu kapsayarak gerçekleştiriliyordu. Bu nedenle artık işçi sınıfının sınıf olarak bir ayrıcalığı kalmamıştı: Artık herkes işçiydi, herkes sömürülüyordu. Daha o zamanlarda Negri, sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisini belirleyici olarak görmüyordu ve işçi sınıfını da ekonomideki konumuna göre tanımlamıyordu. Toplumsal işçiden Negri, bir öğrenciyi anladığı gibi, bir ev kadınını, işsizi, mühendisi veya öğretmenin de anlıyordu. Çünkü ona göre toplumsal işçi olarak bunların hepsi kapitalizm tarafından sömürülüyor.
Bu baylar, "toplumsal işçi"yi veya "yeni proletarya"yı tanımlarken "çokluk" teorisini üretiyorlar: Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu iki profesör, proletaryanın sınıfsal bileşimini kafalarına göre değişime uğratıyorlar. Proletarya için yeni bir kavram daha kullanıyorlar: İşgücü doğrudan veya dolaylı olarak sömürülenler. Üretimde ve yeniden üretimde kapitalist normlara tabi olanlar bu kategoride toplanıyor. Yani "küreselleşme" döneminde, İmparatorluk çağında kapitalizm artık herkesi işçi yapmıştır, artık herkes proletaryadır; birilerinin fabrikada çalışması, birilerinin doktor veya mühendis olması, başka birlerinin küçük üretici olması artık niteliksel bir farkı ifade etmiyor. Artık hepimiz "toplumsal işçi" veya "yeni proletarya" olarak "çokluk"a dönüştük.
Bu bayların "çokluk" tanımı yerine isterseniz „genişletilmiş proletarya" kavramını da kullanabilirsiniz. Michael Hardt efendi derdini şöyle anlatıyor: "Proletaryayı geniş anlamda, bütün çalışanlar olarak ele alırsak, çokluğa varmış oluruz". ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi; taz: 18 Mart 2002).
Yani halk ile karşılaştırıldığında veya halkın politik talepleriyle karşılaştırıldığında "çokluk", "tekillerin", teker teker öznelerin toplamı oluyor. "Çokluk", çok sayıda tekillerin toplamıdır; yani tekillerden oluşan bir yığındır. Her bir "çokluk" bileşeni, kendisiyle başkaları arasında bir sınır çekmek zorunda değildir. "Çokluk", farklı olanların toplamıdır; homojen değildir, birbirine benzemez. "Çokluk", dışarıda olanlarla; yani "çokluk" içinde olmayanlarla, "çokluk"a dâhil olmayanlarla onları kendi içine alma; kapsama ilişkisi içindedir.
İşçi sınıfı kapitalizmin, "çokluk" da İmparatorluğun "mezar kazıcısı oluyor"!
"Çokluk" deyip geçmemek lazım! Nasıl ki proletarya kendini üretiyorsa, "çokluk" denen bu özne de kendi kendini üretiyor. Maddi değerlerin üretimi tali olduğu için işçi sınıfının da miadı dolmuş oluyor veya kendini üretmesinin maddi koşulları giderek yok oluyor. Yani işçi sınıfı ölüm döşeğinde! (Tam da bu nedenle Marksistler, Dinozor oluyorlar!) Ama maddi olmayan emeği temsil eden "çokluk"un kendini üretme koşulları var. Çünkü bu baylara göre İmparatorlukta temel, en önemli üretici güç "çokluk"tur. Onlara göre işçi sınıfı geçmişi, "çokluk" geleceği veya işçi sınıfı eskiyi, "çokluk" yeniyi temsil ediyor. Bu bir diyalektik sorunudur. Ve diyalektiğin bu yasası, embriyon halinde de olsa yeniye, yeni olana sarılacaksın, yeniyi esas alacaksın diyor. Dolayısıyla Negri ve Hardt, ‘işçi sınıfını tarihin çöplüğüne atın, "çokluk"u esas alın' çağrısı yapıyorlar.
Negri, "çokluk"un özne olarak kendini üretmesini, İmparatorlukta hâkim konumda olan maddi olmayan emekten hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Şöyle diyor:
"Maddi olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle, maddi olmayan emeğin ortak oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi dışarıdan dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık bizatihi emek faaliyetine tam anlamıyla içkindir. Bu gerçek, emek gücünün "değişken sermaye" olarak, yani sadece sermaye tarafından harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir kuvvet olduğunu savunan (klasik ve Marksçı politik ekonomistlerin ortak görüşü) eski kavrayışının sorgulanmasını gerektirir... Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa etkilenişim biçimini alıyor. Dolayısıyla, maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor" (S.305).
Veya: "İmparatorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faaliyet hâkim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Artık üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir...Toplumsal özneler aynı zamanda bir birlikçi makinenin üreticisi ve ürünleridir. Bu yeni tarihsel oluşum içinde artık "dışarısı" olan bir imge, bir özne, bir değer ya da bir pratik tayin etmek mümkün değildir" (s. 391/392). Yani bu anlayışa göre "çokluk" enternasyonalini de çoktan kurmuş! Dünya Sosyal Forumu'na verilen önem bundan dolayıdır. Köhnemiş pasifist ve reformist ideolojinin ve önderliğin yönlendirdiği bu sosyal hareketin göklere çıkartılması bundan dolayıdır.
Negri, dışın; ekonomi dışının, İmparatorluk dışının olmadığı koşullarda üretici güçleri tamamen sosyalleştiriyor:
"İş günü - üretime ayrılan 8 saat- ile yaşam -geriye kalan 16 saat- arasındaki farklılık giderek siliniyor. Burada da bir dışarı yok ve bununla biyo-politiği kastediyoruz: Üretim ile yaşam arasındaki fark yok oluyor" ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi;: taz; 18 Mart 2002)
Sonuç itibariyle "çokluk" şöyle özetlenebilir: "Çokluk", halk, işçi sınıfı, emekçi yığınlar gibi toplumsal öznelerden farklıdır. Adı üzerinde "çokluk", hiçbir zaman bir bütünselliği oluşturmayacak olan, sayısız farklılıklardan oluşan ve belli bir kimliğe indirgenemeyecek olan bir kitledir/yığındır. Farklılıklar sayısızdır: etnik farklılık, kültürel farklılık, dinsel farklılık, seksüel farklılık, toplumsallığa özgü farklılık, çalışma biçimlerindeki farklılık, yaşamdaki veya dünyaya bakıştaki farklılık, istek ve arzulardaki farklılık vs. "Çokluk", bütün bu tekil farklılıkların toplamından oluşmaktadır.
"Çokluk"ta, sosyal farklılık sürekli belirgindir. "Çokluk", gökkuşağı gibidir. Bütün farklılıkları koruyarak ilişki içinde olmak ve ortaklaşa hareket etmek „çokluk"a özgüdür! "Çokluk"ta farklılık, ortak olanı keşfederek ve böylece ilişki içinde olarak, ortak hareket etmek için motor rolü oynar.
"Çokluk"un sınıfsal karakteri:
Negri ve Hardt'a göre "maddi olmayan emek" ile "çokluk" arasında birbirlerinin varlığını koşullayan bir bağ vardır. Bu iki bayın "diyalektiği" böyle diyor. İmparatorlukta ücretli iş yok olduğu, üretim koşulları/ilişkileri kapitalist biçimini kaybettiği için geriye bağımsız faaliyet sürdüren, hizmetlerini sunanlar, yani "çokluk" kalıyor. Sosyal hareketler, DSF içinde yer alan ve tarihin tekerleğini 200-300 sene geriye çevirmek için mücadele eden o anarşizan-otonomcu ve de feminist hayalcileri, enternasyonal kitle hareketinin bu unsurlarını İmparatorluk anlayışında görüyoruz.
İmparatorlukta mülkiyetin karakteri önemsizleşmiştir; "maddi olmayan emek" dünyasında, yani İmparatorlukta maddi değerler üretimi koşullarının hiçbir önemi kalmamıştır. Negri ve Hardt, bir el çabukluğuyla mülkiyet sorununu önemsizleştiriyorlar. Tabii bunda maddi olmayan emek önemli bir rol oynuyor. Bu baylara göre, "maddi olmayan emeğin" ortakçılık (kooperasyon) özelliği varmış; kooperasyon, çalışma sürecine içkinmiş. Maddi olmayan emek, kolektifleştirici karakterinden dolayı özel mülkiyetin altını oyuyormuş, onu "soyut bir kavrama", "hukuksal bir güce" dönüştürüyormuş„ (s. 314). Bu "hukuksal gücün", İmparatorlukta gerçek ekonomik gücü/etkisi olamazmış: "Bugün üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan emeğin hegemonya kurduğu çağda, miadını doldurmuş bir çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir" (s. 417).
"Çokluk", ortak olanı üretiyormuş ve ortak olan da gelecekteki üretimin temelini oluşturuyormuş. Bu, sarmal biçiminde ve giderek genişleyen bir hareketmiş. Ortak olan, biyo-politik üretimin her iki ucunda ortaya çıkıyormuş: "Ortak olan, hem nihai üretimdir ve hem de üretimin koşuludur". Bu biyo-politik süreçte "çokluk", bin bir türlü bağlarla, ilişki ağıyla başka "çokluklar" ile ilişki içinde oluyormuş. Bu ilişkiler "çokluk"ların üretimini birbirine bağlıyormuş ve böylece "çokluk yaşamı" kaçınılmaz olarak doğuyormuş! DSF çerçevesinde savunulan, birbirinden bağımsız üreten, parayı, rekabeti ortadan kaldıran, Proudoun'u hatırlatan o anarşizan-otonomcu akımı İmparatorluk anlayışında görüyoruz.
Negri'nin hayal dünyasında veya hayali İmparatorluğunda "çokluk"un her unsuru her an üretim araçlarıyla ilişkilenebiliyor. Yani anlaşılan o ki, İmparatorlukta "çokluk", üretim araçlarından kopuk değil. Çalışmak isteyen her "İmparatorluk vatandaşı", istediği işe uygun üretim koşullarına her an sahip oluyor! Böyle bir toplumda tabii ki, hiç kimse işsiz olmaz. En fazlasıyla, çalışmayı külfet olarak algılayanlar olabilir!
İmparatorlukta üretim koşulları/araçları "çokluk"un her bir üyesinin tasarrufunda olduğu için bunlar, ekonomik olarak daha baştan bağımsızlaşmış oluyorlar. Teori böyle diyor. Bu durumda "çokluk", İmparatorluk tarafından ancak, çalışma sürecinin dışında baskı altında tutulabiliyorlar ve sömürülebiliyorlar. Teori böyle diyor. Yani baskı ve sömürü, doğrudan üretim sürecinin dışında gerçekleşiyor. Bu hokkabazlığın bir anlamı var: Baskı ve sömürü, dolaysız üretim sürecinin dışında aranınca mülkiyetin de baskı ve sömürüde oynayabileceği bir rol kalmıyor; mülkiyet önemsizleşiyor. Çünkü kapitalist veya üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan kişi, üretim koşulları/ilişkileri üzerindeki dolaysız hâkimiyet hakkını yitirdiği için, bu araçları sermaye olarak kullanamayacaktır. Böylece kapitalist, üretim ve buna bağlı olarak canlı emek üzerindeki gücünü de yitirecektir.
"Çokluk, biyolojik öz-örgütlenmedir" (s. 417). Mülkiyetin karakteri önemsizleştirilince "çokluk"un üretim yapma koşulları açığa çıkıyor: "Öz-örgütlenme" ile bu baylar, kapitalist üretim örgütlenmesiyle "çokluk" üretim örgütlenmesi arasında niteliksel bir farkın olduğunu ifade ediyorlar: Kapitalist sistemde kapitalist veya tekel, işgücünü iş pazarında satın alır, işine geldiği kadar çalıştırır ve sonra sokağa atar. Kapitalist sistemde işçi, kapitalistin kontrolü altında onun çıkarına çalışır; artı değer üretir. Ama İmparatorlukta bunlar söz konusu değildir; orada birilerinin kontrolü altında birilerinin çıkarı için çalışmak, üretmek yoktur. Üreticiler üretimlerini bizzat örgütlerler!
En "ulvi" anarşizm işte budur! "Soylu" bir anarşist olsa olsa ancak böyle olur!
Negri ve Hardt'ın İmparatorluğunda "çokluk"un "maddi olmayan emeği", sermayenin kendini değerlendirme sürecine, yani sermayeye tabi değildir. "Çokluk", kendi emeğini kendisi için değerlendirir/kullanır. Dışarıdaki çıplak yaşamın böyle olup olmadığı pek önemli değil! Bu baylar, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan yüz milyonlarca işçiyi bir anda yok sayıyorlar. Negri ve Hardt, sahilde iki eliyle gözlerini kapatarak kuma "seni seviyorum"u yazan biçare durumundalar.
Negri ve Hardt, "çokluk"tan, yaşamak için işgücünü satmak zorunda kalan ve sermayenin dayattığı üretim koşullarına/ilişkilerine tabi olan proleter yığınları; işçi sınıfı anlaşılmamalıdır diyorlar. Üretim için gerekli üretim araçları "çokluk"un tasarrufundadır. "Çokluk", işgücünü değil, ürünlerini; hizmetlerini pazara sürmektedir. Bunun ötesinde "çokluk", sömürmek için yabancı işgücü de satın almamaktadır. Bu anlamda "çokluk", kapitalist sınıf değildir. İşletmeleri kapitalist işletme değildir. İmparatorlukta "çokluk" ne burjuva sınıftır ve ne de işçi sınıfıdır; ne kapitalisttir ve ne de işçidir. Orta bir konuma sahiptir. İmparatorlukta "çokluk", bütün sınıfların, sınıf olma özellikleri/koşulları kalmadığı için dağılarak bütün bireysel özelliklerini/farklılıklarını koruyarak oluşturdukları yığındır. Aslında burada söz konusu olan, küçük burjuvadır.
Gerçekten de Negri ve Hardt'ın tanımladığı "çokluk" ile klasik anlamda bildiğimiz küçük burjuvazi; klasik küçük burjuvazi arasında birtakım önemli benzerlikler ve ayrılıklar vardır:
Klasik anlamda küçük burjuvazi, devlet ve büyük işletmeler, tekeller tarafından sömürüldüğüne ve baskı altında tutulduğuna inanır. Aynen bir anarşistte olduğu gibi düzene karşı bir tepkisi vardır. Negri ve Hardt da İmparatorlukta "çokluk"un bu his içinde olduğunu kabul ederler ve "çokluk"un İmparatorluk karşısındaki tek yanlı memnuniyetsizliğini ve klasik küçük burjuvazi ile "çokluk" arasında sömürü ilişkileri bakımından benzerliğin olduğunu teorileştirirler.
İmparatorlukta "çokluk", fiilen, üretim araçlarının sahibi oluyorlar. Bu haliyle "çokluk", klasik küçük burjuvaya benziyor. Bu baylar, bazen de olsa proletaryadan bahsediyorlar, ama şu anlamda: İmparatorlukta işgücünün satılması, sermayenin işçiyi; ücretli işi kendisine tabi kılması tarihe karıştığından dolayı; üretim araçlarının mülkiyeti herhangi bir rol oynamadığından dolayı "proleter" olmak için işgücünün "dolaylı veya dolaysız" herhangi bir biçimde "sömürülmesi" yeterli oluyor. Sömürü, İmparatorluğun herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde üretimle ilişki içinde gerçekleşiyor. İmparatorlukta herkes bir biçimde sömürülüyor.
Klasik küçük burjuvazinin antagonist çelişki içinde olduğu bir sınıf yoktur. Şöyle diyelim: Küçük burjuvazinin, burjuvazi ile işçi sınıfının antagonist karşıtlığı gibi karşıtlığa sahip olan somut bir karşıtı yoktur. İmparatorlukta "çokluk"un da somut bir karşıtı yoktur. Karşıtın kim olduğunu Negri ve Hardt özenle saklıyorlar; görünemez, tanınamaz hale getiriyorlar.
Klasik küçük burjuvazi, sınıf çelişkilerini önemsiz görür ve kendini bu çelişkilerin dışında sayar. İmparatorlukta ise "çokluk", çelişkileri yumuşatmak ve ahenkli hale getirmek göreviyle karşı karşıyadır.
Klasik küçük burjuvazi, kendi kurtuluşu için gerekli koşulların genel koşullar olduğuna inanır. Kendini dünyanın, kurtuluşun merkezinde gördüğü için, küçük burjuvazinin çıkarına olan koşulları toplumun çıkarına olan genel koşullar olarak algılar.
"Çokluk" da İmparatorluktaki yaşam tarzını kurtuluşun genel koşulları olarak algılar. Şöyle de diyebiliriz: Klasik küçük burjuvazi geleceğe umutsuz bakar, geleceğinin karanlık olduğu korkusu ve gerçeğiyle yaşar. Ara bir sınıf, sosyal bir tabaka olarak geleceğinin olmadığını bilir. İmparatorlukta "çokluk"un böyle bir sorunu yoktur. Gelecek onundur!
Tabii ki, klasik küçük burjuvazi ile "çokluk" arasında farklar da vardır: İşbirliğine (ortaklığa) yatkınlıkları, hareketlilikleri, esnek oluşları bakımından "çokluk" ile geleneklerine bağımlı, yerleşik olmaya yatkın, dünyayı kendi dünyasından ibaret gören klasik küçük burjuvazi arasındaki fark budur genel anlamda. Teori böyle diyor!
"Çokluk", ulus-devleti tanımayan bir vatandaştır: Yani İmparatorlukta yaşayan ve çalışan bir "dünya vatandaşı". İmparatorlukta ekonomi tamamen küreseldir ve "çokluk"un unsurları da küresel ağ içinde beraberce hareket ederler. İmparatorlukta bir dış kalmadığı için "çokluk"un kurtuluşu da ancak ve ancak küreseldir.
Klasik küçük burjuvazinin ilkesi "her koyun kendi bacağında asılır"dır. "Çokluk" ise küresel var olmak veya yok olmakla karşı karşıyadır.


Sonuç:
Bu baylar ne öneriyorlar?
"Yapmamız gereken, İmparatorluğun içinde geçip öteki tarafından çıkmaktır... İmparatorluğa ancak kendi genellik düzeyinde ve dayattığı süreçleri mevcut sınırlarını aşacak şekilde zorlayarak etkili bir biçimde karşı durulabilir. Bu meyanda hodri meydanı kabul etmek ve küresel düşünüp küresel davranmak zorundayız. Küreselleşme bir karşı-küreselleşmeyle, İmparatorluk da bir karşı-İmparatorlukla göğüslenmek zorundadır" (s. 218/219).
Bunu yapabilmek için "çokluk"un birleşmeden, bütünleşmeden, farklılıkları koruyarak ortak hareket etmesini ve ortak hareket etmenin, tanımlanmış herhangi bir merkez olmaksızın gerçekleştirilmesini talep ediyorlar. "Ağlar kurun", "ağlar kurun" diyorlar! Teori böyle diyor! Parti, örgüt yerine şu "ağ" meselesinin neden bu denli önemli ve revaçta olduğu anlaşılıyor!
Önerdikleri işte bu!
Bu baylar işçi sınıfına şunu diyorlar: Geçmişteki mücadeleniz başarılıydı. Ama artık tarihi görevinizi yerine getirme özelliğiniz; yeteneğiniz kalmadı. Emperyalizm, İmparatorluğa dönüştü. Miadınız doldu, yerinizi "çokluk" aldı. Elveda proletarya!
İmparatorlukta bütün toplum üretken olmuştur. Üretken olan-olmayan ayrımı kalkmıştır. Bu nedenle İmparatorlukta işçi hareketi kurumları (partileri, sendikalar vb.) anlamını kaybetmişlerdir. Çünkü maddi değerler üretimi emeği, hegemonyasını kaybetmiştir; hegemonya maddi olmayan emeğe geçmiştir. Teori böyle.
Şüphesiz ki, İmparatorlukta da hâkimiyet söz konusudur. İmparatorluk, hâkimiyetini "çokluk"un beynine ve vücuduna kazıyor. Bir "kontrol toplumu" kuruluyor. Dünyanın, yani İmparatorluğun her yanına kurulan ağlarla "çokluk" sömürülüyor. Ama kapitalizme/emperyalizme nazaran İmparatorluk ileri bir aşamadır. Çünkü İmparatorluk, kurtuluşun yeni koşulları demektir. Teori böyle!
İmparatorlukta çalışma koşulları tamamen değişiktir. "Çokluk", artık ücrete bağımlı işçi, fabrika işçisi değildir. "Çokluk", serbest çalışan, yaratımcı olan hizmet sektörü unsurlarından oluşmaktadır. İmparatorlukta "çokluk", maddi olmayan emek harcar. Bu çalışmanın özelliği, üretim araçlarında özel mülkiyetin herhangi bir rol oynamamasıdır. Bu nedenden dolayı İmparatorlukta "çokluk", ekonomik olarak bağımsızlığına kavuşmuştur. Şimdi önemli olan siyasal kurtuluşu sağlamaktır.
Negri ve Hardt şu çağrıyı yapıyorlar:
Ey "çokluk"!
Kurduğunuz küresel ağlar üzerinden adım adım; "komünist ağlarla" bir "karşı-imparatorluk" kurabilirsiniz. Artık slogan "bütün ülkelerin işçileri birleşin" değil, "bütün ülkelerin küreselleşmecileri, "kürselleşmenin olumsuz güçlerine" karşı birleşin"dir!
Ey "çokluk"!
İktidar dışımızda değildir, içimizdedir; beynimizdedir, vücudumuzdadır. İktidarı, farkına varmadan duygulanımsal çalışmamızla sürekli üretiyoruz. Aha, şimdi anlaşıldı. Demek ki yukarıda bahsi geçen vatandaşlar, o cesaretsizlik, korku, "trans" olma eylemleriyle iktidar üretiyorlarmış!
Bu iktidar, toplumdaki her birimizin konumu ne olursa olsun hepimizi kendine bağımlı kılmakta, evet köleleştirmektedir. Bu iktidarın; biyo-iktidarın bir sahibi, taşıyıcısı, ondan özel olarak yararlananı yoktur. Bu iktidar, sınıfsızdır. Toplum üzerinde durmaktadır. Bizi, yani "çokluk"u kendi düzenine uymaya zorlamaktadır. Bu iktidar, özne olmuştur ve hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları kendine tabi kılmaktadır.
Böylece Negri ve Hardt, hitap ettikleri "çokluk"a, İmparatorlukta hâkim bir sınıfın olmadığı mesajını veriyorlar. Ücretli işi de bir el çabukluğuyla ortadan kaldırdıkları için kaçınılmaz olarak sermaye ilişkilerini de ortadan kaldırmış oluyorlar. Hal böyle olunca "emeğe" el koyan bir sermaye sahibi de ortadan kalkıyor.
Ey "çokluk"!
İmparatorluktaki üretim sürecinde sermaye herhangi bir rol oynamıyor. Çünkü ücretli emeğe ihtiyacı yok. İmparatorlukta sermaye, toplumu sınıflara ayırmıyor, toplumda kapitalizme özgü çelişkilerin doğmasına neden olmuyor. Böylece İmparatorlukta bütün insanlar aynı derecede sermayeye tabi kılınıyorlar. Bütün insanlar, sömürülen, ezilen konumunda oluyorlar. Bütün insanlar aynı iktidar altında inim inim inliyorlar.
İmparatorlukta sermaye, sahibi olmaksızın, sahipsiz bir şekilde hâkimiyetini sürdürüyor. Bütün toplum üzerinde iktidarını kullanıyor. Ama her nedense İmparatorlukta bu iktidarı kendi çıkarları için kullanacak kişiler yok. Böylece biyo-iktidarın esas sahipleri -Negri'nin İmparatorluğundan çıkıp normal dünyalı gibi düşünecek olursak- yani kapitalistler, bu iktidardan kurtulmak için mücadele eden "çokluk" tarafından görünmez hale getiriliyorlar. İmparatorlukta iktidar ve sahipleri doğaüstü bir karaktere sahip oluyorlar. Negri ve Hardt iktidar sahiplerinin kimler olduğunu pekâlâ biliyorlar ama "çokluk" nezdinde onları görünmez yaptıkları için "çokluk", yel değirmenine karşı mücadele eder durumda kalıyor, boşa kılıç sallıyor.
İmparatorluktan kurtulmak için bu baylar herhangi bir strateji sunmuyorlar. Marksizm-Leninizm'in devrim anlayışı, Komünist Manifesto, Marks, Engels, Lenin ve tabii ki öncelikle de Stalin bu baylar için tarihtir.
Bu baylar, sadece, yeni bir alternatif var, buna inanın diyorlar. Ancak, ‘bize inanın' diyorlar. Ellerinde bir konsept yok. Parti olmaz, sendika olmaz; örgütlenme olmaz diyorlar. Örgütlenmeyi, örgütlü mücadeleyi reddederek geleceği olmayan bir gelecek istiyorlar. "Hareket her şey, sonuç hiçbir şey" işte böyle gerçekleştirilir. Bu otonomcu, anarşist anlayış, sadece ve sadece, "ağ kurun", "ağ kurun" çağrısından ibarettir. Demek ki kurulan ağlar kendi kendine başka ağlarla birleşecekler; küresel ağlaşacaklar ve böylece küresel iletişim içinde olan bir dünya toplumu doğacak! Yegâne dayanakları "çokluk" ve sosyal hareketlerdir. Önerdikleri, bolca gösteri yapından, kargaşa çıkartından, "hareket her şey, sonuç hiçbir şey"i uygulayından ibarettir.
Negri ve Hardt, el çabukluğuyla maddi değerlerin üretiminde çalışan işçi sınıfını önemsizleştirerek, artık onun devrimci bir özelliğinin kalmadığını vurgulayarak bu sınıfın yerine koydukları "çokluk"ta devasa, devrimci bir güç, potansiyel görüyorlar. Ama ne gariptir ki, bu "çokluk", karşıtının kim olduğunu bilmiyor, örgütlü değil, kolektif hareket etmiyor. Ötesinde aynı "dili" de konuşmuyor. Bu devasa gücün harekete geçmesi, kendi deyimleriyle "devasa bir örgütün devrimci kalkışması" için belli bir, "oturmuş modelleri" yok. "Olasılığın" ne zaman "gerçekliğe" dönüşeceğini bu baylar da bilmiyorlar.
Bu baylar şunu öneriyorlar:
"Disiplin çağında sabotaj temel bir direniş kavrayışıyken, emperyal kontrol çağında bu kavrayış terk olabilir. Modernlikte karşı-oluş sıklıkla kuvvetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı-karşıya gelişleri anlamına gelirken, post modernlikte karşı-oluş eğik ya da diyoganal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluğa karşı meydan muharebeleri eksilme ve çekilme yoluyla kazanılabilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar alanlarını boşaltmak anlamına gelir" (s. 224).
Evet, devlet gereksiz, özel mülkiyet gereksiz! „Bütün iktidar çokluk"ayı gerçekleştirmek için yapılması gereken şudur: "Çalışmanın ve otoritenin reddi ya da gerçekte gönüllü köleliğin reddi özgürlükçü politikaların başlangıç noktasıdır. Çok önceleri Etienne de la Boetie tam da böylesi bir ret politikasını önermişti: "Artık hizmet etmeyeceğinize karar verin, bir anda özgür olursunuz. Onu itmenize, devirmenize gerek yok. Sadece artık onu desteklemezseniz (kendiliğinden) çöke"...Bizim kaçış, çıkış çizgimiz kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde ya da bu reddin bir parçası olarak, yeni bir yaşam tarzı ve her şeyden önce yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor" (s. 216).
Yani siyasi konsept, itaatsizlikten, kaçmaktan, terkten ibaret!
Negri ve Hardt, "çokluk"tan oluşan dünya toplumunu "anarşizmi" kurmaya çağırıyorlar. Şimdiye kadarki mücadelelerinde umduğunu bulamayanları, toplumsal yaşamla bağını koparmış, umudunu kesmiş olanları, bireyselliği her türlü yüce düşüncenin üzerinde tutanları, örgütlü mücadeleden kaçanları, böyle bir mücadeleyi reddedenleri, işçi sınıfına ve mücadelesine inanmayanları Foucault gibi burjuva "filozof" ve sosyologların izinden giderek sivil itaatsizliğe, politik alanı terke ve kaçışa çağırıyorlar.
Uluslararası komünist hareketin güçsüzlüğünden ve zaaflarından da yararlanarak ütopyalarını kurtuluş yolu olarak sunuyorlar. Onların ütopyası; İmparatorluğu, günümüz dünya gerçekliğini reddeden, gerçek yaşamı karartan, sömürü ve baskının kaynağını gizleyen, ama ancak küçük burjuva anarşizan-otonomcu kesimleri tatmin eden bir anlayıştır.
Negri ve Hardt, kapitalizm/emperyalizm koşullarında işçi sınıfını yok sayma teorisini geliştiriyorlar.
Örgütlenmeyin, partileşmeyin, kendiliğindenci hareket içinde de komünist bilince varabilir ve bu düzen içinde; İmparatorlukta komünizmin nüvelerini oluşturabilirsiniz ("maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor) diyorlar. Bunun için, aynen Mevlana gibi hareket ederek; "Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel"; yani işçi, işsiz, öğrenci, ev kadını, köylü, mühendis, doktor; kapitalist dışında herkes, kim olursan ol, hangi sınıftan olursan ol "çokluk"sun; "ağlar kurun", bütün dünyaya ağlarla yayılın ve bu ağları birleştirerek "küresel ağlanın" çağrısını yapıyorlar. Ve gerisi Marks'tan:
Bu insanlar (Alman ideologları- çn.) açısından „esasen önemli olan, sadece, mevcut dünyanın yorumlanması için yeni saçmalıklar keşfetmektir; onlar, bu dünya üzerinde söz sahibi olduklarına inandıkça ve onun karşısında durdukça bu saçmalıklar, daha da gülünç övüngenliğe dönüşüyorlar" (Marks-Engels; C. 3, s. 379, Alman İdeolojisi).

- - - - - - - - - - - - - - - -

1 „Uluslararası tekeller,... ulus devletleri salt kendi harekete geçirdiği meta, para ve nüfus akışının kaydını tutan araçlar haline getirmek istiyorlar. Uluslararası tekeller, çeşitli piyasalar arasında işgücünün doğrudan dağıtımını yapıyorlar, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyorlar dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyorlar" (s. 46).
2 "Bu yapının gerçekten çöküşü, GATT, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF gibi bütün bir küresel tüzel-ekonomik organlar silsilesinin evrimi aracılığıyla kolaylıkla izlenebilir. Bu uluslararası tüzel iskeletin desteklediği üretim ve dolaşımın küreselleşmesi ulusal-tüzel yapıların etkisini kırmıştır" (s. 345).
3 "Emperyalizm ulus devletlerin bir yaratığıydı... içe doğru emperyalizm, devletsel hükümranlığın geleneğinin kutsanmasıyla yaşıyordu ve dışa doğru da iktidarın, kültürün, ekonomik çıkarların ihracının bir biçimiydi. Tabii ki, başkalarını yıkıma uğratan bir ihracat" ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi; taz 18 Mart 2002)
4 „Ulus devletlerin gücü ve sınırları önemsizleşiyor; ulusal topraklar arasındaki farklılıklar giderek göreceli hale geliyor. Bu farklar artık (örneğin, metropol toprağı ve sömürge toprağı arasında olduğu gibi) doğal farklılıklar değil, derece farklılıklardır" (s. 391).
5 „Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarıda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri
6 „Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi ... Sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar...
Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor..." (Marks/Engels: C. 4, s. 466).
7 „Doğa, makineler, lokomotifler, demiryolları, telgraflar, örgü otomatları inşa etmiyor. Bunlar, doğa üzerinden veya doğadaki faaliyetle insan iradesinin organlarına dönüşen insani sanayinin; doğal materyalin ürünleridir. Onlar, insan beyninin, insan eli tarafından yaratılan organlarıdır" (Marks; Grunrisse, Dietz Verlag Berlin, 1953, s. 594)
"Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırdedilmesinde işe yarayan şey, yapılan eşyalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır. İş araçları, yalnız insan emeğinin ulaştığı gelişme düzeyinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, bunlar, aynı zamanda, işin yapıldığı toplumsal koşulların göstergeleri de oluyorlar".(Marks, Kapital I, S. 195).
8 "Proletaryanın bileşimi değişmiştir. Dolayısıyla bizim bu konudaki anlayışımız da değişmelidir. Kavramsal olarak, proletaryayı biz emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz" (s. 66).

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

Negri'nin Hayal Dünyası
fc Share on Twitter
 

Bu yazımızda bazılarına göre "21. yüzyılın manifestosu" olarak tanımlanan Negri ve Hardt'ın yazdığı "İmparatorluk"un genel bir eleştirisini yapmayacağız. Sadece, kitapta öne sürülen bazı tezleri ele alacağız. Dolayısıyla bu yazımızın konusu devletin rolü, emeğin "evrimi", sınıflar ve "çokluk" ile sınırlı olacaktır.
"İmparatorluk" kitabında savunulan teori genel anlamda "post operaizm" olarak tanımlanır. Teoriye geçen yüzyılın ‘60'lı ve ‘70'li yıllarında İtalya'da gelişen operaizm ("İşçicilik") hareketi kaynaklık etmektedir. Bu hareketin önde gelenlerinden birisi de T. Negri'dir. Operaizme göre kapitalist gelişmenin motoru işçi sınıfının mücadelesidir. İmparatorlukta ise gelişmenin motoru "çokluk"un mücadelesidir. İmparatorluk teorisine göre toplumun bütün kesimleri kapitalizmin gelişen hâkimiyet yapısına tamamen tabi kılınmıştır. Ulus-devletler işlevlerinin büyük bir kısmını kaybetmişler ve kaybedilen görevler sosyal gruplar ve hareketler tarafından üstlenilmiştir. Böylece baskı ve sömürünün örgütlenmesinin yeni bir yapılanması kaçınılmaz olmuştur.
İş ilişkilerinde eskiye göre değişim olmaksızın İmparatorluğun kurulması ve gelişmesi olası değildir. Yani kapitalist üretimin merkezinde olan, hâkim olan fabrika işi; sanayi üretimi yerini İmparatorlukta maddi olmayan işe bırakmış olmalıdır; İmparatorlukta hâkim çalışma/iş (yanlış ve yaygın kullanımıyla emek), maddi olmayan emektir. Bu emek ilişkisinde ürünler, bilgi, iletişim, duygular ve ilişkilerdir.

İmparatorlukta öne sürülen tezleri şöyle formüle edebiliriz:

  • Ulus-devletler işlevsizleşmekte, görevleri değişmekte ve hükümranlıkları bütün dünyayı kapsamına alan İmparatorluk lehine kaybolmaktadır. Ulus-devletler İmparatorluğun ancak bileşenleri olabilirler.
  • İmparatorluk, kapitalizmin yeni bir aşamasıdır. Bu aşamanın özelliği, maddi olmayan çalışmadır, "post modern" yaşam tarzıdır, "kontrol toplumu" hâkimiyetidir.
  • İmparatorlukta gelişmenin veya kapitalizmin gelişmesinin motoru "çokluk"un direnişi/mücadelesi olduğu için bu düzende sermaye sürekli, "çokluk"un direnişine üretim koşullarının yeniden örgütlenmesiyle cevap verir. Kapitalizmin gelişmesi böyle sağlanır.
  • İmparatorlukta "çokluk" ve İmparatorluk uzlaşmaz karşıtları oluştururlar.
  • İmparatorlukta maddi olmayan iş, üretim sürecinin merkezini oluşturur. Bu üretim sürecinde hâkim olan işbirliği, kendini örgütlemenin öğelerini sunar.


Bu yazının konusunu ilgilendirdiği kadarıyla İmparatorlukta savunulan tezlerin çerçevesi budur.


Kapitalizm-Emperyalizm-Küreselleşme-İmparatorluk-Biyo-İktidar-Devlet
Negri ve Hardt, iktidarı merkezileştirilmiş bir güç olarak görmüyorlar. Onlar açısından İmparatorluk, iktidar yapılarından oluşan bir bütündür. İmparatorluğu ayakta tutan devlet değil, dil kodlarından oluşan bir bilgilendirme ağıdır. Devlet, bir disiplin aracıdır, topluma dışarıdan zorlanmıştır, yapılanışı ulusaldır ve toplumun üzerinde durmaktadır.
Sınıflı toplumlarda devlet, bir baskı aracıdır. Sömürüye dayanan toplumlarda devlet, hâkim sınıfın elinde sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfların sömürülmeleri ve baskı altında tutulmaları için bir mekanizmadır. Burjuvazinin çıkarlarını savunmak için kapitalist sistemin devlete ihtiyacı vardır. Devletsiz kapitalizm düşünülemez.
Ama Negri ve Hardt, pek de öyle düşünmüyorlar. Devlet ve toplumu karşı karşıya koyuyorlar. Böylece bir tarafta devletin zoru, diğer taraftan da toplumun zoru savunuluyor. Bu baylara göre modern devlet, aynen burjuvazinin tanımladığı gibi, "toplumun ve çokluğun üzerinde" (İmparatorluk, s. 334. Başka türlü belirtilmediyse alıntılar adı geçen kitaptan yapılmıştır) duruyor ve meşru zor kullanma tekeline sahiptir.
"Post modernleşmeye ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir" (s. 391).
Negri ve Hardt'a göre İmparatorlukta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde burjuvazinin baskı aracı olan devletin yerini bir iç zorlama türü alıyor. Bunu da şöyle ifade ediyorlar: "Disiplin,... üzerimizde durarak yapılacakları buyuran bir dış ses değil; irademizden ayrılması imkansız, öznelliğimize içsel ve ondan ayrı düşünülemez bir iç zorlama gibi bir şeydir" (s. 338).
Yani şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Hapishanelerin, zindanların tutuklular üzerinde bir hâkimiyeti yok. Hapishaneler, tutukluların kendi kendilerini disipline ettikleri mekânlardır (s. 339). Öyle ki, „hapishane disiplini, okul disiplini, fabrika disiplini vb. bir melez öznelik üretiminde iç içe geçmiştir" (s. 339).
Devletin toplum üzerinde baskı aracı olma özelliğini; içe yönelik baskı aracı olma özelliğini kaybetmesini(!) Negri ve Hardt, "küresel hâkimiyetin paylaşımını sınırlarla belirleyen ve örgütleyen ulus-devletlerin çöküşü" (s.341) olarak anlıyorlar.
Bu baylara göre "Ulus-devletin çöküşü... yapısaldır ve geriye dönüşüm mümkün değildir" (s. 345). "Ulus-devletin çöküşü"nden görevlerinin değişimi de anlaşılmalıdır. Öyle ki, onların anlayışına göre uluslararası tekeller, ulus-devleti kendi sekreterleri haline getirmişler. Devlet, uluslararası tekellerin birtakım işlerinin; ticari işlerinin kaydını tutan kurumlara dönüştürülmüş1.
Devlet, ulus çöküyor! Bu çöküşün en önemli göstergeleri de kapitalist dünya sisteminin birtakım uluslararası kurumlarının varlığı oluyor. Yani GATT, DTÖ, DB, IMF ve başkaca uluslararası "tüzel-ekonomik organlar" ulus-devleti çökertiyorlar!2
Bu kuruluşlarda ulus-devletlerin kıyasıya rekabet ettikleri, birbirlerine karşı çıkarlarını savundukları, dünya pazarı pastasında en büyük payı kapmak için savaşı dahi göze aldıkları gerçeği Negri ve Hardt'ı pek ilgilendirmiyor. Bu "tüzel-ekonomik organların" bağımlı ülkelerin talan edilmesinde, neoliberal politikaların/programların dayatılmasında emperyalist "ulus-devlet"ler ve o ülkelerin sermayeleri adına hareket ettikleri bu bayları fazla ilgilendirmiyor.
Negri ve Hartd'ın devlet üzerine görüşleri hiçbir noktada gerçekliğe uymamaktadır. Devleti, sermayenin gelişmesi önünde herhangi bir neden göstermeksizin bir engel olarak görüyorlar. Oysa sermayeyi geliştiren, hâkimiyetini sağlayan devlettir. Bu baylar devleti, farklılıkların kontrolcüsü olarak görüyorlar, devleti baskının aracı olarak değerlendirmiyorlar.
Negri ve Hardt'ın temel tezi, kapitalizmin emperyalist aşamasından "post emperyalist" aşamaya doğru evirilmesidir. Yeni aşamanın adı İmparatorluk'tur. Bu aşamada ulus-devlet, ulusal hükümranlık aşılmış oluyor. Bu baylara göre emperyalizmi yaratan/oluşturan ulus-devletti. Emperyalizm ülke içinde, toplum üzerinde devlet hâkimiyeti/hükümranlığı anlamına geliyordu. Dışa karşı da, kültür de dâhil ihraç edilebilecek her şeyin ihracatçısıydı3. Tabii ki, buna işgal ve savaş da dâhildir. En azından öyle sanıyoruz.
Negri ve Hardt'a göre bu çağ artık tarihe karışmıştır;"Emperyalizm miadını doldurmuştur" (s. 12).
Anlaşılan o ki, küreselleşmeden dolayı olsa gerek, ulus-devletleri ifade eden sınırlar aşılamaz olmaktan çıkmışlar, önemsizleşmişler ve ülkeler arasındaki farklar giderek göreceleşmiş4. Anlaşılan o ki, bu gelişmelerden; bu nedenlerden dolayı "Emperyalizm miadını doldurmuştur". Acaba AB'nin sınırları veya ABD'nin Meksika sınırı önemsizleşti mi? Yoksa daha da aşılamaz hale mi getirildi? Veya metropol ülke olarak Almanya ile Tanzanya'da Zanzibar arasındaki fark, salt derece farklılığı mıdır?
Negri ve Hardt'ın İmparatorlukta öne sürdükleri görüşlerin hepsinin yeni olduğu söylenemez.
İmparatorlukta kapitalist üretim biçiminin en yeni, modern görünümleri dünyanın her tarafını ayrık otu gibi sarmıştır ve bu ilişkiler, İmparatorluk ile proletarya arasında yeni ve tam bir sınıfsal kutuplaşmaya neden olmuştur. Bu ilişkilerden "çokluk" doğmuştur. İmparatorlukta öne sürdükleri diğer görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
Bu bayların önemli görüşleri kitabın önsözünde formüle edilmiştir:
"İmparatorluk gözlerimizin önünde somutlaşıyor. Sömürge rejimlerin yıkıldığı ve ardından kapitalist dünya pazarının önündeki Sovyet engellerinin çöktüğü son yirmi otuz yıl boyunca ekonomik ve kültürel mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir biçimde küreselleşmesine tanık olduk. Küresel pazar ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıktı. İmparatorluk, bu küresel mübadeleyi etkinlikle düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güçtür" (s. 9).
"Bizim temel tezimiz şudur: Egemenlik yeni bir biçim almış, tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü organdan oluşmuştur. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimi bizim İmparatorluk dediğimiz şeydir" (s. 10).
İmparatorlukta ulusal hükümranlık, dışa karşı kendini sınırlama aşılır ve böylece emperyalist merkezlerin hâkimiyeti yok olmaya başlar:
"Emperyalizmin aksine İmparatorluk, toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır" (s. 11).
Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu, ABD'nin emperyalist bir merkez oluşturmadığıdır:
"ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmuyor ve aslında günümüzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz... Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar yaptığı gibi dünya lideri olamayacaklar. ABD gerçekten de İmparatorluk içinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir; ama bu, eski Avrupalı emperyalist güçlerle olan benzerliklerinden değil, farklılıklarından geliyor" (s. 12). Bu iki profesör böyle iddia ediyor.
Negri ve Hardt, yukarıya aktardığımız anlayışlarıyla emperyalizm ötesi bir düzenin; İmparatorluğun resmini çiziyorlar. Bu, yeni bir dünya düzenidir ve bu düzende ulus-devletlerin hâkimiyeti artık söz konusu değildir. Bu düzende merkezi olmayan, bütün dünyayı kapsamına alan bir iktidarın, yani İmparatorluğun hâkimiyeti söz konusudur. İmparatorluğun belli bir yere bağlılığı da söz konusu değildir; O, her taraftadır; içi ve dışı yoktur ve "Küresel yapı piramidi"nin tepesinde "imtiyazlı konum"da olan, ama dünyaya hükmetme iddiasında olmayan ABD durmaktadır.
Negri ve Hardt'ın oluşumundan bahsettikleri piramit aslında bir dünya devletidir. Her ne kadar ulus-devletin önemsizleştiğinden bahsetseler de bu piramidin tepesinde, "imtiyazlı konumda olan" bir ulus-devletin olduğunu; ABD'nin durduğunu kabul ediyorlar. Demek ki, ulus-devlet önemsizleşmiyor; güçlü olan, önemli olmaya devam ediyor. Üstelik bu anlayışlarıyla bu baylar, ABD'ye dünya polisi rolünü de vermiş oluyorlar. Belki de bundan dolayı; Negri ve Hardt'tan direktif aldığından dolayı Bush, dünya devleti baş polisi rolünü oynuyor!
Bu düzende askeri müdahaleler, ulus-devletler arasındaki rekabet, çıkardan kaynaklanan çatışma, savaş olarak değil, İmparatorluk içi polisiye olaylar olarak görülmektedir.
"Emperyalizm miadını doldurmuş" olmasından dolayıdır ki, en azından böyle olduğunu sanıyoruz, Negri ve Hardt, yeni dünya düzeninin artık Lenin‘in emperyalizm analizine göre açıklanamayacağını ilan ediyorlar. Yani hem Leninist ve hem de emperyalizm ötesi bir çağ savunuculuğunun bir arada olamayacağını ifade ediyorlar. Negri ve Hardt, güya Lenin'i aşıyorlar, düşünce itibariyle onu geçiyorlar(!) ve Leninist olmanın artık bir nedeni kalmamıştır demeye çalışıyorlar!
Şüphesiz ki dünya, Lenin'in emperyalizm analizinden bu yana çok değişmiştir. Ama değişimler ne denli önemli olursa olsun, kapitalizmi kapitalizm; emperyalizmi emperyalizm olmaktan çıkartmamıştır. Emperyalizmi tanımlarken Lenin'in belirttiği beş özellik hala geçerlidir, günümüz emperyalizminde de bu beş özellik belirleyicidir.5
Kapitalizmin gelişmesi; sermayenin ve üretimin ilerleyen yoğunlaşması, ilerleyen tekelleşme, mali sermayenin hâkimiyeti, sermaye ihracının hâkimiyeti, dünyanın büyük emperyalist güçler tarafından paylaşılması ve yeniden paylaşım için sürdürülen rekabet ve savaşlar, Lenin'in analizinin hala ne denli geçerli olduğunu göstermektedir.
Negri ve Hardt'a göre "ekonomik ve kültürel mübadelenin küreselleşmesi durdurulamaz, geriye dönüşümsüzdür". Öyle ki, "Ulus-devletlerin hükümranlığı çöküş" içindedir ve güçlü uluslararası tekeller ulus-devlet olgusunu geride bırakmışlardır. Bu baylara göre küreselleşme, kapitalist toplumun yeni bir niteliksel aşamasıdır; emperyalizm ötesi bir aşamadır.
Bu bayların iddia ettiğinin aksine küreselleşme ne yenidir ve ne de emperyalizm ötesi bir aşamadır. Küreselleşme, kapitalist toplumun yeni bir niteliksel aşaması değildir. Küreselleşme, kapitalizme özgüdür; sermaye hareketinin nesnel bir yasasıdır. Daha 1848'de Marks ve Engels Manifesto'da sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması (burjuva kavramla ifade edersek "küreselleşme") üzerine değerlendirme yapmışlardı6.
Demek ki, kapitalist üretim biçimi daha baştan uluslararası bir sistemi ifade ediyordu; meta ve sermaye ihracı, uluslararası ticaret, bütün dünyanın hangi biçiminde olursa olsun sermaye hareketine göre şekillenmesi; kürselleşme denen bu olgu, görüyoruz ki en azından kapitalizm kadar eskidir.
Çok uluslu tekellerin artık ulusal bir zemine, sığınacakları ulusal bir limana; devlete ihtiyaçlarının olmadığı anlayışı başlı başına bir uydurmadır. Gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Sadece Shell, Unilever ve ABB gibi birkaç tekelin tek ulusal devlet değil de, birden fazla ulusal devlet zeminli olmaları söz konusudur: Shell ve Unilever, mülkiyete göre Hollanda-Britanya tekelleri ve ABB de yine mülkiyetin yapısına göre İsviçre-İsveç tekeli konumundadır. Yani bu tekellerde tek değil, birden fazla ulusluluk söz konusudur.
Negri ve Hardt'a göre uluslararası tekeller, "uçar-gezer" durumdalar ve devlet de iktidar gücünü yitirmiş durumdadır. Bu, kapitalizmde devletin rolünü anlamayan saçma bir görüştür. Ulus-devlete dayanmayan bir kapitalist sistem düşünülemez. Ama Negri ve Hardt, düşünmek bir yana sınıf düşmanını görünmez yapmak için bunun teorisini yapıyorlar. Bırakalım işçi sınıfını, "çokluk"larına dahi hedefin ne olduğunu göstermiyorlar. Sınıf düşmanı olarak, yıkılması gereken hedef olarak devleti özenle saklıyorlar.
Sermayenin, burjuvazinin, dolayısıyla kapitalist sınıfın devlete ihtiyacı vardır. En genel anlamıyla devlet, burjuvaziyi işçi sınıfının mücadelesi karşısında ve diğer devletlere karşı korumak göreviyle karşı karşıyadır. Azami karın elde edilmesi için koşulları oluşturan ve devamını sağlayan devlettir.
Kapitalist sistemde veya moda ifadeyle neoliberalist sistemde ulus-devletin yok olacağına inanmak, liberalizmin devlet olmaksızın var olma anlayışına inanmak kadar bir hayalciliktir.
Negri ve Hardt, "sanayi toplumu"nun sonunu getiriyorlar ve buna bağlı olarak da "post modern çağa" girdiğimizi savunuyorlar. Bu çağda, "artı değer üretiminin merkezi rolü kalmıyor ve onun yerini daha ziyade entelektüel, maddi olmayan, iletişim emek" alıyor. "Post modern çağ"da hizmet sektörü ve maddi olmayan emek belirleyici oluyor. "Enformasyon ve iletişim günümüzdeki üretimi yönlendiriyor; esas itibariyle bunlar, üretilen metalar" oluyorlar. Şüphesiz ki, kimse bir şey anlamasın diye böyle yazmıyorlar!
Tartışma götürmez gerçek şudur ki, her ekonominin altyapısını maddi değerlerin üretimi oluşturur. Maddi değerlerin üretimi olmaksızın maddi olmayan üretimin de olamayacağı, maddi olmayan emeğin kullanılamayacağı açıktır. Ötesinde, maddi değerlerin üretimi olmaksızın hizmet sektörü de olamaz. Aslında veya böylece maddi değerlerin üretimi bütün ekonominin zeminini oluştururken hizmet sektörünün de zeminini oluşturmuş oluyor. Ama bu iki bay bunun artık böyle olmadığını, İmparatorlukta bu anlayışın artık geçersiz olduğunu savunuyorlar. Yani İmparatorluk ekonomisinin altyapısını maddi değerlerin üretimi değil, hizmet sektörü oluşturmaktadır deniyor.
Negri ve Hardt'a göre küreselleşme sürecinde dünya öyle yapısal değişime uğramıştır ki, artık küresel bir hükümranlık biçimi doğmuştur. Ulus-devleti aşan, onun ötesinde olan bir çağda; İmparatorluk çağında yaşıyoruz ve bu yeni düzende, aynen ulus-devlet düzeninde olduğu gibi bir dışarı, bir içeri, yani bir sınırlandırma/sınır yoktur. Dışarı ve içeri olmadığı için, İmparatorluk bir bütünselliği ifade ettiği için bu düzende politika, kaçınılmaz olarak sadece bir iç politikadan ibaret oluyor. Dolayısıyla askeri müdahaleler, işgal savaşları, İmparatorluğun evrensel "değerlerini" geçerli kılmayan yarayan polisiye hareketler olarak değerlendiriliyor. Böylece bu iki aklı evvel, örneğin Afganistan ve Irak'ın işgal edilmesini, Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla, dünya hegemonyası çabasıyla değil de, İmparatorluğun evrensel "değerlerini" kabul etmeyenlere kabul ettirmek için sürdürülen polisiye hareket olarak açıklamış oluyorlar. Öyle ya Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak'a saldırı nedenleri arasında evrensel "değerleri" "insanlık" adına, "demokrasi" adına "korumak ve savunmak" da yer alıyordu!
Negri ve Hardt'ın sanal dünyaları oldukça geniş. Bu dünya belli bir yapı üzerinde yükseliyor. Negri'ye göre "üretim biyo-politikleştiği için İmparatorluk biyo-politik bir düzen yaratmaktadır". Biyo-politik, biyo-iktidar kavramını Negri ve Hardt, Foucault'tan almışlardır. Biyo-iktidarın amacı, yaşamı idare etmektir, güvence altına almaktır, geliştirmektir. Bu iktidar, adeta otomatik olarak, kendiliğinde, herhangi bir örgütleme olmaksızın yaşamı idare ediyor, güvence altına alıyor, geliştiriyor! Böylece en "en yüce anarşist değerler" gerçekleştirilmiş oluyor.
Kapitalist toplumda iktidar sorununu ele alışları bakımından Negri ve Hardt, Foucault'un öğrencileri konumundalar. Foucault, "disiplin toplumu"ndan "kontrol toplumu"na geçişi teorileştirir. "Disiplin toplumu"nda mekanizmalar üzerinde hâkimiyet uygulanır. Bunlar, toplumda hal ve hareketleri kurallaştıran mekanizmalardır. Bunlara, örneğin okullar, fabrikalar dâhildir.
"Kontrol toplumu"nda ise hâkimiyet mekanizmaları sürekli daha da demokratikleşir. Bu mekanizmalar, hâkimiyet altında tutulanların "kafaları üzerinden dağılır" (s. 38). Kontrol, dıştan kaynaklanan ölçülere dayanmaz: "İktidar artık doğrudan beyinleri (iletişim sistemleri, enformasyon ağları vb. içinde) ve bedenleri (refah sistemleri, gözetim altındaki etkinlikler vb. içinde) yaşama duygusundan ve yaratma arzusundan otonom bir yabancılaşma durumuna getirerek örgütleyen mekanizmayla çalışır. Kontrol toplumu, demek ki, ortak ve gündelik pratiklerimizi içsel olarak canlandıran normalleştirici disiplin aygıtlarının güçlendirilmesi ve genelleştirilmesi olarak tanımlanabilir". (s. 38)
Negri ve Hardt'ın biyo-politik iktidardan anladıkları tam da budur.
Elle tutulup, gözle görülmeyen; hayali bir iktidar, yani biyo-iktidar toplumsal yaşamı her anlamda örgütlüyor, düzenliyor! Sanki kendi kendine işleyen; gözetleyen, düzenleyen bir düzen!
"Biyo-iktidar toplumsal yaşamı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek, içten düzenleyen bir iktidar biçimidir. İktidar, bütün nüfusun yaşamı üzerinde etkili bir komutayı ancak her bireyin kendine göre benimseyip yeniden canlandırdığı bütünsel, hayati bir işlev haline geldiğinde başarabilir" (s. 39/40).
"İktidar böylelikle insanların bilinçlerinin ve bedenlerinin -aynı zamanda bütün toplumsal ilişkilerin- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir" (s. 39).
"Kontrol toplumu"nda kapitalizmin bütün politik, ekonomik, kültürel ilişkileri tamamen gerçekleştirilmiştir ve uyumluluk içindedir. Altyapı üstyapı ile iç içe geçmiştir; aralarında bir ayrım kalmamıştır veya onları ayıran engeller yıkılmıştır. Artık altyapı ve üstyapının birbirlerini karşılıklı etkilemeleri söz konusu değildir; bu yapıların bütünleşmesi, tekleşmesi söz konusudur! Marksistler bu konuyu ne kadar da tartışmışlardı?! Demek ki hepsi boşaymış!
Negri ve Hardt, biyo-iktidar anlayışlarını maddi olmayan işe (emeğe) dayandırmaktalar. Böylece, üretim alanındaki değişmeler, onların biyo-iktidar konseptinin maddi özünü oluşturmaktadır.
Negri ve Hardt'a göre "sanayi toplumu" sonlandığı ve "enformasyon toplumu"na girildiği için iş ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. "Üçüncü sektör" (hizmet sektörü), sanayi ve tarım sektörlerini geride bırakarak, kendine özgü meslekleriyle birlikte üretimde merkezi bir rol oynayacak duruma gelmiştir. Bu sektöre, eğitim, reklam, müzik, nakliyat, maliye, sağlık gibi alanlar dâhildir. Şüphesiz, bu alanların yeni olduğunu bu baylar da savunmuyorlar. Ama önemli olan, bundan ziyade bu sektörün iş ilişkilerinde, üretimde merkezi bir rol oynamasıdır. Yeni olan budur; oynadığı roldür. Emperyalist merkezlerde iş, hizmet-sektörleşiyor ve fiziki iş de bağımlı ülkelere kaydırılıyor. Negri ve Hardt'a göre sanayi üretimi yok olmuyor, ama enformasyon devrimiyle bütün dünyaya dağılmış/yayılmış bir melez (hybrid) ekonomiye dönüşüyor.
Bu baylara göre "maddi olmayan emeğin" iki özelliği var: Birinci özellik, bilgisayarın giderek daha sürekli, daha yaygın kullanılmasından ibarettir: Öyle ki, bilgisayarla ilişkileniş birincil vasıflılık olarak açıklanıyor. Bu, o derece ileriye götürülüyor ki, makineler yeni bir protez oluyorlar, vücudumuza ve beynimize entegre oluyorlar. Alien oluyoruz veya toplum alienleşiyor!
Böylece bu baylar, Marks'ın Grundrisse‘ de ifade ettiği, "makineler insan beyninin insan eliyle yaratılmış organlarıdır"7 anlayışını geliştirmiş oluyorlar kendi kendilerine!
"Maddi olmayan emeğin" ikinci özelliği, iki taraf arasındaki karşılıklı ilişkilerin (interaktion) ve insani ilişkinin duygusal yaşamı ilgilendiren iş ("duygulanımsal emek") olmasından ibarettir. Ürünler maddi değildir, elle tutulmaz, fiziki değildir: Rahatlatıcı duygular, kendini iyi hissetmek, heyecan, tutku vs. Buna korku ve aşk da dâhil olsa gerek! Bütün bunlar, duygusal yaşamı ilgilendiren işin ürünleridir; duygusal yaşamı ilgilendiren iş, sosyal ağlar üretiyor. Ortak yaşamın biçimleri, biyo-güç, duygusal yaşamı ilgilendiren işin ürünleridir.
Peki, duygusal yaşamı ilgilendirme bakımından, muazzam bir "tutku", "his" ve "heyecan" içinde olan ama sevdiği kıza sevgisini açma cesaretini gösteremeyen (bu da bir heyecandır), seni seviyorum diyemeyen ve ancak bu duygusunu kafasında canlandıran/yaşayan gariban delikanlı ne üretmiş oluyor? İmparatorlukta herkes üretken olduğuna göre bu "İmparatorluk vatandaşı", cesaretsizlik (bu da bir heyecandır) eylemiyle meta üretmiş oluyor! Herhalde, duygu ifade edememe metası üretmiş oluyor! Veya türbülansa giren uçakta "heyecan"dan kalbi duracak duruma gelen yolcular ne üretmiş oluyorlar? Ya da denizin ortasında boğulma "korku"suyla çırpınan kişi ne üretmiş oluyor? Peki, camide veya kilisede dua eden kişi ne üretmiş oluyor? Ne de olsa dini açıdan belki de "trans" oluyor, yani oldukça yoğun "rahatlatıcı" "his", "heyecan" içinde oluyor, uçuyor. Yani üretim sürecinde! Peki, ne üretiyor?
Anlayan beri gelsin!
Yani, ilahi Toni Negri! Bu kadar da olmaz!
Her şeyi metalaştıran anlayışın kaynağı Negri'nin bu saçmalıklarıdır.
Negri ve Hardt'a göre maddi olmayan emeğin üç tipi vardır:
"Enformasyon ekonomisinin zirvesindeki hizmet sektörünün itici gücü olan maddi olmayan emeği üçe ayırabiliriz: Birincisi, enformatikleşmiş ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim teknolojilerini bünyesine katmış bir sanayisel üretimle ilgilidir. İmalat bir hizmet sayılır. Dayanıklı malların üretimindeki maddi emek, maddi olmayan emekle karışır ve maddi olmayan emek halini almaya başlar. İkincisi, bir yanda yaratıcı ve zeka ürünü manipülasyon ve öte yanda rutin simgesel manipülasyona ayrılmış analitik ve simgesel işlerdeki maddi olmayan emektir. Son olarak, maddi olmayan emeğin üçüncü türü duygulanımın üretimi ve manipülasyonuyla ilgilidir; (aktüel ya da virtüel) insani ilişki gerektirir, yani bedensel emek tarzıdır. Küresel ekonominin post modernleşmesinde başı çeken bu üç tür emektir.
Maddi olmayan emeğin bu biçimlerinin her birinde, ortak faaliyetin emeğe tamamen içkin olması söz konusudur" (S. 305)
İşgücünün, emeğin başına gelenler böyle! Tabii tanım böyle olunca, aşağıda göreceğimiz gibi işçi sınıfı tarihe karışıyor ve onun yerini, bu maddi olmayan emeğe tekabül eden bir "çokluk" alıyor.
Biyo-iktidar, "yeni devrimci" öznenin; "çokluk"un potansiyeli açısından değerlendirildiğinde bir anlam kazanıyor. Negri ve Hardt'a göre "çokluk" "kolektifliğin iktidarı"dır. Bu iktidarda her bir tekil, kendi özelliğini korur. Biyo-iktidar, bütün "ontolojik" zenginliğiyle, olanakları ve ihtiyaçlarıyla bütün yaşamı kapsamına alır. İmparatorlukta "maddi olmayan emek", komünist toplumun koşullarını yaratır. Bu düzende üretici güçler artık komünist karakterli olmuşlardır, ama sadece üretim ilişkileri hala kapitalist karakterlidir. Olmadı! Üretici güçleri komünist karakterli yaparken, üretim ilişkilerini kapitalist karakterli bırakmak ancak ve ancak Negri ve Hardt'a özgü bir "düşünce çabukluğunun" ürünü olabilir!


İşçi sınıfı ve "çokluk"
Bu baylara göre "emek", sürekli, maddi olmaktan çıkmaktadır: "Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rolü bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek oynuyor. O halde, bu yeni kapitalist değer birikimi sorununu sömürü mekanizmasının merkezine (ve dolayısıyla belki de potansiyel isyanın merkezine) oturtabilen yeni bir politik değer teorisini geliştirmek zorunludur" (s. 43/44).
"Yeni bir değer teorisinden sonra, asıl olarak bilgi, iletişim ve dil alanında işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerekiyor" (S. 44)
Doğru, mademki Marksist politik ekonomi, toplum, sınıf ve değer üretimi teorileri reddediliyor ve sanal toplum bu teorilerin reddi üzerine kuruluyor, o halde yapılması gereken, yeni düzenin işleyişine tekabül eden yeni teorilerin; yeni bir "politik değer teorisinin" geliştirilmesidir. Negri ve Hardt bunu yapıyorlar. Ama iş, bu teorileri geliştirmekle bitmiyor. Sonra sıra bu teorilere işlerlik kazandıran bir özne teorisinin geliştirilmesi gerekiyor. "Artı değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin maddi emeğinin oynadığı merkezi rol" bir kenara atıldıktan sonra sıra -yüz milyonlarca işçinin maddi değer, artı değer üretiyor olması gerçeğine rağmen- merkezi rolü "bugün giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emeğin" oynadığının tespit edilmesine geliyor. Bu tespit de yapılıyor; işin teorisi yapılıyor, ama soyut olmaktan bir türlü çıkamayan bir tespit oluyor. Ve sonra bu soyut teoriye tekabül eden özne de bulunuyor: İşçi sınıfının yerini alan "çokluk"!
Negri ve Hardt, "maddi olmayan emeğin" her üç yönünü entegre etmeye çalışıyorlar: "Yeni enformasyon ağlarıyla bağlantılı hale gelen sanayi üretiminin iletişimsel emeği, simgesel analiz ve problem çözmeyle ilgili etkileşimli emek ve duygulanmaların üretimi ve güdümlenişiyle ilgili emek" (s. 44).
Teoriye göre İmparatorlukta ortaklıkçı, hissi ve maddi olmayan iş hâkimdir. Bu düzende yaşam ile üretim arasındaki sınırlar silinmiştir. Bütün "emek", sermayenin hâkimiyeti altındadır. Yani İmparatorlukta proletaryanın bileşimi değişmiştir denmek isteniyor8.
Proletaryanın bileşimi değiştiği için veya bizim bildiğimiz "klasik" işçi sınıfı tarihe karışmakta olduğu için bu iki yazar, kaçınılmaz olarak, üretken, sanayide çalışan işçi sınıfının, proletaryanın evriminin sadece bir anını oluşturmuş olduğu sonucuna varmış oluyorlar.
"Bundan önceki bir devirde proletarya kategorisi... sanayisel işçi sınıfı merkezliydi... Günümüzde işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etti. Varlığı son bulmadı, ama kapitalist ekonomideki ayrıcalıklı konumunu yitirdi... Proletarya eski günlerinde neyse artık o değil" (s. 66).
Bu baylara göre bu evrim süreci II. Dünya Savaşından hemen sonra sonlandı ve bugün sanayide çalışan işçi sınıfı, işçi sınıfı olmaktan çıkmaya başladı. Tabii ki, onun yerini "çokluk" aldı. Yani "Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!" değil, "bütün ülkelerin çokluğu; özneleri birleşin!" şiarı geçerlidir artık! Şu emperyalist burjuva ideologlarının propagandasını görüyor musunuz?! Sanıyorduk ki, "elveda proletarya" şiarını onlar üretmişlerdi ve bundan dolayı da hep onlara saldırıyorduk. Anlaşılan o ki, suyun başını Negri'nin; daha geçen yüzyılın ‘70'li yıllarında işçi sınıfından umudunu kesmiş bu anarşizan-otonomcunun tuttuğunu görememişiz! Onların bu saçmalığını çürütmeye çalışmak gibi bir derdimiz yok. Bu bayların işçi sınıfı üzerine analizlerindeki temel hataları reel dünyaya sırt çevirmelerinden veya Negri'nin bir zamanlar kapitalist sisteme karşı militanlığını göz önüne alarak ifade edecek olursak, "emeğin" ve sermayenin karakteri üzerine yanlış kavrayışlarından kaynaklanmaktadır:
"Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda birbirlerini çapraz keser ve karışır. Bu bağlamda, politik ekonominin merkezi kategorilerini belirleyen ayrımlar bulanıklaşır. Üretim, yeniden üretimden ayrılmaz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişken sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi taşır" (s. 392).
Böylece, kapitalist ekonominin bu karakteristik kavramları tanınmaz hale getiriliyor; sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki sınırlar; üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiler ve aynı zamanda somut emeğin çeşitleri arasındaki sınırlar bir çırpıda yok ediliyor, kapitalist ekonominin ve toplumun nesnel yasaları yok sayılıyor. Umutsuz ve küskün Negri, kapitalizmi, kapitalizm olmaktan çıkartıyor. Ama küçümsemeyelim. Aynı umutsuzluk ve küskünlük içinde çırpınan ve "Marksist" olmaktan da vazgeçmeyen daha nice aklı evvel var. Dünya Sosyal Forumu gibi uluslararası harekette belli bir yeri olan bu küçük burjuva çevreler de kafalarında "İmparatorluk"u kurmuşlar ve bir yandan işçi sınıfını yok sayarken, diğer taraftan da "çokluk" teorisi yapıyorlar ve "kral öldü, yaşasın yeni kral" misalinde olduğu gibi "işçi sınıfı önemsizleşti, yaşasın "çokluk" diyorlar. Gelişmelere ayak uydurmak gerekiyor!
Negri ve Hardt, "sanayi toplumu"nun sonunu getirip hizmet sektörünü ve "maddi olmayan emeği" hâkim kılarak İmparatorluğu kurduktan ve tabii ki toplam ekonomide maddi üretim artık tali olduğundan dolayı -teorileri böyle- işçi sınıfını inkâr ettikten veya merkezi rol oynamaktan çıkardıktan sonra bu sınıfın yerine "toplumsal işçi"yi veya da "çokluk"u koyuyorlar. Bu baylara göre, normal bir dünyalının anladığı işçi sınıfı, devrimci özne olarak rolünü oynayacak durumda değildir artık. "Elveda proletarya!" Onun yerini toplumsal işçi denen "özne" almıştır. Bu özneye sadece kapitalistler dâhil değildir. Yani kapitalistler karşısında toplum, sınıfsal ayrımdan arındırılmış oluyor; işçi, emekçi, mühendis, doktor, bürokrat, öğretmen vb. yoktur artık! Kapitalistler karşısında herkes, bütün farklılıklarını koruyarak aynı düzeyde özne olmuşlardır; "çokluk" olmuşlardır!
Bu baylara göre, bizzat insan yaşamının üretimi anlamına da gelen biyo-üretim, her bir birey tarafından sürekli ve her tarafta gerçekleştirilmektedir. Bu türden küçük burjuva anarşizan hayalleri/anlayışları Negri geçen yüzyılın ‘70'li yıllarından beri savunmaktadır.
Negri, daha geçen yüzyılın‚ 70'li yıllarının ortasında maddi değerler üreten işçi kavramını; "sanayi işçisi" kavramını bir kenara atarak onun yerine "toplumsal işçi" kavramını kullanmaya başlamıştı. Anlayışına göre kapitalist sömürü, bütün toplumu kapsayarak gerçekleştiriliyordu. Bu nedenle artık işçi sınıfının sınıf olarak bir ayrıcalığı kalmamıştı: Artık herkes işçiydi, herkes sömürülüyordu. Daha o zamanlarda Negri, sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisini belirleyici olarak görmüyordu ve işçi sınıfını da ekonomideki konumuna göre tanımlamıyordu. Toplumsal işçiden Negri, bir öğrenciyi anladığı gibi, bir ev kadınını, işsizi, mühendisi veya öğretmenin de anlıyordu. Çünkü ona göre toplumsal işçi olarak bunların hepsi kapitalizm tarafından sömürülüyor.
Bu baylar, "toplumsal işçi"yi veya "yeni proletarya"yı tanımlarken "çokluk" teorisini üretiyorlar: Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu iki profesör, proletaryanın sınıfsal bileşimini kafalarına göre değişime uğratıyorlar. Proletarya için yeni bir kavram daha kullanıyorlar: İşgücü doğrudan veya dolaylı olarak sömürülenler. Üretimde ve yeniden üretimde kapitalist normlara tabi olanlar bu kategoride toplanıyor. Yani "küreselleşme" döneminde, İmparatorluk çağında kapitalizm artık herkesi işçi yapmıştır, artık herkes proletaryadır; birilerinin fabrikada çalışması, birilerinin doktor veya mühendis olması, başka birlerinin küçük üretici olması artık niteliksel bir farkı ifade etmiyor. Artık hepimiz "toplumsal işçi" veya "yeni proletarya" olarak "çokluk"a dönüştük.
Bu bayların "çokluk" tanımı yerine isterseniz „genişletilmiş proletarya" kavramını da kullanabilirsiniz. Michael Hardt efendi derdini şöyle anlatıyor: "Proletaryayı geniş anlamda, bütün çalışanlar olarak ele alırsak, çokluğa varmış oluruz". ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi; taz: 18 Mart 2002).
Yani halk ile karşılaştırıldığında veya halkın politik talepleriyle karşılaştırıldığında "çokluk", "tekillerin", teker teker öznelerin toplamı oluyor. "Çokluk", çok sayıda tekillerin toplamıdır; yani tekillerden oluşan bir yığındır. Her bir "çokluk" bileşeni, kendisiyle başkaları arasında bir sınır çekmek zorunda değildir. "Çokluk", farklı olanların toplamıdır; homojen değildir, birbirine benzemez. "Çokluk", dışarıda olanlarla; yani "çokluk" içinde olmayanlarla, "çokluk"a dâhil olmayanlarla onları kendi içine alma; kapsama ilişkisi içindedir.
İşçi sınıfı kapitalizmin, "çokluk" da İmparatorluğun "mezar kazıcısı oluyor"!
"Çokluk" deyip geçmemek lazım! Nasıl ki proletarya kendini üretiyorsa, "çokluk" denen bu özne de kendi kendini üretiyor. Maddi değerlerin üretimi tali olduğu için işçi sınıfının da miadı dolmuş oluyor veya kendini üretmesinin maddi koşulları giderek yok oluyor. Yani işçi sınıfı ölüm döşeğinde! (Tam da bu nedenle Marksistler, Dinozor oluyorlar!) Ama maddi olmayan emeği temsil eden "çokluk"un kendini üretme koşulları var. Çünkü bu baylara göre İmparatorlukta temel, en önemli üretici güç "çokluk"tur. Onlara göre işçi sınıfı geçmişi, "çokluk" geleceği veya işçi sınıfı eskiyi, "çokluk" yeniyi temsil ediyor. Bu bir diyalektik sorunudur. Ve diyalektiğin bu yasası, embriyon halinde de olsa yeniye, yeni olana sarılacaksın, yeniyi esas alacaksın diyor. Dolayısıyla Negri ve Hardt, ‘işçi sınıfını tarihin çöplüğüne atın, "çokluk"u esas alın' çağrısı yapıyorlar.
Negri, "çokluk"un özne olarak kendini üretmesini, İmparatorlukta hâkim konumda olan maddi olmayan emekten hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Şöyle diyor:
"Maddi olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle, maddi olmayan emeğin ortak oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi dışarıdan dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık bizatihi emek faaliyetine tam anlamıyla içkindir. Bu gerçek, emek gücünün "değişken sermaye" olarak, yani sadece sermaye tarafından harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir kuvvet olduğunu savunan (klasik ve Marksçı politik ekonomistlerin ortak görüşü) eski kavrayışının sorgulanmasını gerektirir... Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa etkilenişim biçimini alıyor. Dolayısıyla, maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor" (S.305).
Veya: "İmparatorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faaliyet hâkim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Artık üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir...Toplumsal özneler aynı zamanda bir birlikçi makinenin üreticisi ve ürünleridir. Bu yeni tarihsel oluşum içinde artık "dışarısı" olan bir imge, bir özne, bir değer ya da bir pratik tayin etmek mümkün değildir" (s. 391/392). Yani bu anlayışa göre "çokluk" enternasyonalini de çoktan kurmuş! Dünya Sosyal Forumu'na verilen önem bundan dolayıdır. Köhnemiş pasifist ve reformist ideolojinin ve önderliğin yönlendirdiği bu sosyal hareketin göklere çıkartılması bundan dolayıdır.
Negri, dışın; ekonomi dışının, İmparatorluk dışının olmadığı koşullarda üretici güçleri tamamen sosyalleştiriyor:
"İş günü - üretime ayrılan 8 saat- ile yaşam -geriye kalan 16 saat- arasındaki farklılık giderek siliniyor. Burada da bir dışarı yok ve bununla biyo-politiği kastediyoruz: Üretim ile yaşam arasındaki fark yok oluyor" ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi;: taz; 18 Mart 2002)
Sonuç itibariyle "çokluk" şöyle özetlenebilir: "Çokluk", halk, işçi sınıfı, emekçi yığınlar gibi toplumsal öznelerden farklıdır. Adı üzerinde "çokluk", hiçbir zaman bir bütünselliği oluşturmayacak olan, sayısız farklılıklardan oluşan ve belli bir kimliğe indirgenemeyecek olan bir kitledir/yığındır. Farklılıklar sayısızdır: etnik farklılık, kültürel farklılık, dinsel farklılık, seksüel farklılık, toplumsallığa özgü farklılık, çalışma biçimlerindeki farklılık, yaşamdaki veya dünyaya bakıştaki farklılık, istek ve arzulardaki farklılık vs. "Çokluk", bütün bu tekil farklılıkların toplamından oluşmaktadır.
"Çokluk"ta, sosyal farklılık sürekli belirgindir. "Çokluk", gökkuşağı gibidir. Bütün farklılıkları koruyarak ilişki içinde olmak ve ortaklaşa hareket etmek „çokluk"a özgüdür! "Çokluk"ta farklılık, ortak olanı keşfederek ve böylece ilişki içinde olarak, ortak hareket etmek için motor rolü oynar.
"Çokluk"un sınıfsal karakteri:
Negri ve Hardt'a göre "maddi olmayan emek" ile "çokluk" arasında birbirlerinin varlığını koşullayan bir bağ vardır. Bu iki bayın "diyalektiği" böyle diyor. İmparatorlukta ücretli iş yok olduğu, üretim koşulları/ilişkileri kapitalist biçimini kaybettiği için geriye bağımsız faaliyet sürdüren, hizmetlerini sunanlar, yani "çokluk" kalıyor. Sosyal hareketler, DSF içinde yer alan ve tarihin tekerleğini 200-300 sene geriye çevirmek için mücadele eden o anarşizan-otonomcu ve de feminist hayalcileri, enternasyonal kitle hareketinin bu unsurlarını İmparatorluk anlayışında görüyoruz.
İmparatorlukta mülkiyetin karakteri önemsizleşmiştir; "maddi olmayan emek" dünyasında, yani İmparatorlukta maddi değerler üretimi koşullarının hiçbir önemi kalmamıştır. Negri ve Hardt, bir el çabukluğuyla mülkiyet sorununu önemsizleştiriyorlar. Tabii bunda maddi olmayan emek önemli bir rol oynuyor. Bu baylara göre, "maddi olmayan emeğin" ortakçılık (kooperasyon) özelliği varmış; kooperasyon, çalışma sürecine içkinmiş. Maddi olmayan emek, kolektifleştirici karakterinden dolayı özel mülkiyetin altını oyuyormuş, onu "soyut bir kavrama", "hukuksal bir güce" dönüştürüyormuş„ (s. 314). Bu "hukuksal gücün", İmparatorlukta gerçek ekonomik gücü/etkisi olamazmış: "Bugün üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan emeğin hegemonya kurduğu çağda, miadını doldurmuş bir çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir" (s. 417).
"Çokluk", ortak olanı üretiyormuş ve ortak olan da gelecekteki üretimin temelini oluşturuyormuş. Bu, sarmal biçiminde ve giderek genişleyen bir hareketmiş. Ortak olan, biyo-politik üretimin her iki ucunda ortaya çıkıyormuş: "Ortak olan, hem nihai üretimdir ve hem de üretimin koşuludur". Bu biyo-politik süreçte "çokluk", bin bir türlü bağlarla, ilişki ağıyla başka "çokluklar" ile ilişki içinde oluyormuş. Bu ilişkiler "çokluk"ların üretimini birbirine bağlıyormuş ve böylece "çokluk yaşamı" kaçınılmaz olarak doğuyormuş! DSF çerçevesinde savunulan, birbirinden bağımsız üreten, parayı, rekabeti ortadan kaldıran, Proudoun'u hatırlatan o anarşizan-otonomcu akımı İmparatorluk anlayışında görüyoruz.
Negri'nin hayal dünyasında veya hayali İmparatorluğunda "çokluk"un her unsuru her an üretim araçlarıyla ilişkilenebiliyor. Yani anlaşılan o ki, İmparatorlukta "çokluk", üretim araçlarından kopuk değil. Çalışmak isteyen her "İmparatorluk vatandaşı", istediği işe uygun üretim koşullarına her an sahip oluyor! Böyle bir toplumda tabii ki, hiç kimse işsiz olmaz. En fazlasıyla, çalışmayı külfet olarak algılayanlar olabilir!
İmparatorlukta üretim koşulları/araçları "çokluk"un her bir üyesinin tasarrufunda olduğu için bunlar, ekonomik olarak daha baştan bağımsızlaşmış oluyorlar. Teori böyle diyor. Bu durumda "çokluk", İmparatorluk tarafından ancak, çalışma sürecinin dışında baskı altında tutulabiliyorlar ve sömürülebiliyorlar. Teori böyle diyor. Yani baskı ve sömürü, doğrudan üretim sürecinin dışında gerçekleşiyor. Bu hokkabazlığın bir anlamı var: Baskı ve sömürü, dolaysız üretim sürecinin dışında aranınca mülkiyetin de baskı ve sömürüde oynayabileceği bir rol kalmıyor; mülkiyet önemsizleşiyor. Çünkü kapitalist veya üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan kişi, üretim koşulları/ilişkileri üzerindeki dolaysız hâkimiyet hakkını yitirdiği için, bu araçları sermaye olarak kullanamayacaktır. Böylece kapitalist, üretim ve buna bağlı olarak canlı emek üzerindeki gücünü de yitirecektir.
"Çokluk, biyolojik öz-örgütlenmedir" (s. 417). Mülkiyetin karakteri önemsizleştirilince "çokluk"un üretim yapma koşulları açığa çıkıyor: "Öz-örgütlenme" ile bu baylar, kapitalist üretim örgütlenmesiyle "çokluk" üretim örgütlenmesi arasında niteliksel bir farkın olduğunu ifade ediyorlar: Kapitalist sistemde kapitalist veya tekel, işgücünü iş pazarında satın alır, işine geldiği kadar çalıştırır ve sonra sokağa atar. Kapitalist sistemde işçi, kapitalistin kontrolü altında onun çıkarına çalışır; artı değer üretir. Ama İmparatorlukta bunlar söz konusu değildir; orada birilerinin kontrolü altında birilerinin çıkarı için çalışmak, üretmek yoktur. Üreticiler üretimlerini bizzat örgütlerler!
En "ulvi" anarşizm işte budur! "Soylu" bir anarşist olsa olsa ancak böyle olur!
Negri ve Hardt'ın İmparatorluğunda "çokluk"un "maddi olmayan emeği", sermayenin kendini değerlendirme sürecine, yani sermayeye tabi değildir. "Çokluk", kendi emeğini kendisi için değerlendirir/kullanır. Dışarıdaki çıplak yaşamın böyle olup olmadığı pek önemli değil! Bu baylar, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan yüz milyonlarca işçiyi bir anda yok sayıyorlar. Negri ve Hardt, sahilde iki eliyle gözlerini kapatarak kuma "seni seviyorum"u yazan biçare durumundalar.
Negri ve Hardt, "çokluk"tan, yaşamak için işgücünü satmak zorunda kalan ve sermayenin dayattığı üretim koşullarına/ilişkilerine tabi olan proleter yığınları; işçi sınıfı anlaşılmamalıdır diyorlar. Üretim için gerekli üretim araçları "çokluk"un tasarrufundadır. "Çokluk", işgücünü değil, ürünlerini; hizmetlerini pazara sürmektedir. Bunun ötesinde "çokluk", sömürmek için yabancı işgücü de satın almamaktadır. Bu anlamda "çokluk", kapitalist sınıf değildir. İşletmeleri kapitalist işletme değildir. İmparatorlukta "çokluk" ne burjuva sınıftır ve ne de işçi sınıfıdır; ne kapitalisttir ve ne de işçidir. Orta bir konuma sahiptir. İmparatorlukta "çokluk", bütün sınıfların, sınıf olma özellikleri/koşulları kalmadığı için dağılarak bütün bireysel özelliklerini/farklılıklarını koruyarak oluşturdukları yığındır. Aslında burada söz konusu olan, küçük burjuvadır.
Gerçekten de Negri ve Hardt'ın tanımladığı "çokluk" ile klasik anlamda bildiğimiz küçük burjuvazi; klasik küçük burjuvazi arasında birtakım önemli benzerlikler ve ayrılıklar vardır:
Klasik anlamda küçük burjuvazi, devlet ve büyük işletmeler, tekeller tarafından sömürüldüğüne ve baskı altında tutulduğuna inanır. Aynen bir anarşistte olduğu gibi düzene karşı bir tepkisi vardır. Negri ve Hardt da İmparatorlukta "çokluk"un bu his içinde olduğunu kabul ederler ve "çokluk"un İmparatorluk karşısındaki tek yanlı memnuniyetsizliğini ve klasik küçük burjuvazi ile "çokluk" arasında sömürü ilişkileri bakımından benzerliğin olduğunu teorileştirirler.
İmparatorlukta "çokluk", fiilen, üretim araçlarının sahibi oluyorlar. Bu haliyle "çokluk", klasik küçük burjuvaya benziyor. Bu baylar, bazen de olsa proletaryadan bahsediyorlar, ama şu anlamda: İmparatorlukta işgücünün satılması, sermayenin işçiyi; ücretli işi kendisine tabi kılması tarihe karıştığından dolayı; üretim araçlarının mülkiyeti herhangi bir rol oynamadığından dolayı "proleter" olmak için işgücünün "dolaylı veya dolaysız" herhangi bir biçimde "sömürülmesi" yeterli oluyor. Sömürü, İmparatorluğun herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde üretimle ilişki içinde gerçekleşiyor. İmparatorlukta herkes bir biçimde sömürülüyor.
Klasik küçük burjuvazinin antagonist çelişki içinde olduğu bir sınıf yoktur. Şöyle diyelim: Küçük burjuvazinin, burjuvazi ile işçi sınıfının antagonist karşıtlığı gibi karşıtlığa sahip olan somut bir karşıtı yoktur. İmparatorlukta "çokluk"un da somut bir karşıtı yoktur. Karşıtın kim olduğunu Negri ve Hardt özenle saklıyorlar; görünemez, tanınamaz hale getiriyorlar.
Klasik küçük burjuvazi, sınıf çelişkilerini önemsiz görür ve kendini bu çelişkilerin dışında sayar. İmparatorlukta ise "çokluk", çelişkileri yumuşatmak ve ahenkli hale getirmek göreviyle karşı karşıyadır.
Klasik küçük burjuvazi, kendi kurtuluşu için gerekli koşulların genel koşullar olduğuna inanır. Kendini dünyanın, kurtuluşun merkezinde gördüğü için, küçük burjuvazinin çıkarına olan koşulları toplumun çıkarına olan genel koşullar olarak algılar.
"Çokluk" da İmparatorluktaki yaşam tarzını kurtuluşun genel koşulları olarak algılar. Şöyle de diyebiliriz: Klasik küçük burjuvazi geleceğe umutsuz bakar, geleceğinin karanlık olduğu korkusu ve gerçeğiyle yaşar. Ara bir sınıf, sosyal bir tabaka olarak geleceğinin olmadığını bilir. İmparatorlukta "çokluk"un böyle bir sorunu yoktur. Gelecek onundur!
Tabii ki, klasik küçük burjuvazi ile "çokluk" arasında farklar da vardır: İşbirliğine (ortaklığa) yatkınlıkları, hareketlilikleri, esnek oluşları bakımından "çokluk" ile geleneklerine bağımlı, yerleşik olmaya yatkın, dünyayı kendi dünyasından ibaret gören klasik küçük burjuvazi arasındaki fark budur genel anlamda. Teori böyle diyor!
"Çokluk", ulus-devleti tanımayan bir vatandaştır: Yani İmparatorlukta yaşayan ve çalışan bir "dünya vatandaşı". İmparatorlukta ekonomi tamamen küreseldir ve "çokluk"un unsurları da küresel ağ içinde beraberce hareket ederler. İmparatorlukta bir dış kalmadığı için "çokluk"un kurtuluşu da ancak ve ancak küreseldir.
Klasik küçük burjuvazinin ilkesi "her koyun kendi bacağında asılır"dır. "Çokluk" ise küresel var olmak veya yok olmakla karşı karşıyadır.


Sonuç:
Bu baylar ne öneriyorlar?
"Yapmamız gereken, İmparatorluğun içinde geçip öteki tarafından çıkmaktır... İmparatorluğa ancak kendi genellik düzeyinde ve dayattığı süreçleri mevcut sınırlarını aşacak şekilde zorlayarak etkili bir biçimde karşı durulabilir. Bu meyanda hodri meydanı kabul etmek ve küresel düşünüp küresel davranmak zorundayız. Küreselleşme bir karşı-küreselleşmeyle, İmparatorluk da bir karşı-İmparatorlukla göğüslenmek zorundadır" (s. 218/219).
Bunu yapabilmek için "çokluk"un birleşmeden, bütünleşmeden, farklılıkları koruyarak ortak hareket etmesini ve ortak hareket etmenin, tanımlanmış herhangi bir merkez olmaksızın gerçekleştirilmesini talep ediyorlar. "Ağlar kurun", "ağlar kurun" diyorlar! Teori böyle diyor! Parti, örgüt yerine şu "ağ" meselesinin neden bu denli önemli ve revaçta olduğu anlaşılıyor!
Önerdikleri işte bu!
Bu baylar işçi sınıfına şunu diyorlar: Geçmişteki mücadeleniz başarılıydı. Ama artık tarihi görevinizi yerine getirme özelliğiniz; yeteneğiniz kalmadı. Emperyalizm, İmparatorluğa dönüştü. Miadınız doldu, yerinizi "çokluk" aldı. Elveda proletarya!
İmparatorlukta bütün toplum üretken olmuştur. Üretken olan-olmayan ayrımı kalkmıştır. Bu nedenle İmparatorlukta işçi hareketi kurumları (partileri, sendikalar vb.) anlamını kaybetmişlerdir. Çünkü maddi değerler üretimi emeği, hegemonyasını kaybetmiştir; hegemonya maddi olmayan emeğe geçmiştir. Teori böyle.
Şüphesiz ki, İmparatorlukta da hâkimiyet söz konusudur. İmparatorluk, hâkimiyetini "çokluk"un beynine ve vücuduna kazıyor. Bir "kontrol toplumu" kuruluyor. Dünyanın, yani İmparatorluğun her yanına kurulan ağlarla "çokluk" sömürülüyor. Ama kapitalizme/emperyalizme nazaran İmparatorluk ileri bir aşamadır. Çünkü İmparatorluk, kurtuluşun yeni koşulları demektir. Teori böyle!
İmparatorlukta çalışma koşulları tamamen değişiktir. "Çokluk", artık ücrete bağımlı işçi, fabrika işçisi değildir. "Çokluk", serbest çalışan, yaratımcı olan hizmet sektörü unsurlarından oluşmaktadır. İmparatorlukta "çokluk", maddi olmayan emek harcar. Bu çalışmanın özelliği, üretim araçlarında özel mülkiyetin herhangi bir rol oynamamasıdır. Bu nedenden dolayı İmparatorlukta "çokluk", ekonomik olarak bağımsızlığına kavuşmuştur. Şimdi önemli olan siyasal kurtuluşu sağlamaktır.
Negri ve Hardt şu çağrıyı yapıyorlar:
Ey "çokluk"!
Kurduğunuz küresel ağlar üzerinden adım adım; "komünist ağlarla" bir "karşı-imparatorluk" kurabilirsiniz. Artık slogan "bütün ülkelerin işçileri birleşin" değil, "bütün ülkelerin küreselleşmecileri, "kürselleşmenin olumsuz güçlerine" karşı birleşin"dir!
Ey "çokluk"!
İktidar dışımızda değildir, içimizdedir; beynimizdedir, vücudumuzdadır. İktidarı, farkına varmadan duygulanımsal çalışmamızla sürekli üretiyoruz. Aha, şimdi anlaşıldı. Demek ki yukarıda bahsi geçen vatandaşlar, o cesaretsizlik, korku, "trans" olma eylemleriyle iktidar üretiyorlarmış!
Bu iktidar, toplumdaki her birimizin konumu ne olursa olsun hepimizi kendine bağımlı kılmakta, evet köleleştirmektedir. Bu iktidarın; biyo-iktidarın bir sahibi, taşıyıcısı, ondan özel olarak yararlananı yoktur. Bu iktidar, sınıfsızdır. Toplum üzerinde durmaktadır. Bizi, yani "çokluk"u kendi düzenine uymaya zorlamaktadır. Bu iktidar, özne olmuştur ve hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları kendine tabi kılmaktadır.
Böylece Negri ve Hardt, hitap ettikleri "çokluk"a, İmparatorlukta hâkim bir sınıfın olmadığı mesajını veriyorlar. Ücretli işi de bir el çabukluğuyla ortadan kaldırdıkları için kaçınılmaz olarak sermaye ilişkilerini de ortadan kaldırmış oluyorlar. Hal böyle olunca "emeğe" el koyan bir sermaye sahibi de ortadan kalkıyor.
Ey "çokluk"!
İmparatorluktaki üretim sürecinde sermaye herhangi bir rol oynamıyor. Çünkü ücretli emeğe ihtiyacı yok. İmparatorlukta sermaye, toplumu sınıflara ayırmıyor, toplumda kapitalizme özgü çelişkilerin doğmasına neden olmuyor. Böylece İmparatorlukta bütün insanlar aynı derecede sermayeye tabi kılınıyorlar. Bütün insanlar, sömürülen, ezilen konumunda oluyorlar. Bütün insanlar aynı iktidar altında inim inim inliyorlar.
İmparatorlukta sermaye, sahibi olmaksızın, sahipsiz bir şekilde hâkimiyetini sürdürüyor. Bütün toplum üzerinde iktidarını kullanıyor. Ama her nedense İmparatorlukta bu iktidarı kendi çıkarları için kullanacak kişiler yok. Böylece biyo-iktidarın esas sahipleri -Negri'nin İmparatorluğundan çıkıp normal dünyalı gibi düşünecek olursak- yani kapitalistler, bu iktidardan kurtulmak için mücadele eden "çokluk" tarafından görünmez hale getiriliyorlar. İmparatorlukta iktidar ve sahipleri doğaüstü bir karaktere sahip oluyorlar. Negri ve Hardt iktidar sahiplerinin kimler olduğunu pekâlâ biliyorlar ama "çokluk" nezdinde onları görünmez yaptıkları için "çokluk", yel değirmenine karşı mücadele eder durumda kalıyor, boşa kılıç sallıyor.
İmparatorluktan kurtulmak için bu baylar herhangi bir strateji sunmuyorlar. Marksizm-Leninizm'in devrim anlayışı, Komünist Manifesto, Marks, Engels, Lenin ve tabii ki öncelikle de Stalin bu baylar için tarihtir.
Bu baylar, sadece, yeni bir alternatif var, buna inanın diyorlar. Ancak, ‘bize inanın' diyorlar. Ellerinde bir konsept yok. Parti olmaz, sendika olmaz; örgütlenme olmaz diyorlar. Örgütlenmeyi, örgütlü mücadeleyi reddederek geleceği olmayan bir gelecek istiyorlar. "Hareket her şey, sonuç hiçbir şey" işte böyle gerçekleştirilir. Bu otonomcu, anarşist anlayış, sadece ve sadece, "ağ kurun", "ağ kurun" çağrısından ibarettir. Demek ki kurulan ağlar kendi kendine başka ağlarla birleşecekler; küresel ağlaşacaklar ve böylece küresel iletişim içinde olan bir dünya toplumu doğacak! Yegâne dayanakları "çokluk" ve sosyal hareketlerdir. Önerdikleri, bolca gösteri yapından, kargaşa çıkartından, "hareket her şey, sonuç hiçbir şey"i uygulayından ibarettir.
Negri ve Hardt, el çabukluğuyla maddi değerlerin üretiminde çalışan işçi sınıfını önemsizleştirerek, artık onun devrimci bir özelliğinin kalmadığını vurgulayarak bu sınıfın yerine koydukları "çokluk"ta devasa, devrimci bir güç, potansiyel görüyorlar. Ama ne gariptir ki, bu "çokluk", karşıtının kim olduğunu bilmiyor, örgütlü değil, kolektif hareket etmiyor. Ötesinde aynı "dili" de konuşmuyor. Bu devasa gücün harekete geçmesi, kendi deyimleriyle "devasa bir örgütün devrimci kalkışması" için belli bir, "oturmuş modelleri" yok. "Olasılığın" ne zaman "gerçekliğe" dönüşeceğini bu baylar da bilmiyorlar.
Bu baylar şunu öneriyorlar:
"Disiplin çağında sabotaj temel bir direniş kavrayışıyken, emperyal kontrol çağında bu kavrayış terk olabilir. Modernlikte karşı-oluş sıklıkla kuvvetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı-karşıya gelişleri anlamına gelirken, post modernlikte karşı-oluş eğik ya da diyoganal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluğa karşı meydan muharebeleri eksilme ve çekilme yoluyla kazanılabilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar alanlarını boşaltmak anlamına gelir" (s. 224).
Evet, devlet gereksiz, özel mülkiyet gereksiz! „Bütün iktidar çokluk"ayı gerçekleştirmek için yapılması gereken şudur: "Çalışmanın ve otoritenin reddi ya da gerçekte gönüllü köleliğin reddi özgürlükçü politikaların başlangıç noktasıdır. Çok önceleri Etienne de la Boetie tam da böylesi bir ret politikasını önermişti: "Artık hizmet etmeyeceğinize karar verin, bir anda özgür olursunuz. Onu itmenize, devirmenize gerek yok. Sadece artık onu desteklemezseniz (kendiliğinden) çöke"...Bizim kaçış, çıkış çizgimiz kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde ya da bu reddin bir parçası olarak, yeni bir yaşam tarzı ve her şeyden önce yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor" (s. 216).
Yani siyasi konsept, itaatsizlikten, kaçmaktan, terkten ibaret!
Negri ve Hardt, "çokluk"tan oluşan dünya toplumunu "anarşizmi" kurmaya çağırıyorlar. Şimdiye kadarki mücadelelerinde umduğunu bulamayanları, toplumsal yaşamla bağını koparmış, umudunu kesmiş olanları, bireyselliği her türlü yüce düşüncenin üzerinde tutanları, örgütlü mücadeleden kaçanları, böyle bir mücadeleyi reddedenleri, işçi sınıfına ve mücadelesine inanmayanları Foucault gibi burjuva "filozof" ve sosyologların izinden giderek sivil itaatsizliğe, politik alanı terke ve kaçışa çağırıyorlar.
Uluslararası komünist hareketin güçsüzlüğünden ve zaaflarından da yararlanarak ütopyalarını kurtuluş yolu olarak sunuyorlar. Onların ütopyası; İmparatorluğu, günümüz dünya gerçekliğini reddeden, gerçek yaşamı karartan, sömürü ve baskının kaynağını gizleyen, ama ancak küçük burjuva anarşizan-otonomcu kesimleri tatmin eden bir anlayıştır.
Negri ve Hardt, kapitalizm/emperyalizm koşullarında işçi sınıfını yok sayma teorisini geliştiriyorlar.
Örgütlenmeyin, partileşmeyin, kendiliğindenci hareket içinde de komünist bilince varabilir ve bu düzen içinde; İmparatorlukta komünizmin nüvelerini oluşturabilirsiniz ("maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinde ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor) diyorlar. Bunun için, aynen Mevlana gibi hareket ederek; "Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel"; yani işçi, işsiz, öğrenci, ev kadını, köylü, mühendis, doktor; kapitalist dışında herkes, kim olursan ol, hangi sınıftan olursan ol "çokluk"sun; "ağlar kurun", bütün dünyaya ağlarla yayılın ve bu ağları birleştirerek "küresel ağlanın" çağrısını yapıyorlar. Ve gerisi Marks'tan:
Bu insanlar (Alman ideologları- çn.) açısından „esasen önemli olan, sadece, mevcut dünyanın yorumlanması için yeni saçmalıklar keşfetmektir; onlar, bu dünya üzerinde söz sahibi olduklarına inandıkça ve onun karşısında durdukça bu saçmalıklar, daha da gülünç övüngenliğe dönüşüyorlar" (Marks-Engels; C. 3, s. 379, Alman İdeolojisi).

- - - - - - - - - - - - - - - -

1 „Uluslararası tekeller,... ulus devletleri salt kendi harekete geçirdiği meta, para ve nüfus akışının kaydını tutan araçlar haline getirmek istiyorlar. Uluslararası tekeller, çeşitli piyasalar arasında işgücünün doğrudan dağıtımını yapıyorlar, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyorlar dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyorlar" (s. 46).
2 "Bu yapının gerçekten çöküşü, GATT, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF gibi bütün bir küresel tüzel-ekonomik organlar silsilesinin evrimi aracılığıyla kolaylıkla izlenebilir. Bu uluslararası tüzel iskeletin desteklediği üretim ve dolaşımın küreselleşmesi ulusal-tüzel yapıların etkisini kırmıştır" (s. 345).
3 "Emperyalizm ulus devletlerin bir yaratığıydı... içe doğru emperyalizm, devletsel hükümranlığın geleneğinin kutsanmasıyla yaşıyordu ve dışa doğru da iktidarın, kültürün, ekonomik çıkarların ihracının bir biçimiydi. Tabii ki, başkalarını yıkıma uğratan bir ihracat" ("Küreselleşmenin hâkimiyeti hala oldukça yetersiz" - "Es herrscht noch zu wenig Globalisierung". Toni Negri ve Michael Hardt ile söyleşi; taz 18 Mart 2002)
4 „Ulus devletlerin gücü ve sınırları önemsizleşiyor; ulusal topraklar arasındaki farklılıklar giderek göreceli hale geliyor. Bu farklar artık (örneğin, metropol toprağı ve sömürge toprağı arasında olduğu gibi) doğal farklılıklar değil, derece farklılıklardır" (s. 391).
5 „Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarıda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri
6 „Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi ... Sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar...
Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor..." (Marks/Engels: C. 4, s. 466).
7 „Doğa, makineler, lokomotifler, demiryolları, telgraflar, örgü otomatları inşa etmiyor. Bunlar, doğa üzerinden veya doğadaki faaliyetle insan iradesinin organlarına dönüşen insani sanayinin; doğal materyalin ürünleridir. Onlar, insan beyninin, insan eli tarafından yaratılan organlarıdır" (Marks; Grunrisse, Dietz Verlag Berlin, 1953, s. 594)
"Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırdedilmesinde işe yarayan şey, yapılan eşyalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır. İş araçları, yalnız insan emeğinin ulaştığı gelişme düzeyinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, bunlar, aynı zamanda, işin yapıldığı toplumsal koşulların göstergeleri de oluyorlar".(Marks, Kapital I, S. 195).
8 "Proletaryanın bileşimi değişmiştir. Dolayısıyla bizim bu konudaki anlayışımız da değişmelidir. Kavramsal olarak, proletaryayı biz emekleri kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz" (s. 66).