ANTİEMPERYALİST MÜCADELEDE YANILSAMALAR, ORTADOĞU VE IRAK'TA DİRENİŞ
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgal, ABD'nin ve diğer uluslararası tekellerin, petrol ve silah tekellerinin çıkarlarından, ABD'nin petrol rezervleri ve taşıma yolları üzerindeki egemenliğinden hareketle dünya egemenliğini kurma hedefinden ayrı ele alınamaz.

Siyasal gericiliğin temel kaynağı emperyalizmdir.

Dünyada emperyalist tekeller ve güçlerin rekabeti ve hegemonya savaşı, her zaman salt iktisadi ve siyasi alanla sınırlı kalmaz. Stratejik hedefler ve güç ilişkilerine göre mi-litarist boyutlara da sıçrar. Genellikle yeni sömürge, geri ve bağımlı ülkelere yönelik gerçekleşen bu saldırganlık ve tehdit, işgal ve savaşlar, emperyalist ve liberal ideologlar tarafından o ülke halklarının "diktatörlüklerden kurtarılması", o ülkelere "demokrasinin yerleştirilmesi" biçiminde yansıtılır. Emper-yalist tehdit, işgal ve savaş koşullarında iradeleri kırılan reformist, revizyonist ve devrimci çizgilerden geriye düşen "sol" güçler de bu propagandaya "statükoların yıkılması" sloganlarıyla yedeklenirler. Hatta, emperyalizmin karakterinin değiştiğini, gericiliğin merkezinin ortaçağ kalıntıları ya da gerici dini ideoloji olduğunu teorileştirenlere bile rastlanır.

Balkanlarda Sırbistan zulmü ve katliam-ları karşısında Kosovalı Arnavutların silahlı gücü UÇK, ABD ve diğer emperyalistlerin dayatmasıyla silahlı güçlerini dağıttı. Ve ardından bağımsızlıkçı antiemperyalist mücadele çizgisinden geriye düştü. Bugün işbirlikçi durumu, ABD'nin gölgesinde "aşamalı iyileşme" veya devletleşmeye götürecek "bazı demokratik hakların kazanılması" biçiminde ifade edilir. Düşündürücü olan, SBKP ve ÇKP modern revizyonizmine karşı ilkeli ve onurlu bir ideolojik ve siyasi mücadele yürüten, bu anlamda, onun iktisadi, siyasi ve askeri sonuçlarına katlanan ve tarihi büyük emperyalist güçlere kafa tutmakla geçen AEP ve Arnavutluklu komünistlerin de UÇK'nın, Kosovalı Arnavutların çıkarları için (nasıl çıkarlarsa!) "ABD ile işbirliğini" savunuyor olmalarına onay vermeleridir. Oysa, çok iyi bilinir ki, yine siyasi, askeri ve iktisadi kuşatma ve zorunluluklarla ülke kapılarının "yabancı sermaye"ye açılmasının sosyalist Arnavutluk'u hangi ağır sonuçlara, yıkım ve tahribatlara ittiğini en başta kendileri ve dünya komünistleri biliyor.

Bosna-Hersek'in "solcuları", ülkelerinde emperyalist işgalcilerin varlığını savunur ve meşru görürler. Ulusal ve etnik çatışmaların son bulması koşullarında ancak işgalcilere ihtiyaç duyulmayacağını belirtirler. Böylece faşizm ve ırkçılığın üretici kaynağı emperya-lizmin niteliği ve gerici bölgesel güçlerin etnik çatışma ve boğazlaşmalarla gizlenemez bağı görülmek istenmez. Bu savrulma, uzlaşma ve sınıf işbirliği teorileri: birincisi, devrimci ve ilerici partilerin tarihsel ve güncel olarak taşıdıkları ulusalcı ve milliyetçi etkilenmeleri gösterir. Ki, Balkanlarda bu türden çok çarpıcı sapmalara rastlanır. İkincisi, ulusal ve etnik boğazlaşmalar ve düşmanlıkları ortadan kaldıracak halkların özgücü, eylemi ve mücadelesine güvenmek yerine "dış " güçlerin himayesi ve müdahalesini çözüm görme sonucuna götürür.

Tabii ki, tam da burada, emperyalist haydutların kuşatması ve eşitsiz güç ilişkileri koşullarında büyük bir irade ve kahramanlıkla süren Irak direnişi ve bunun bölgesel, uluslararası sonuçları ve yansımalarının halkları motive edici ve harekete geçirici özelliğine ısrarla işaret etmeliyiz. Hatta, öyle ki, 1956'dan sonra revizyonist "barış teorilerine" gerekçe yapılan abartılı "savaş tehlikesi" çözümlemelerinin komünist hareketi içe döndüren ve devrimler iddiasında geriye düşüren değerlendirmeleri yönüyle de ders-ler çıkarılmalıdır.

Avrupa'nın bazı devrimci ve ilerici partileri ise, Irak'ta emperyalist saldırganlık ve işgale karşı güncel siyasal görevlerini somut politika ve eylemler üzerinde yürütecekleri yerde, "ülkede sınıf mücadelesini geliştir-mek" genellemesiyle yetiniyorlar ve böylece siyasal kendiliğindencilik ve kaydediciliği en kaba ve çarpıcı biçimde yaşıyorlar.

ABD ve İngiliz emperyalistlerinin Irak işgali, Suriye ve İran tehditleri ve BOP'lu saldırganlığı, "gerici Arap rejimlerine, bölgede statükonun kırılmasına yönelik bir müdahale" olarak değerlendirilir. Bunun başını emperyalist ülkelerde sistemin yedeği reformist ve liberal partiler, NGO'lar, burjuva ve küçük burjuva ideologlar; savaşın alıklaştırıcı ve korkutucu sonuçlarına çarpılan işgal ve tehdit altındaki ülkelerin sözde solcu partileri ve aydınları çekmektedir. Irak'ta işgal sonucu Saddam diktatörlüğünün yıkılmasını kırmızı bayraklarla sokaklara çıkarak kutlayan IKP'nin işgale desteği ve siyasal temsiliyetten öte Şiilerin temsilcisi olarak ABD tarafından oluşturulan kukla konseyde yer alması, işbirliğinin uç noktalara vardırılan utanç verici düzeyidir. Komünistlik ve ilkeler adına, işgalci hayduda karşı savaşacağına ve halkı direnmeye çağıracağına, gerici islami ideolojiyi baş düşman göstererek politik atalet ve işgali onaylamakla oyalanan coğrafyanın sözde "proletarya öncüleri" şüphesiz ki, tarih önünde büyük vebal altına girmişlerdir.

Geleneksel işbirlikçi Kürt örgütleri KDP ve KYB güçleri, emperyalist işgalin en başta gelen siyasal ve toplumsal dayanakları oldular. ABD'nin stratejik ve taktik askeri-siyasi güçleri olarak diplomatik ve bölgesel alanda görevlerini başarıyla yaptılar. ABD, şimdi Güney Kürdistan'da (Irak Kürdistanı) büyük bir askeri üs kurmaya girişmiştir. Çünkü, en sadık ve güvenilir bölge olarak Güney Kürdistan'ı görmüştür. Gelişmeler, Kürt halkı ile işgal karşıtı Arap halklarının etnik bir düşmanlık ve çatışma sürecine girdiği yönündedir.

Uzun yıllar emperyalist Yeni Dünya Düzeni'ne karşı duran PKK ise, ABD'nin müdahalesini, bölgede "statükoların yıkılması", "demokratik sömürgecilik" olarak değerlendirdi. Ve işgal karşısında "tarafsız" bir tutum takınarak, savaş ve işgal karşıtı gösteri ve mücadelelere katılmaktan özenle kaçındı. Hatta, Kürt yurtsever hareketin gazetelerinde bazı köşe yazarları, hızlarını tutamayarak emperyalizmin gerici karakterini gizleyecek biçimde ona yeniden ilerici bir rol biçmekten geri durmadılar.

Yeni küçük burjuva teorisyenler, özetle şunları söylediler: "Feodalizme karşı yükselen kapitalizmin ilerici, devrimci rolü, Ekim Devrimi ve sosyalist blokun ortaya çıkışı ile kesintiye uğradı; kapitalist emperyalizm, soğuk savaşın son bulmasıyla yarım kalan bu tarihsel rolünü yeniden oynamaya başladı." Böylece, toplumsal gericiliğe tekabül eden dini ve yine emperyalizmle işbirliği yapan ve gerileyen feodal gericiliği, dünyada gerici-liğin başlıca kaynağı yaptılar. Ve onlar bütün siyasal gelişmeler ve olgularla, emperyalist savaş ve sömürgeciliğin kapitalist barbarlık ve vahşetini, üretici güçlerin tahribatı ve yıkımını getiren emperyalist küreselleşmenin, hala "ilericiliğini" utanmadan savu-nabiliyorlar.

Oysa, Lenin, emperyalist kapitalizmin çürümüşlüğünü ve siyasal gericiliğini, emperyalist savaş, sömürgecilik ve işgallerin iktisadi ve siyasi temellerini yüz yıl önce ortaya koymuştu:

"Feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. Eskiden ilerici bir niteliği olan kapitalizm, gerici oldu; üretici güçleri o derece geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme ya da sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesiyle, kapitalizmin yapay olarak korunması için 'büyük' devletler arasındaki silahlı savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüzyüze geldiler." (Sosyalizm ve Savaş, Türkçe, s., 14) Lenin'in teorik öngörüsü, emperyalist dünya savaşları, emperyalist hegemonya ve rekabet dalaşlarında defalarca kanıtlandı. Bazı ülkeler sosyalizme yöneldi, ulusal kurtuluş savaşlarıyla bir dönem bağımsız ülkeler durumuna eriştiler. Ama sosyalizmin yenilgisi ve bağımız ulusal devletlerin emperyalizme çeşitli bağımlılık ilişkileri geliştirmesi, ne yazık ki, yeni "acı çekmeleri" gündeme getirdi. Ve bugün, emperyalist sermaye, emperyalist küreselleşme saldırısıyla kendisini en yüksek karla değerlendirmek ve yeryüzünün temel kaynaklarını denetim altına almak için önündeki her türlü iktisadi, siyasi ve askeri engeli ortadan kaldırmak istiyor.

Emperyalist saldırganlık ve işgal, kapita-lizmin iktisadi yasalarının ürünüdür

Ortadoğu'da emperyalist saldırganlık, işgal ve savaş, Bush ve Blair haydutlarının özel politikası, isteği ve yönelimi değil, emperyalist kapitalizmin iktisadi yasaları ve sermaye hareketinin ihtiyaç duyduğu siyasal ve askeri politikaların uygulanmasıdır.

Kapitalizmin azami kar yasası, kapitalist emperyalizmin son çeyrek yüzyıldaki yapısal krizi koşullarıyla birleşerek çokuluslu tekeller açısından, üretim ve sermayenin uluslararası örgütlenmesini kaçınılmaz kıldı. Böylece emperyalist devletler, kendi tekelci çıkarlarını korumanın yanında, yeni egemenlik alanları elde etmek için dünya emperyalist politikasını ve askeri stratejilerini şekillendirmeye yöneldiler.

Stalin yoldaşın belirttiği gibi, "Tekelci ka-pitalizmi, sömürgeleri ve diğer geri kalmış ülkeleri boyunduruk altına almaya ve sistemli bir biçimde soymaya, bir çok bağımsız ülkeyi bağımlı duruma sokmaya, bugünkü kapitalizmin büyük işadamlarının karların azamisini elde etmelerine olanak sağlayan en "elverişli iş olan" savaşları düzenlemeye, en sonu, dünya ekonomik egemenliğini ele geçirmek için çabalar harcamaya, bu gibi sonu ne olacağı bilinmeyen işlere girişmeye iten, işte bu azami karı sağlama zorunluluğudur." (Stalin; Son Yazılar, s., 97)

Bugün Ortadoğu, Irak, Afganistan, Hazar havzası ve Balkanlarda tamı tamına gerçekleşen de budur. Marks'ın dediği gibi, azami kar için kapitalizmin işlemeyeceği cinayet yoktur.

Emperyalizm, ekonomik egemenlik için politik ve askeri egemenliği elverişli bir araç olarak kullanır ve kaçınılmaz kılar. Sermaye ve üretimin örgütlenmesinin uluslararasılaştığı bugünkü koşullarda, emperyalist devletler, emperyalist ordu ve donanma, yalnızca kendi ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde mali oligarşi egemenliğinin baskı ve yönetme araçları olarak kalmazlar. Aynı zamanda dünya emekçi halkları üzerinde politik boyunduruğu geliştirmenin, çokuluslu tekel gruplarının dünya kapitalist ekonomisi üzerindeki egemenliğini korumanın ve yeni egemenlik alanları için rekabetin aracı rolünü oynarlar.

Mali-ekonomik egemenliği koruma ve işlevli kılmanın bugünkü biçimi; sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi nedeniyle daha sıkı ve güçlü politik-askeri egemenliği geliştirme yönündedir. Tüm liberal yalan balonlarının aksine, emperyalist devletler, tekelci kapitalist ekonomi politikaların uygulanması için dünya çapında etkin egemenlik ve saldırı ihtiyacı yönünde stratejiler ve örgütlenmeler geliştiriyorlar.

Uluslararası örgütlenmiş sermayenin, kar transferi, mali ağda serbestçe dolaşım, borçların ödenmesi önündeki engellerin kaldırılması ve "yapısal uyum"un gerçekleştirilmesi için emperyalist devletlerin etkin rol oynaması da buradan gelmektedir.

Elbette, emperyalist haydutlar, değişik bahaneler ve ideolojik motiflerle başta kendi halkları olmak üzere dünyada siyasal ve toplumsal destek sağlamaya çalışırlar. ABD'nin emperyalistler adına kendi dünya hakimiyetinin de ifadesi olan Yeni Dünya Düzeni kapsamında NATO için geçen on yılda kurguladığı askeri saldırı ve savaş konseptinde ifade ettiği bazı motifler, iç çatışmaya müdahale-barış sağlamak, ekonomik felaketler, gibi masumane bahanelerdir. ABD ve diğer emperyalistlerin bu dönemde savaş ve askeri işgal gerekçelerini bu "masumane" nedenlere dayandırdığına bütün dünya tanık oldu.

Dünya devriminin geçici gerilemesi koşullarında, emperyalist saldırıların yoğunlaşması konjonktürel bir etken olsa da, esasen, emperyalist küreselleşme döneminde yeni sömürgecilik yalnızca ağırlaşmakla kalmadı, mali ve tekelci ekonomik köleleştirme temelinde yükselen klasik sömürgeci yöntemlerin de devreye sokulduğu bir gerçektir. Bu dönemde, ABD'nin askeri yatırım ve üslerinin dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunu kapsar hale gelmesi, askeri varlığı ve yayılmacılığının ne derece ağırlaştığının bir ifadesidir. Paralel bir gelişme de, AB'nin siyasi ve askeri birliği gerçekleştikten sonra, Fransız ya da Alman emperyalizminin askeri yatırım ve hegemonyasında yansıyacaktır.

Bu gelişme, nükleer ve gelişmiş konvansiyonel silah teknolojisi tekelinin, emperyalist dünyada askeri güç farkı makasını açmasına da dayanıyor. II. emperyalist savaş sonrası ABD'nin savaş makinesi NATO'ya sığınan küçük emperyalist ve yeni sömürge ülkeler, bugün, farklı olarak emperyalist güç odaklarına sığınmayı, onlara askeri üsler sağlamayı zorunlu hissediyor. Dünya ülkeleri, hegemonyacı emperyalist güç odaklarının askeri üslerine dönüşüyor. Kuşkusuz ki, bu güç gösterisi, emperyalist politikacıların keyfi ve özel politikaları değil, emperyalist tekel gruplarının mali ve ekonomik köleciliğinin halklara karşı zor yoluyla sürdürülmesi, dünya hakimiyeti için militarizmin tırmandırılmasıdır.

Bölgesel emperyalist birliklerle, yeni sömürgelerde emperyalist mali oligarşilerin bütünleşmesi temeli üzerinde köleci siyasi boyunduruk kurulmaktadır (ABD-Meksika ilişkisi). Bunun en ileri örneği AB'dir. AB, politik birliğini sağlarsa, hükümetler arası diyalogu aşar -ki amacıdır- anayasasına her hükümetin uyması zorunluluğu gerçekleşirse, gerçekte diğer ülkeleri de yöneten AB'nin egemen emperyalist devletleri Alman ve Fransız burjuvazileri olacaktır. Böylece ekonomik güç ilişkisine göre politik bakımdan da köleleştirme, en gelişkin halini AB'de bulacaktır ve bu yeni tipte bir yeni sömürgeciliğin örneği olacaktır.

'90'lı yıllarda, NATO'ya ayaklanmadan barışa, ekonomik krizden doğa felaketlerine değin herhangi bir bahaneyle dünyanın her tarafında askeri saldırı görevi veren doktrin, birleşik emperyalist savaş işlevinin gelişti-rilmesinin bir örneğidir. Ve yukarıdaki ekonomik temel üzerinde yükselir. Bu durum, Sovyetler Birliği'nin çöküşü gibi konjonktürel nedenin ötesinde bir temele sahiptir. Dünya egemenliği rekabetinde, ABD'nin askeri üslerini dünya çapında yayması ve "önleyici savaş" doktrinini geliştirmesi; Fransız-Alman emperyalistlerinin AB'yi ekonomik entegrasyonun yanında politik ve diplomatik bütünleşme boyutuyla da geliştirmek istemeleri, bunun kaçınılmaz sonucu olarak AB ordusunu kurmaya gi-rişmeleri bunu yeterince açıklamaktadır.

Emperyalist küreselleşme döneminde, bu ekonomik mali temel üzerinde yükselen uluslararası politik örgütlenme; emperyalist devletlerin, üstten alta doğru politik egemenlik hiyerarşisi içinde ulus devletler ilişkilerini örgütleme; başlıca bir eğilim olarak bölgesel emperyalist ekonomik birlikleri örgütleme ve bunun emperyalist bölgesel politik birlikleri koşullaması; askeri üsleri yayma, saldırı savaş doktrinlerini geliştirme, himayeci sömürgeciliği yeniden gündeme getirme, stratejik ekonomik önemdeki bölgeleri işgal etme ve dünya çapında askeri savaş güçlerini yükseltme biçimlerinde gelişiyor.

Demek ki, mali sermayenin, sömürgecilik olmadan da kapitalist sömürüyü gerçekleştirme özelliği ile azami artı değeri güvencelemek ve rakiplerine karşı üstünlük elde etmek için sömürgeciliği kaçınılmaz kılan özelliğini birleştiren karakteristiği, bugün uluslararasılaşmış sermaye ve üretim koşullarında daha üst boyutta sürmektedir.

Emperyalist küreselleşme koşullarında, emperyalist burjuvazi ile yeni sömürge halkları arasındaki çelişki de keskinleşmektedir. Ucuz işgücü sömürüsü, dış borçların tırmanması, tekelci sermayeye özelleştirmeler yoluyla karlı yatırım alanlarının sunulması, meta değişiminde fiyat makasının sürekli açılması, toplumsal faydalı işlerin metaya dönüştürülmesi, mali sermaye ağları yoluyla artı değer aktarılması, vs. yollarla yapılan artık transferleri, bu ülkelerde toplumsal sefalet ve yıkımlara yol açmakta, halkları ekonomik köleleştirmeye itmektedir. Bu temel üzerinde siyasi ve askeri bağımlılık köleleştirici boyutlara varmaktadır. Buna ABD'nin ve AB'li emperyalistlerin yeniden hortlattıkları himayeci sömürgecilik ve askeri işgalleri eklemek gerekir. Bu, ya petrol gibi stratejik önem taşıyan hammadde alanları (Irak) ya bölgesel politik egemenlik için jeostratejik önemi olan ülkeleri (Afganistan) ve hegemonya boşluğundaki alanları (Bosna, Kosova) veya hiçbir neden göstermeden arka bahçesindeki küçük ülkeleri ya da iç kargaşa bahanesiyle hakimiyet pekiştirmek istediği ülkeleri (Haiti, Fildişi Sahili) vb. kapsıyor. Ayrıca dünya emperyalist sisteminin hakim gücü ABD'nin Kuzey Kore ve Küba'ya saldırı planlarında görüldüğü gibi, politik hakimiyeti dışındaki ülkelere savaş biçimini de alabiliyor.

O halde, Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgal, ABD'nin ve diğer uluslararası tekellerin, petrol ve silah tekellerinin çıkarlarından, ABD'nin petrol rezervleri ve taşıma yolları üzerindeki egemenliğinden hareketle dünya egemenliğini kurma hedefinden ayrı ele alınamaz.

Emperyalist ekonominin özü, tröstler, tekeller, birlikler ve dev bankaların "mutlak kudreti", "hammadde kaynaklarının kapatılması", muhtemel rakiplerin etkisiz kılınması, sermayenin kanlı birikimi, yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Bu tekelci kapitalizmin üstyapısı, siyasal gericiliğe tekabül eder. R. Hilferding, "mali sermaye, özgürlük değil, egemenlik için çabalar" diyordu. Emperyalist kapitalizmin nesnel iktisadi yasalarının hareketi, kaçınılmaz olarak militarizm, silahlanma, gericilik, himayeci sömürgecilik, işgal ve savaşlara götürür. Emperyalizm siyasal bağımsızlığı yıkmak ister. Çünkü, sömürge ve bağımlılık koşullarında, "siyasi ilhak ekonomik ilhakı kolaylaştırır, daha u-cuzlatır". Emperyalizm, genel olarak demokrasinin inkarıdır. Hatta, öyle ki, 11 Eylül'den sonra, Ortadoğu ve Irak işgali ile birlikte burjuva demokrasisinin biçimselliğine de ihtiyaç duymadan bütün sahteliği ve ikiyüzlülüğüyle açığa çıkmaya başlamıştır.

Emperyalist ülkelerde neoliberal saldırı politikalarının uygulamalarına karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların öfkesi ve eylemini etkisiz kılmak, zayıflatmak için iç gericiliği örgütleme biçiminde yeni yasal ve kurumsal yapılanmalara gidildi. Göçmenler, işsizlik, iktisadi kriz, kriminal olaylar, kültür çatışması ve hatta çevre kirliliğinin nedeni görüldüler. Gerek göçmenlik, gerekse de , "global terörizme karşı mücadele" adına yeni gerici-faşist yasalar çıkarıldı. Yerel ve uluslararası kurumsallaşmalara gidildi.

Görüldüğü gibi, içte, burjuva demokrasisinin biçimselliğine bile ihtiyaç duymayan emperyalist güçler, işgal ettikleri ülkelere hangi demokrasiyi ve barışı götüreceklerdir.

Burjuva demokrasisinin biçimsel uygulanması, ancak sosyal haklar ve bazı iktisadi kırıntıların aşağıdaki sınıf ve katmanlara ve-rilmesiyle birlikte mümkündür. Son yıllarda neoliberal saldırılarla sosyal ve iktisadi hak gasplarının büyük toplumsal yıkım, işsizlik ve yoksulluk getirdiği verilerle, tartışmalara meydan vermeyecek kadar açıktır.

ABD emperyalizmi başta gelmek üzere, emperyalist dünyanın insan hakları ihlalleri ise, gizlenemeyen resimlerle insanlığı utanç duyduracak hale getirdi. Guantanamo, Ebu Garip işkence görüntülerini, Almanya'nın kendi askerlerine işkence yöntemleri üzerine işkenceli eğitim yaptırmasını bütün dünya gördü, nefretle öğrendi. ABD, bütün uluslararası örgüt, anlaşma ve sözleşmelere uymadığını defalarca kanıtladı.

Emperyalizm ve dünya gericiliği, "antiterör yasaları"yla bütün dünyada işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, onların iktisadi ve siyasal örgütlerine, eylem ve mücadelelerine yönelik topyekün bir saldırı içindedir. Bu saldırılara bir yasallık ve meşruiyet vermek peşindedir.

Irak'ta İslami motifli antiemperyalist direniş cephesi

Dünyada antiemperyalist mücadele konusunda yaşanan siyasi ve ideolojik yanılsamaların başı, islami motifli direniş ve eylemlerin antiemperyalist mücadele kapsamı dışında görülmesidir. Bazı radikal islamcı örgütlerin sivil hedeflere yönelik tepki toplayan eylemleriyle halkların direnişini özdeşleştirmek, emperyalist savaşa karşı mücadelede NATO'yu hedeflemekten kaçınmak, Irak halkına destek ve dayanışmayı "kendi ülkesinde devrimci mücadeleyi geliştirmek" gibi genel, teorik belirlemelerle geçiştirmek önemli bilinç bulanıklığı ve eylem çarpıklığı örnekleridir.

Etkin ve caydırıcı bir antiemperyalist mücadele çizgisi, bu anlayışlara karşı siyasi ve ideolojik bir mücadeleyi kaçınılmaz kılı-yor. Ve şüphesiz ki, bunun başarısı da en başta siyasal dayanışma ve pratiği örgütlemekten geçer.

ABD-İngiliz işgalcilerine karşı Irak halkının verdiği mücadele, gösterdiği direniş, saldırganlara karşı kendi ülkelerini, tarihlerini, kültürlerini ve petrol kaynaklarını savunma amaçlıdır. Bu, ulusal bir ayağa kalkış, onurlu ve haklı bir mücadeledir. Emperyalistlerin ulusal ve etnik çatışmaları kışkırtmalarına karşı ulusal cephe gibi direnen güçler, sayısız provokasyonlar ve kirli yöntemlere rağmen (sivil kıyafetlere bürünmüş İngiliz askerlerinin provakatif eylemleri gibi) özellikle iç çatışmalardan kaçınmışlardır. Direniş, sadece ulusal düzeyde değil, dünyada ABD'nin emperyalist ve stratejik projeleri ve politikalarını engellemiş ve iradesini kırmış, dünya halklarına büyük moral ve güven kaynağı olmuş, bu yönüyle de meşru, ilerici ve haklı bir savaştır.

Irak'taki direniş, sadece antiişgalci ya da anti-ABD'ci değil, aynı zamanda antiemperyalisttir. Çünkü, bugün, emperyalist saldırganlık, militarizm, barbarlık ve sömürgecilik, ABD'de somutlanmış ya da cisimleşmiştir. ABD saldırganlığı, en başta ABD damgasını taşıyan uluslararası petrol ve silah tekellerinin çıkarları için Irak'ta ve bu anlamda "ulusal"dır, ama emperyalist küreselleşme ve sermaye hareketinin ihtiyaçları için de Ortadoğu ve Irak'ta ve bu anlamda "uluslararası"dır. ABD'nin Irak'ta kovulması ve tartışmasız bir yenilgi alması, çok açık ki, bütün emperyalist sistemin halkların mücadelesi karşısında aldığı ağır bir yenilgi olacaktır. Emperyalist ülkelerin, uluslararası ve bölgesel emperyalist kuruluşların işgalcileri örtük ve dolaylı biçimde desteklemeleri ancak bununla açıklanabilir.

Bu direnişi, antiemperyalist değerlendirmemek, aynı zamanda halkların antiemperyalist mücadele cephesini daraltmak, siyasal koşullar ve güç ilişkilerine bağlı olarak bu mücadelenin alacağı biçimleri, uzlaşma ve işbirliğine eğilimli zayıflıklarını görememek anlamına gelir. Irak direnişi cephesinde tutarsız, sallantılı ve uzlaşmaya eğilimli güçlerin bulunması, o direnişin tarihsel anlamı ve önemini düşüremez.

O nedenle Irak direnişi, sadece her sosya-listin değil, her demokratın, "ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin, ezen, köleci, soyguncu 'büyük' devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşıla"ması, tarihsel ve siyasal bir sorumluluğu oluyor; özgürleşmesinin bir koşulu oluyor.

Irak ve Filistin direnişi, dünyada ABD'nin tek, mutlak ve yenilmez bir güç, bir irade olmadığını gösterdikçe; ABD'nin emperyalist savaş iradesi, Ortadoğu halklarının yenilmez iradesi, büyüyen gücü ve yaptırımcı eylemi karşısında gittikçe çözümsüzlüğe ve yenilgi sürecine yuvarlandı. Yeni Vietnamlar sendromu yoluna girdi. Bunun üzerine, yeni emperyalist hamlelerin yanında, işgal karşıtı direnişi dünya halklarının gözünde düşürmek için yoğun ideolojik ve siyasi çarpıtmalara, emperyalist ikiyüzlülük ve demagojilere başvurmaya devam ediyor.

Sorular çoğaldı

Emperyalist işgale karşı bütün dünyanın soruları giderek çoğalıyor:

ABD neden Iraklıların petrolünü, tarihini, kültürünü yağmalıyor? İşgal ve savaşı dayandırdığı gerekçeler asılsız çıktığına göre neden hala Irak'ta?

Dünyada her yıl bir trilyon dolar silah ve askeri yatırımın 500 milyarı ABD'ye aittir. Bu olağanüstü silahlanma neden? ABD'nin 135 ülkede askeri güç veya askeri üs bulundurması neden?

Misket bombalarıyla Irak'ta binlerce çocuğun öldürülmesi, hastanelerin havaya uçurulması, Ebu Garip ve Guantanamo'daki işkence ve tecavüz olayları insanlıkla, insan haklarıyla nasıl bağdaşır?

ABD, kendisinin de imza attığı uluslararası sözleşme, hukuk ve anlaşmalara neden uymuyor?

Yanıtsız sorular çoğaldıkça, ABD ve işbirlikçilerine karşı itiraz, tepki ve mücadele cephesi de büyüyor.

Bu durum karşısında, ABD emperyalistleri, Irak işgaline bölgenin işbirlikçi devletlerini; BM, NATO, AB, G-8 gibi emperyalist kuruluşları ortak etmeye çalıştı, başaramadı. Kurduğu mandacı hükümetle Irak üzerinde hükmetme yetkisi ve gücünü oluşturamadı. Irak'ta işgale gerekçe yaptığı kimyasal silah varlığı ve El Kaide bağlantısını kanıtlayamadı. Yaptırdığı göstermelik seçimler başarısızlıkla sonuçlandı. Irak'ın işgali ve savaşa karşı başta ABD halkı olmak üzere bütün dünyada tepkiler büyüdü. Bu bataklık ve kriz unsurlarını ortadan kaldıramayan Amerikan "imparatorluğu", bugün krizin yeni biçimler kazanarak daha da kapsamlaşmasını da engelleyemiyor. Bunlardan bir yenisi ise, anayasa krizidir.

Bu gelişmeler karşısında işgalci güçler, İstanbul, Madrid ve en son Londra'da sivil insanların öldüğü bombalama eylemleri bahane ederek Müslüman halklara karşı tepki ve çatışmayı kışkırtıyor; işgal karşıtı direnişi gözden düşürme ve etkisizleştir-meye, uluslararası desteğini zayıflatmaya çalışıyor.

Emperyalizmin siyasi, ideolojik ve psikolojik propaganda ve yanılsama yaratma üretim merkezleri, Irak'taki her eylemi ve direnişi El Kaide ile bağlantılı kılmak, fidyeciler ya da kimin yaptığı açığa çıkmayan kafa uçurma ve infaz eylemleriyle özdeşleştirmek suretiyle bu haklı direnişin etkisini ve meşruiyetini düşürmek istedikleri yüzlerce olayla açığa çıkmıştır. Böylece, onlar, işgalin ilk aylarındaki propaganda etkileri azalınca başka demagojilere başvurmaya yöneldiler.

Madrid ve Londra bombalamaları

Madrid ve Londra'da gerçekleşen bombalamalar, sivil masum insanların ölümüne yol açtı. Şüphesiz ki, hedef olarak otobüs, tren ve metroların seçilmesi, haklı savaşların kuralları, mantığı ve yöntemleriyle bağdaşmadığı gibi, ezilenlerin haklılığını gölgeler, dolaylı destek güçlerini sınırlandırır. İşgalcilere demagoji malzemesi sunar. Bu tür eylemler devrimci değerlere ve eylem anlayışına terstir. Onaylanamaz.

Burada radikal islami örgütlerin gerçekleştirdikleri bombalama eylemleri arasındaki farklılıklara da işaret etmek gerekir. 11 Eylül İkiz kuleler ve Pentagon saldırıları emperya-list tekelleri ve askeri merkezleri; İstanbul eylemleri İngiliz sermayesi ve elçiliğini he-defler. Şüphesiz ki, oralarda sivil ve masum insanların yaşamını yetirmesi üzücüdür. Ama aynı zamanda bu durum, savaş yasaları ve kurallarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Madrid ve Londra bombalamaları ise esasen farklıdır, eylem, sivil alanları hedeflemiş, ve ölümlere yol açmıştır. Dolayısıyla sadece devrimcilerin değil, halkların ve ezilenlerin şiddet anlayışı, değerleri ve yöntemiyle de bağdaşamaz. Aynı zamanda destekçi dolaylı yedek güçleri ikircikli kılar, uzaklaştırır.

Aynı dönemde, çok daha dikkat çekici olan , aynı emperyalist merkezlerde, her gün onlarca çocuk, kadın ve yaşlı insanın öldürüldüğü Irak için kayda değer bir gündem ve tepkinin ortaya konulmamasıdır. Oysa, biraz insani düşünen herkes bilir ki, bir Londralının, bir Amerikalının, bir Fransızın hayatı, bir Bağdatlının, bir Filistinlinin, bir Kürdün, bir Arabın hayatından daha değerli değildir. Dünyayı ezilen ve sömürülen milyarlara dar edenler, çekilemez kılanlar; doğa ve üretici güçlerin yıkımı ve tahribatına yol açanlar, çok açık ki, kendileri de rahat ve huzur içinde olamayacaklardır. Emperyalist kapitalizm, ürettiği sömürgeci köleliğin, varoşların, göçmen gettolarının, lanetlilerin, baldırı çıplakların öfkesini, korkusunu duyacaktır. Anadolu halklarının meşhur bir sözü vardır:"Biri yer, biri bakarsa kıyamet orada kopar!"

Ortadoğu, Filistin ve Irak'ta eşitsiz güç ilişkileri ve işgal koşullarında emperyalist saldırganlık ve savaş karşıtı şiddet, meşru, haklı ve kaçınılmazdır. Ezilenlerin bu şiddeti, hem işgalcilerin savaş makinesi ve militarizmi yanında çok sınırlı hem saldırganlığa ve tecavüze uğrayanların elinde meşru bir savunma aracı hem de şiddetin dışında başka hiç bir yol bırakılmadığı için kaçınılmaz bir hak oluyor. Bu şiddete neden olanlar, savaşın yıkım, tahribat ve acılarını kendi ülkelerinin dışında tutmak isteyenler, işgalci ve sömürgeci güçlerdir. Doğal ki, ezilenlerin şiddetinin hedefi olacak; savaşın sonuçlarını kendi ülkelerinde de yaşayacaklardır.

Irak savaşında 100 bini aşkın Iraklının öldürülmesi, yüzbinlerce Iraklıya işkence yapılması ve tutuklanması, tecavüz olayları, hastanelerin bombalanması, müzelerin yağmalanması, ABD'nin savaş suçları, soykırımcı baskı ve zulmünün uluslararası sözleşme ve hukuka göre soruşturma konusu bile yapılmaması, Iraklıların aşağılanması çok doğal ki, içinde kuralsız ve yanlış hedefli eylemler de bulunsa ezilenlerin şiddetini emperyalist metropollerin merkezlerine taşıdı.

Emperyalist haydutların saldırganlıkları ve işgali meşru görülür; uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış kimyasal silahlar, misket bombaları, seyreltilmiş uranyumlu mermiler kullanılırsa; buna karşı ezilen ulus ve halkların kendi ülkelerini savunmaları, işgale karşı direnmeleri onurlu, haklı ve kaçınılmaz bir mücadeledir. Bazı radikal islamcı örgütlerin kuralsız ve yanlış eylemlerinden hare-ketle, Ortadoğu halklarının suçlu olarak ilan edilmesi bu gerçeği hiçbir zaman karartamaz.

Emperyalist propaganda merkezleri, işgal karşıtı direnişi "global terörizm"; tekellerin ekonomik ve siyasi çıkarları temelindeki mi-litarist yığınak ve saldırganlığı "medeniyet-ler çatışması", yağma ve vahşeti "demokrasi" biçiminde göstermekle ne yazık ki, büyük bir yanılsama yaratmaya devam ediyorlar.

Emperyalist ideologlardan P. Huntington, "soğuk savaş" sonrasında dünyayı Batı, Hint, Çin, İslam, Slav vb. medeniyetlere ayırır. Ve her medeniyetin diğerleriyle birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiğini; buna uymayanlara karşı, en "medeni Batı" tarafından şiddetin uygulanmasının anlaşılır bir şey olacağını ekler.

Londra bombalamaları sürecinde T. Blair, "şeytan ideolojisi" diyerek, bu şiddetin esasen "cihat"tan kaynaklandığını açıklar. Oysa emperyalist kapitalist dünyanın ürettiği gerçek sorunların buna kaynaklık ettiğini ta-rihsel olgular da, Irak gerçeği de gösteriyor.

Emperyalist haydutlar, dün de savaş ve sömürgeleştirme işgallerini, geri toplumlara "uygarlık götürme" adına gerçekleştirdiler. Ve halklar, defalarca bu uygarlığın emperya-list barbarlık, vahşet ve sömürgeleştirme saldırıları anlamına geldiğini tecrübe ettiler, yaşadılar. Bugün de, emperyalist sermaye ve medyanın çarpıtıcı propagandasına rağmen Amerika'da savaş karşıtlığı %60'lara varıyor, İngiltere halkının %85'i patlayan bombalarla Irak işgali arasında bir bağlantı olduğuna inanıyor. Türkiye'de halkların %80'i işgal karşısında yer alıyor.

Peki Irak'ta olanlar nedir?

1991-2003 arasında ABD ve ambargoya karşı duran Saddam diktatörü yönetimindeki eski Irak'tı. Ancak emperyalist işgal sonucu Saddam rejiminin yıkılması ve onun kurduğu sistemin dağılışından sonra direnen ise yeni Irak oldu. Dolayısıyla BAAS rejiminin direnişe katılan çeşitli grup ve unsurları, artık kurulu egemen rejimin uzantıları ve elamanları değil, yeni Irak'ın doğması için ulusal direniş cephesi içinde direnen güçlerdir. İşgalci güçler de, direniş cephesi bileşenlerini BAAS partili militanlar, İslami direnişçiler, yabancı savaşçılar ve sosyalistler olarak vermektedir. Irak'ta bir avuç işbirlikçi azınlık ve işbirlikçi geleneksel Kürt örgütlerinin dışında çeşitli ideoloji, mezhep veya dine mensup her Iraklı bu onurlu ve meşru kavgada yerini almıştır. İşgalci güçlerin verilerine göre, 24 bin direnişçi yaşamını kaybetmiştir. Bu ka-yıplara rağmen Irak direnişinin büyüyerek devam ettiğini düşünürsek, onların Irak'ta direnen güçlere ilişkin verdikleri rakamların ne kadar küçük kaldığı anlaşılır.

Buna rağmen Irak'la ilgili verdikleri rakamlar, direnişin boyutları ve bileşimi bakımında bazı bilgilere ulaşmayı sağlıyor. CIA'nın analizinde ortalama 40 bin kişilik bir çekirdeğin olduğu, bunların eylemleri ve direnişi organize ettikleri; direnişin asker sayısının ise 200 -250 bin arasında seyrettiği belirtilir. Yine Pentagon kaynakları, işgalcilere karşı günde 60 saldırının gerçekleştiğine işaret eder. ABD'de araştırma kurumu Uluslararası Politikalar Enstitüsü verilerinde ise, savaş sürecinde ABD'nin aylık ortalama yaralı ve ölü sayısı veriliyor: 20 Mart 2003-1 Mayıs 2003 arası 482 kişi, 1 Mayıs 2003-28 Haziran 2004 arası 415 kişi, 28 Haziran 2004'ten beri ortalama 747 kişi. Resmi verilere göre ABD, Bush'un Mayıs 2003'te bittiğini ilan ettiği savaşta 2000 askerini kaybetti ve yaralı asker sayısı da 15 bin. Bu askeri ka-yıplar küçümsenemez. ABD'nin askeri ka-yıpların yerini doldurmak için 15 bin asker aradığı ve asker bulmakta zorlandığı, Irak ve Afganistan'daki ABD askerleri saflarında moral bozukluğu içinde firar, intihar, uyuşturucu kullanımının artması, psikolojik travmaların yaşanması bunu fazlasıyla gösteri-yor.

Ortadoğu ve Irak halklarının direnişi ABD'nin stratejik politikaları ve planlarını bozuyor, emperyalizmi zayıflatıyor, bataklığa sürüklüyor. Bu antiemperyalist mücadele ya da işgale karşı direniş, emperyalist burjuvazinin propaganda etkisi ve yönlendirmesiyle yok edilemiyor. Çıplak gerçekleri örtemiyor.

Bugünkü tarihsel ve siyasal koşullarda tutarlı antiemperyalist bir çizgide mücadele yürütmek, emperyalist işgal ve saldırganlığa karşı net, ikircimsiz tavır almaktan geçer. Ve bu siyasal görevin yerine getirilmesi, her siyasal akımın aynı zamanda kendi ülkesinde sınıf mücadelesini büyütmesi ve geliştirmesi anlamına gelir.

İslami hareketin gelişimi

İslami hareketin tarihine bakılırsa, bazı dönemlerde onun sınırlı, güdük antiemperyalist bir pozisyonda seyrettiği görülür.

İslami gericiliğin esasen batılı emperyalistlerin yedeğinde, işbirliği ve uzlaşma içinde yürüdüğü söylenebilir. İslami akımların, emperyalist sömürgecilik ve bağımlılığa karşı yürütülen ulusal hareketlerdeki ilerici rolleri daima sınırlı kalmıştır. Ve yine bu güdük antiemperyalist konumda bulunan İslami hareketlerin sayısı da sınırlıdır.

20 yy. başlarında İngiliz işgaline karşı islami ideoloji ile mücadele eden Afgan emirleri, Türk devletine karşı ayaklanan Kürt önderi Şeyh Sait hareketi gibi islami motifli ilerici ulusal hareketlere rastlanır. Ama aynı tarihsel dönemde islami akımların birçoğu süreç içerisinde uzlaşma eğilimine girerek emperyalizmin işbirlikçisi olmuşlardır. Endonezya'daki Serekat İslam gibi. 20 yy başlarında komünistlerle birlikte antisömürgeci olan bu İslami örgüt, 1960'lı yıllarda Suharto faşist rejimi koşullarında, komünistlere ve halka yönelik saldırı ve katliamlarda suç ortağı olmuştur.

Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında geleneksel İslami kurum ve siyasi hareketler, emperyalizm ile işbirliği ve uzlaşma çizgisinde yürümüşlerdir.

2. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında emperyalist dünyanın egemenliğini ele geçiren ABD, komünizm tehlikesi, sosyalist ülkeler ve halklara karşı yürüttüğü "soğuk savaş" sürecinde "yeşil kuşak" stratejisiyle İslami örgüt ve hareketleri kurdu, geliştirdi. Bu güçleri, Endonezya'da burjuva demokrat Sukarno yönetimi ve komünistlere karşı; Pakistan'da Z. Ali Butto'nun askeri faşist bir darbeyle yıkılmasında kullandı. İngilizler ise, Hindistan'da islami hareketleri çok kullandılar.

"Yeşil kuşak" stratejisi sürecinde Arap ülkelerinde, SB'ne dahil Müslüman ülke-lerde, Türkiye, Afganistan, Pakistan ve Güney Asya'daki İslami hareketleri kuran, besleyen ABD, Suudi-ABD petrol tekelleri ve emperyalist istihbarat örgütleridir. İslamcı örgütler, ABD'nin desteğiyle Türkiye'de 1960'lı yıllarda ABD ve 6. Filoya karşı yükselen antiemperyalist mücadele dalgası sürecinde devrimci güçlere karşı faşist Türk rejimiyle birlikte fiilen savaştılar. Askeri faşist darbelerde ideolojik gericiliğin temel kaynağı ve siyasi yönetimin toplumsal dayanağı oldular. Daha sonraki yıllarda ise, Türk milliyetçi-liğiyle faşizan bir karakterde devrimci harekete karşı savaşmaya devam ettiler.

1979'da İran'da İslami hareketin siyasi ve ideolojik önderliğinde gerçekleşen bir ayaklanma ile ABD yanlısı faşist Şah rejimi yıkıldı. İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece İran, Ortadoğu ve İslami dünyada adete bir İslam enternasyonalizmi hareketinin mali, siyasi ve ideolojik merkezi olmaya başladı.

İran İslam Cumhuriyeti, ilk bir yıldan sonra ilerici ve devrimci güçlere karşı tam bir fiziki imha hareketine girişti. Bugün de gerici bir diktatörlük uygulamakta, karşıdevrimci yöntemler ve politikalarla devrimci harekete ve Kürt ulusal hareketine savaş ilan etmiş durumdadır.

20. yüzyılın son çeyreğinde Filipinlerde Mora Ulusal Kurtuluş Cephesi, İran'da Halkın Mücahitleri hareketi antiemperyalist bir çizgide varoldular. Bugün ise, Filistin'de güçlü bir uzlaşma eğilimi taşıyan Hammas ve İslami Cihat, Lübnan'da Hizbullah örgütü ideolojik olarak gerici, ancak politik yönleriyle güdük antiemperyalist bir konumda bulunmaktadırlar. İdeolojik olarak antikomü-nist ve dini-köktendinci akımlar olmalarına rağmen, verili koşullarda devrimci güçlere yönelik saldırgan bir tutum içinde değiller.

1998'de bazı Panislamist örgütlerin başını El Kaide çekmeye başladı. Onlar, ABD askeri güçlerinin müslüman ülkelerden çekilmesi için savaştılar. ABD'nin kutsal mekanlardan çekilmesini istediler. Bu örgütler, S. Arabistan, Sudan, Yemen ve Mısır'da askeri hedefler ve CIA mensupları başta gelmek üzere ABD güçlerine yönelik silahlı eylemler gerçekleştirdiler. ABD saldırganlığı ve işgaline karşı politik islami örgütlerde belirginleşen yön, panislamist ideolojik gerici bakış açılarına sahip olmalarına rağmen, politik olarak ABD karşıtlığı konumunda bulunmalarıdır.

Dünyada devrimci dalganın gerilemesi, Müslüman ülkelerde devrimci ve komünist hareketin zayıflaması, Filistin işgalinin devam etmesi ve İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki İslami ideolojik etkisi, emperyalist saldırganlık ve işgal karşıtı öfkeyi biriktirdi ve bu akımların saflarına çekti. Doğan siyasi ve ideolojik boşluğu bu akımlar doldurdu.

Bugün Irak'ta işgale karşı silahlı mücadele dışında başka bir yol bırakılmamıştır. BAAS milliyetçileri, radikal İslamcı güçler, yurtsever, sosyalist ve ilerici güçler, ABD'nin yenilebileceğini cesur eylemleriyle göster-meye devam ediyorlar.

Şüphesiz ki, ABD-İngiliz karşıtlığı, güdük antiemperyalist bir karşıtlıktır. Çünkü, emperyalist işgal ve saldırganlık, barbarlık ve vahşet bugün ABD'de somutlaşmıştır. İşgal bunun somut bir yansımasıdır. Irak direnişçi güçlerinin ABD-İngiliz işgaline karşı başka emperyalist güçlerin mali ve askeri desteğini aldığı iddia edilemedi. Direnişçilere en büyük destek ve dayanışmayı savaş karşıtı halklar ve devrimci güçler vermiştir.

MLKP, ülkede, bölge ve diğer ülkelerde ABD ve diğer emperyalistlerin işbirlikçisi politik İslamcı akımları, devrimin ve mücadelenin temel düşmanı olarak hedef alır. Yine devrimci ve komünist harekete karşı saldırı içinde bulunan İslamcı güçlere karşı mücadele yürütür. Panislamist akımların stratejik bakımda antiemperyalist güçler olmadığını düşünür.

Bu akımlar, bölgenin ve dünyanın Müslüman olmayan halklarına karşı da düşmanlık güderler. Onun için sivilleri hedef almakta sakınca görmezler. Ulusal ve dinsel boğazlaşma ve iç çatışmaya açıktırlar.

Ne var ki, ABD'nin yeni uluslararası koşullardaki saldırı stratejisi, emperyalist saldırganlık ve işgale karşı devrimci ve komünist hareketin etkin bir müdahale geliştirememesi müslüman halkların dini ve milliyetçi geleneksel ideoloji ve siyasete yöneltti. Bu istem ve talepler, bazı burjuva ve küçük burjuva sınıf kökenli akımları ABD ve emperyalizme, özellikle de işgale karşı islami çizgide tutum almaya itti. Öyle ki, islami hareketin bu dönemsel siyasi ve ideolojik hegemonyasının etkileri, Ortadoğu coğrafyasında bazı komünist ve devrimci partilerin teorisi ve siyasal çizgisine de rengini yansıtabildi.

Devrimci partiler ve antiemperyalist güçler, nesnel olarak ABD ve emperyalizme darbe vuran, devrimcileri ve halkı hedef almayan bu pozisyondaki sınırlı antiemperyalist İslamcı akımlarla geçici ve mücadeleyi ilerleten eylem birliklerinde kaçına-mazlar.

Tabii ki, aynı zamanda siyasal uyanıklığı ve ilkeli kalmayı elde bırakmazlar. Zira panislamist ideoloji geriye dönüşe özlem duyar ve gericidir. Pre-kapitalist egemen sınıf ideolojisidir. Günümüzde de kapitalizmin egemenliğini korumada halk kitlelerini yanıltmak, uyuşturmak için kullanılır.

Yine emperyalist küreselleşme koşullarında ABD ve AB emperyalistleri ile yeni sömürge ülkelerde özgün gerici çıkarlarını korumak isteyen burjuva parti ve askeri klik temsilcileri arasındaki çıkar çelişkileri bazen şiddet boyutuna varabiliyor. Milliyetçi söylemli bu kesimler, siyasal yönetim ve statükolarını koruma üzerine bir burjuva muhalefet yürütüyorlar. Özellikle emperya-listlerin yeniden yapılandırma ve yeni siyasal düzenleme planları karşısında engel teşkil eden bu yönetimlere karşı, emperyalist güçler savaş, tehdit ve gerici nitelikli kitle hareketlerini kışkırtarak hükümet darbeleri yapmaya dek şiddeti tırmandırabiliyor. Noriega'yı cezalandırmayla başlayan bu tip saldırılar, Taliban'a, Saddam'a , Aristide'ye , Miloseviç'e karşı savaşa dönüşürken, Gürcistan'da, Ukrayna'da gerici kitle eylemleriyle aynı hedefe varılmaya çalışılıyor. Bu yöntemler, İran mollaları, Suriye yönetimi için de sırada bekliyor.

İşçi sınıfı ve halklar, onların devrimci partileri, gerici yozlaşmış burjuva muhalefet ile emperyalist saldırganlık arasındaki bu çatışmalarda taraf olmamalı, aksine bağımsız devrimci çizgisinde ısrar etmeli; özellikle işgal koşullarında emperyalist saldırganlığı asıl hedef almalıdır. Ayrıca, Irak'ta bekleneceği gibi, burjuva milliyetçi Baasçı hareketin bir bölümünün ulusal kurtuluş mücadelesine katılmasına rağmen, olası uzlaşma koşullarında direnişi sona erdirme niteliği taşıdığını bilmelidir.

Irak ve Ortadoğu halklarıyla dayanışmak için daha çok irade, daha çok mücadele

2005 yazında Arap ve Latin Amerika ülkelerinin açıkladıkları Brezilya deklaras-yonu, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin dünya hegemonyası savaşına ve Irak işgaline karşı bir itirazı ifade ediyor.

F. Kastro ve Chavez'in Latin Amerika'da önderlik ettikleri antiemperyalist dalga büyüyor. ABD'nin "arka bahçesi"ndeki etkisi bir çözülme ve zayıflama süreci içindedir.

Rusya, Çin ve bazı Orta Asya ülkelerinin yer aldığı Şangay Örgütü, ABD'nin tek başına Dünya ve Ortadoğu'da kurmaya çalıştığı egemenlik ve stratejik politikalarına karşı bir güç olarak karşı duracaklarının işaretidir.

Özbekistan, ABD'nin ülkelerinde kurdukları askeri üsten çekilmesini istemektedir.

Bu gelişmeler karşısında ABD emperya-lizminin çeşitli stratejik ve taktik hamleleri de devam ediyor. Bu hamleler, Irak ve BOP üzerende diplomatik, siyasi ve askeri alandaki yoğunlaşmasında görülür. Özellikle Türkiye ile giriştiği yeni ilişkilerde bunu görmek mümkündür. Ortadoğu, ABD için birden çok krizin yaşadığı bir alandır. AB-Türkiye ilişkilerindeki seyri gözleyen ABD, istemlerini kabul ettirmenin koşullarını da elde etmiş oluyor. ABD Başkanı Bush'un yeni güvenlik danışmanı Stephen Hadley ilk dış temasını Türkiye'ye yaptı. Türkiye Başbakanı R. Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı H. Özkök'le önemli görüşmeler gerçekleştirdi. Hadley'in gündeminde yer alan terörizme karşı savaş, Irak, Suriye, İran, İsrail-Filistin ve Lübnan kriz konuları, Türkiye'nin de gündeminde yer almaktadır. ABD- Türkiye çelişkisi, petrol ve dağıtım yolları üzerindeki rekabet ve çelişki( Rusya, AB, Çin, İran vb.) ve ABD, Filistin-İsrail ve Kürt sorunu çelişkileri tümü Türkiye üzerinde üst üste biniyor.

ABD Başkanı Bush'un "1 Mart geçti, tarih-çilere bırakalım" yaklaşımı, ABD'nin BOP, stratejik yönelim ve politikalarında duydukları Türkiye ihtiyacına işaret etmektedir.

ABD'de sivil ve askeri emperyalist savaş kurmaylarının "terörizme karşı savaş, Irak ve Afganistan" gündemli bir toplantıdan sonra Türkiye ziyaretleri sıklaştı. CIA Başkanı Porter Goss, "şimdiye dek ABD dışındaki operasyonlar ve istihbarat toplamada, müttefik gizli servislerin ortaklığına güvendik. Bundan böyle kendi elemanlarımızla tek taraflı operasyonlar gerçekleştireceğiz. Çok değişik kisveler altında görev yapacağız. Öyle yerlerde olacağız ki, kimse hayal bile edemeyecek" diyor.

İki ABD generali, Orgeneral James Jones ve John Ağabeyzaid, yakın zamanda Türkiye ziyaretinde "güvenlik sorunları" üzerine görüşmeler yaptılar. İstanbul'da Haziran 2004 yılında yapılan NATO toplantıları sonucunda kurulması kararlaştırılan "Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi"nin (TMMM) resmi açılışına katıldılar. BOP'nin anti-terör merkezi olarak sunulan TMMM, aslında ABD'nin Ortadoğu'da antiemperya-list güçlere yönelik bir eğitim ve askeri merkezi olarak işlev görecektir. Terörizmle mücadele, Uluslararası terörizm, kaçırma, rehin alma, bombalı intihar eylemleriyle mücadele, terörizmin kategorileri, toplumsal olaylara müdahale vb. faaliyetler görev olarak alınıyor.

3 Ekim'de Türkiye-AB görüşmelerinin başlaması kararında ABD'nin doğrudan etkin bir müdahalesi dikkat çekiyor.

Siyasal gelişmelerin yönü, Ortadoğu'da ABD, İsrail ve Türkiye arasındaki "stratejik" ve ABD, İsrail ve Irak Kürt siyasi partileri arasındaki "stratejik ortaklığın" ipuçlarını veriyor. Lübnan ve Suriye'ye yönelik tehditler doğrudan ve bölgenin devletleri üzerinde yürütülüyor.

Ortadoğu ve Irak'ta yenilgi sürecine sürüklenen ABD emperyalizmi, Irak'ta anayasa referandumu sonrasında, yeni askeri ve siyasi hamleleri getirecek manevra ve politikalar hazırlama ve denemeye devam edecektir.

Dünyada antiemperyalist mücadele dinamikleri ve olanakları gelişiyor. Bunları açığa çıkarmak, örgütlü biçimde harekete geçirmek dünyanın bütün savaş karşıtlarının, antiemperyalist , ilerci, devrimci ve komünist partilerinin tarihsel ve siyasal sorumluluğu oluyor. Dolayısıyla antiemperyalist ve işgal karşıtı platform, toplantı ve konferans sonuçlarının artık somut ve eylemli pratikle birleştirilmesi yakıcı görevi daha fazla ertelenemez.

MLKP, dünyada ve çeşitli bölgesel alanlarda antiemperyalist direniş merkezleri ve platformları arasında ortak siyasal bir irade ve eylemi geliştirecek uluslararası bir koordinasyon ya da enternasyonal ilişkinin gerekli-liğine inanmaktadır. Bu anlamda, bölgesel düzeyde geliştirilecek birleşik antiemperya-list bir müdahale ve mücadele, gerek tek tek ülkelerde, gerekse de uluslararası alanda antiemperyalist mücadeleyi de ilerletecektir. Bu aynı zamanda dünya komünist hareketinin enternasyonal birliğine giden yolda, gerçek ilişkiler üzerinde devrimci ve komünist partiler arasında siyasal, ideolojik ve örgütsel bir yakınlaşmanın olanakları ve koşullarını da yaratmış olacaktır.

ABD ve diğer emperyalist güçlerin Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlığı ve işgalinin sonuçları emperya-list metropollere de açık ve çarpıcı haliyle yansıdı. Ve bir kez daha doğrulandı ki, "başka halkı ezen bir halk özgür olamaz." O halde, bugün, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı ile geri ülkelerin işçi sınıfı ve emekçilerinin, ezilen ulus ve halklarının kaderi daha çok ortaklaşmıştır. Dolayısıyla dünya işçi sınıfı, emekçileri ve ezilenlerinin Ortadoğu halklarıyla dayanışması, mücadeleyi ortaklaştırması aynı zamanda kendi özgürlükleri ve gelecekleri için savaşmaları anlamına gelecektir.

Irak ve Ortadoğu halklarıyla dayanışmak için daha çok irade, daha çok mücadele!

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

ANTİEMPERYALİST MÜCADELEDE YANILSAMALAR, ORTADOĞU VE IRAK'TA DİRENİŞ
fc Share on Twitter
 

Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgal, ABD'nin ve diğer uluslararası tekellerin, petrol ve silah tekellerinin çıkarlarından, ABD'nin petrol rezervleri ve taşıma yolları üzerindeki egemenliğinden hareketle dünya egemenliğini kurma hedefinden ayrı ele alınamaz.

Siyasal gericiliğin temel kaynağı emperyalizmdir.

Dünyada emperyalist tekeller ve güçlerin rekabeti ve hegemonya savaşı, her zaman salt iktisadi ve siyasi alanla sınırlı kalmaz. Stratejik hedefler ve güç ilişkilerine göre mi-litarist boyutlara da sıçrar. Genellikle yeni sömürge, geri ve bağımlı ülkelere yönelik gerçekleşen bu saldırganlık ve tehdit, işgal ve savaşlar, emperyalist ve liberal ideologlar tarafından o ülke halklarının "diktatörlüklerden kurtarılması", o ülkelere "demokrasinin yerleştirilmesi" biçiminde yansıtılır. Emper-yalist tehdit, işgal ve savaş koşullarında iradeleri kırılan reformist, revizyonist ve devrimci çizgilerden geriye düşen "sol" güçler de bu propagandaya "statükoların yıkılması" sloganlarıyla yedeklenirler. Hatta, emperyalizmin karakterinin değiştiğini, gericiliğin merkezinin ortaçağ kalıntıları ya da gerici dini ideoloji olduğunu teorileştirenlere bile rastlanır.

Balkanlarda Sırbistan zulmü ve katliam-ları karşısında Kosovalı Arnavutların silahlı gücü UÇK, ABD ve diğer emperyalistlerin dayatmasıyla silahlı güçlerini dağıttı. Ve ardından bağımsızlıkçı antiemperyalist mücadele çizgisinden geriye düştü. Bugün işbirlikçi durumu, ABD'nin gölgesinde "aşamalı iyileşme" veya devletleşmeye götürecek "bazı demokratik hakların kazanılması" biçiminde ifade edilir. Düşündürücü olan, SBKP ve ÇKP modern revizyonizmine karşı ilkeli ve onurlu bir ideolojik ve siyasi mücadele yürüten, bu anlamda, onun iktisadi, siyasi ve askeri sonuçlarına katlanan ve tarihi büyük emperyalist güçlere kafa tutmakla geçen AEP ve Arnavutluklu komünistlerin de UÇK'nın, Kosovalı Arnavutların çıkarları için (nasıl çıkarlarsa!) "ABD ile işbirliğini" savunuyor olmalarına onay vermeleridir. Oysa, çok iyi bilinir ki, yine siyasi, askeri ve iktisadi kuşatma ve zorunluluklarla ülke kapılarının "yabancı sermaye"ye açılmasının sosyalist Arnavutluk'u hangi ağır sonuçlara, yıkım ve tahribatlara ittiğini en başta kendileri ve dünya komünistleri biliyor.

Bosna-Hersek'in "solcuları", ülkelerinde emperyalist işgalcilerin varlığını savunur ve meşru görürler. Ulusal ve etnik çatışmaların son bulması koşullarında ancak işgalcilere ihtiyaç duyulmayacağını belirtirler. Böylece faşizm ve ırkçılığın üretici kaynağı emperya-lizmin niteliği ve gerici bölgesel güçlerin etnik çatışma ve boğazlaşmalarla gizlenemez bağı görülmek istenmez. Bu savrulma, uzlaşma ve sınıf işbirliği teorileri: birincisi, devrimci ve ilerici partilerin tarihsel ve güncel olarak taşıdıkları ulusalcı ve milliyetçi etkilenmeleri gösterir. Ki, Balkanlarda bu türden çok çarpıcı sapmalara rastlanır. İkincisi, ulusal ve etnik boğazlaşmalar ve düşmanlıkları ortadan kaldıracak halkların özgücü, eylemi ve mücadelesine güvenmek yerine "dış " güçlerin himayesi ve müdahalesini çözüm görme sonucuna götürür.

Tabii ki, tam da burada, emperyalist haydutların kuşatması ve eşitsiz güç ilişkileri koşullarında büyük bir irade ve kahramanlıkla süren Irak direnişi ve bunun bölgesel, uluslararası sonuçları ve yansımalarının halkları motive edici ve harekete geçirici özelliğine ısrarla işaret etmeliyiz. Hatta, öyle ki, 1956'dan sonra revizyonist "barış teorilerine" gerekçe yapılan abartılı "savaş tehlikesi" çözümlemelerinin komünist hareketi içe döndüren ve devrimler iddiasında geriye düşüren değerlendirmeleri yönüyle de ders-ler çıkarılmalıdır.

Avrupa'nın bazı devrimci ve ilerici partileri ise, Irak'ta emperyalist saldırganlık ve işgale karşı güncel siyasal görevlerini somut politika ve eylemler üzerinde yürütecekleri yerde, "ülkede sınıf mücadelesini geliştir-mek" genellemesiyle yetiniyorlar ve böylece siyasal kendiliğindencilik ve kaydediciliği en kaba ve çarpıcı biçimde yaşıyorlar.

ABD ve İngiliz emperyalistlerinin Irak işgali, Suriye ve İran tehditleri ve BOP'lu saldırganlığı, "gerici Arap rejimlerine, bölgede statükonun kırılmasına yönelik bir müdahale" olarak değerlendirilir. Bunun başını emperyalist ülkelerde sistemin yedeği reformist ve liberal partiler, NGO'lar, burjuva ve küçük burjuva ideologlar; savaşın alıklaştırıcı ve korkutucu sonuçlarına çarpılan işgal ve tehdit altındaki ülkelerin sözde solcu partileri ve aydınları çekmektedir. Irak'ta işgal sonucu Saddam diktatörlüğünün yıkılmasını kırmızı bayraklarla sokaklara çıkarak kutlayan IKP'nin işgale desteği ve siyasal temsiliyetten öte Şiilerin temsilcisi olarak ABD tarafından oluşturulan kukla konseyde yer alması, işbirliğinin uç noktalara vardırılan utanç verici düzeyidir. Komünistlik ve ilkeler adına, işgalci hayduda karşı savaşacağına ve halkı direnmeye çağıracağına, gerici islami ideolojiyi baş düşman göstererek politik atalet ve işgali onaylamakla oyalanan coğrafyanın sözde "proletarya öncüleri" şüphesiz ki, tarih önünde büyük vebal altına girmişlerdir.

Geleneksel işbirlikçi Kürt örgütleri KDP ve KYB güçleri, emperyalist işgalin en başta gelen siyasal ve toplumsal dayanakları oldular. ABD'nin stratejik ve taktik askeri-siyasi güçleri olarak diplomatik ve bölgesel alanda görevlerini başarıyla yaptılar. ABD, şimdi Güney Kürdistan'da (Irak Kürdistanı) büyük bir askeri üs kurmaya girişmiştir. Çünkü, en sadık ve güvenilir bölge olarak Güney Kürdistan'ı görmüştür. Gelişmeler, Kürt halkı ile işgal karşıtı Arap halklarının etnik bir düşmanlık ve çatışma sürecine girdiği yönündedir.

Uzun yıllar emperyalist Yeni Dünya Düzeni'ne karşı duran PKK ise, ABD'nin müdahalesini, bölgede "statükoların yıkılması", "demokratik sömürgecilik" olarak değerlendirdi. Ve işgal karşısında "tarafsız" bir tutum takınarak, savaş ve işgal karşıtı gösteri ve mücadelelere katılmaktan özenle kaçındı. Hatta, Kürt yurtsever hareketin gazetelerinde bazı köşe yazarları, hızlarını tutamayarak emperyalizmin gerici karakterini gizleyecek biçimde ona yeniden ilerici bir rol biçmekten geri durmadılar.

Yeni küçük burjuva teorisyenler, özetle şunları söylediler: "Feodalizme karşı yükselen kapitalizmin ilerici, devrimci rolü, Ekim Devrimi ve sosyalist blokun ortaya çıkışı ile kesintiye uğradı; kapitalist emperyalizm, soğuk savaşın son bulmasıyla yarım kalan bu tarihsel rolünü yeniden oynamaya başladı." Böylece, toplumsal gericiliğe tekabül eden dini ve yine emperyalizmle işbirliği yapan ve gerileyen feodal gericiliği, dünyada gerici-liğin başlıca kaynağı yaptılar. Ve onlar bütün siyasal gelişmeler ve olgularla, emperyalist savaş ve sömürgeciliğin kapitalist barbarlık ve vahşetini, üretici güçlerin tahribatı ve yıkımını getiren emperyalist küreselleşmenin, hala "ilericiliğini" utanmadan savu-nabiliyorlar.

Oysa, Lenin, emperyalist kapitalizmin çürümüşlüğünü ve siyasal gericiliğini, emperyalist savaş, sömürgecilik ve işgallerin iktisadi ve siyasi temellerini yüz yıl önce ortaya koymuştu:

"Feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. Eskiden ilerici bir niteliği olan kapitalizm, gerici oldu; üretici güçleri o derece geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme ya da sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesiyle, kapitalizmin yapay olarak korunması için 'büyük' devletler arasındaki silahlı savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüzyüze geldiler." (Sosyalizm ve Savaş, Türkçe, s., 14) Lenin'in teorik öngörüsü, emperyalist dünya savaşları, emperyalist hegemonya ve rekabet dalaşlarında defalarca kanıtlandı. Bazı ülkeler sosyalizme yöneldi, ulusal kurtuluş savaşlarıyla bir dönem bağımsız ülkeler durumuna eriştiler. Ama sosyalizmin yenilgisi ve bağımız ulusal devletlerin emperyalizme çeşitli bağımlılık ilişkileri geliştirmesi, ne yazık ki, yeni "acı çekmeleri" gündeme getirdi. Ve bugün, emperyalist sermaye, emperyalist küreselleşme saldırısıyla kendisini en yüksek karla değerlendirmek ve yeryüzünün temel kaynaklarını denetim altına almak için önündeki her türlü iktisadi, siyasi ve askeri engeli ortadan kaldırmak istiyor.

Emperyalist saldırganlık ve işgal, kapita-lizmin iktisadi yasalarının ürünüdür

Ortadoğu'da emperyalist saldırganlık, işgal ve savaş, Bush ve Blair haydutlarının özel politikası, isteği ve yönelimi değil, emperyalist kapitalizmin iktisadi yasaları ve sermaye hareketinin ihtiyaç duyduğu siyasal ve askeri politikaların uygulanmasıdır.

Kapitalizmin azami kar yasası, kapitalist emperyalizmin son çeyrek yüzyıldaki yapısal krizi koşullarıyla birleşerek çokuluslu tekeller açısından, üretim ve sermayenin uluslararası örgütlenmesini kaçınılmaz kıldı. Böylece emperyalist devletler, kendi tekelci çıkarlarını korumanın yanında, yeni egemenlik alanları elde etmek için dünya emperyalist politikasını ve askeri stratejilerini şekillendirmeye yöneldiler.

Stalin yoldaşın belirttiği gibi, "Tekelci ka-pitalizmi, sömürgeleri ve diğer geri kalmış ülkeleri boyunduruk altına almaya ve sistemli bir biçimde soymaya, bir çok bağımsız ülkeyi bağımlı duruma sokmaya, bugünkü kapitalizmin büyük işadamlarının karların azamisini elde etmelerine olanak sağlayan en "elverişli iş olan" savaşları düzenlemeye, en sonu, dünya ekonomik egemenliğini ele geçirmek için çabalar harcamaya, bu gibi sonu ne olacağı bilinmeyen işlere girişmeye iten, işte bu azami karı sağlama zorunluluğudur." (Stalin; Son Yazılar, s., 97)

Bugün Ortadoğu, Irak, Afganistan, Hazar havzası ve Balkanlarda tamı tamına gerçekleşen de budur. Marks'ın dediği gibi, azami kar için kapitalizmin işlemeyeceği cinayet yoktur.

Emperyalizm, ekonomik egemenlik için politik ve askeri egemenliği elverişli bir araç olarak kullanır ve kaçınılmaz kılar. Sermaye ve üretimin örgütlenmesinin uluslararasılaştığı bugünkü koşullarda, emperyalist devletler, emperyalist ordu ve donanma, yalnızca kendi ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde mali oligarşi egemenliğinin baskı ve yönetme araçları olarak kalmazlar. Aynı zamanda dünya emekçi halkları üzerinde politik boyunduruğu geliştirmenin, çokuluslu tekel gruplarının dünya kapitalist ekonomisi üzerindeki egemenliğini korumanın ve yeni egemenlik alanları için rekabetin aracı rolünü oynarlar.

Mali-ekonomik egemenliği koruma ve işlevli kılmanın bugünkü biçimi; sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi nedeniyle daha sıkı ve güçlü politik-askeri egemenliği geliştirme yönündedir. Tüm liberal yalan balonlarının aksine, emperyalist devletler, tekelci kapitalist ekonomi politikaların uygulanması için dünya çapında etkin egemenlik ve saldırı ihtiyacı yönünde stratejiler ve örgütlenmeler geliştiriyorlar.

Uluslararası örgütlenmiş sermayenin, kar transferi, mali ağda serbestçe dolaşım, borçların ödenmesi önündeki engellerin kaldırılması ve "yapısal uyum"un gerçekleştirilmesi için emperyalist devletlerin etkin rol oynaması da buradan gelmektedir.

Elbette, emperyalist haydutlar, değişik bahaneler ve ideolojik motiflerle başta kendi halkları olmak üzere dünyada siyasal ve toplumsal destek sağlamaya çalışırlar. ABD'nin emperyalistler adına kendi dünya hakimiyetinin de ifadesi olan Yeni Dünya Düzeni kapsamında NATO için geçen on yılda kurguladığı askeri saldırı ve savaş konseptinde ifade ettiği bazı motifler, iç çatışmaya müdahale-barış sağlamak, ekonomik felaketler, gibi masumane bahanelerdir. ABD ve diğer emperyalistlerin bu dönemde savaş ve askeri işgal gerekçelerini bu "masumane" nedenlere dayandırdığına bütün dünya tanık oldu.

Dünya devriminin geçici gerilemesi koşullarında, emperyalist saldırıların yoğunlaşması konjonktürel bir etken olsa da, esasen, emperyalist küreselleşme döneminde yeni sömürgecilik yalnızca ağırlaşmakla kalmadı, mali ve tekelci ekonomik köleleştirme temelinde yükselen klasik sömürgeci yöntemlerin de devreye sokulduğu bir gerçektir. Bu dönemde, ABD'nin askeri yatırım ve üslerinin dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunu kapsar hale gelmesi, askeri varlığı ve yayılmacılığının ne derece ağırlaştığının bir ifadesidir. Paralel bir gelişme de, AB'nin siyasi ve askeri birliği gerçekleştikten sonra, Fransız ya da Alman emperyalizminin askeri yatırım ve hegemonyasında yansıyacaktır.

Bu gelişme, nükleer ve gelişmiş konvansiyonel silah teknolojisi tekelinin, emperyalist dünyada askeri güç farkı makasını açmasına da dayanıyor. II. emperyalist savaş sonrası ABD'nin savaş makinesi NATO'ya sığınan küçük emperyalist ve yeni sömürge ülkeler, bugün, farklı olarak emperyalist güç odaklarına sığınmayı, onlara askeri üsler sağlamayı zorunlu hissediyor. Dünya ülkeleri, hegemonyacı emperyalist güç odaklarının askeri üslerine dönüşüyor. Kuşkusuz ki, bu güç gösterisi, emperyalist politikacıların keyfi ve özel politikaları değil, emperyalist tekel gruplarının mali ve ekonomik köleciliğinin halklara karşı zor yoluyla sürdürülmesi, dünya hakimiyeti için militarizmin tırmandırılmasıdır.

Bölgesel emperyalist birliklerle, yeni sömürgelerde emperyalist mali oligarşilerin bütünleşmesi temeli üzerinde köleci siyasi boyunduruk kurulmaktadır (ABD-Meksika ilişkisi). Bunun en ileri örneği AB'dir. AB, politik birliğini sağlarsa, hükümetler arası diyalogu aşar -ki amacıdır- anayasasına her hükümetin uyması zorunluluğu gerçekleşirse, gerçekte diğer ülkeleri de yöneten AB'nin egemen emperyalist devletleri Alman ve Fransız burjuvazileri olacaktır. Böylece ekonomik güç ilişkisine göre politik bakımdan da köleleştirme, en gelişkin halini AB'de bulacaktır ve bu yeni tipte bir yeni sömürgeciliğin örneği olacaktır.

'90'lı yıllarda, NATO'ya ayaklanmadan barışa, ekonomik krizden doğa felaketlerine değin herhangi bir bahaneyle dünyanın her tarafında askeri saldırı görevi veren doktrin, birleşik emperyalist savaş işlevinin gelişti-rilmesinin bir örneğidir. Ve yukarıdaki ekonomik temel üzerinde yükselir. Bu durum, Sovyetler Birliği'nin çöküşü gibi konjonktürel nedenin ötesinde bir temele sahiptir. Dünya egemenliği rekabetinde, ABD'nin askeri üslerini dünya çapında yayması ve "önleyici savaş" doktrinini geliştirmesi; Fransız-Alman emperyalistlerinin AB'yi ekonomik entegrasyonun yanında politik ve diplomatik bütünleşme boyutuyla da geliştirmek istemeleri, bunun kaçınılmaz sonucu olarak AB ordusunu kurmaya gi-rişmeleri bunu yeterince açıklamaktadır.

Emperyalist küreselleşme döneminde, bu ekonomik mali temel üzerinde yükselen uluslararası politik örgütlenme; emperyalist devletlerin, üstten alta doğru politik egemenlik hiyerarşisi içinde ulus devletler ilişkilerini örgütleme; başlıca bir eğilim olarak bölgesel emperyalist ekonomik birlikleri örgütleme ve bunun emperyalist bölgesel politik birlikleri koşullaması; askeri üsleri yayma, saldırı savaş doktrinlerini geliştirme, himayeci sömürgeciliği yeniden gündeme getirme, stratejik ekonomik önemdeki bölgeleri işgal etme ve dünya çapında askeri savaş güçlerini yükseltme biçimlerinde gelişiyor.

Demek ki, mali sermayenin, sömürgecilik olmadan da kapitalist sömürüyü gerçekleştirme özelliği ile azami artı değeri güvencelemek ve rakiplerine karşı üstünlük elde etmek için sömürgeciliği kaçınılmaz kılan özelliğini birleştiren karakteristiği, bugün uluslararasılaşmış sermaye ve üretim koşullarında daha üst boyutta sürmektedir.

Emperyalist küreselleşme koşullarında, emperyalist burjuvazi ile yeni sömürge halkları arasındaki çelişki de keskinleşmektedir. Ucuz işgücü sömürüsü, dış borçların tırmanması, tekelci sermayeye özelleştirmeler yoluyla karlı yatırım alanlarının sunulması, meta değişiminde fiyat makasının sürekli açılması, toplumsal faydalı işlerin metaya dönüştürülmesi, mali sermaye ağları yoluyla artı değer aktarılması, vs. yollarla yapılan artık transferleri, bu ülkelerde toplumsal sefalet ve yıkımlara yol açmakta, halkları ekonomik köleleştirmeye itmektedir. Bu temel üzerinde siyasi ve askeri bağımlılık köleleştirici boyutlara varmaktadır. Buna ABD'nin ve AB'li emperyalistlerin yeniden hortlattıkları himayeci sömürgecilik ve askeri işgalleri eklemek gerekir. Bu, ya petrol gibi stratejik önem taşıyan hammadde alanları (Irak) ya bölgesel politik egemenlik için jeostratejik önemi olan ülkeleri (Afganistan) ve hegemonya boşluğundaki alanları (Bosna, Kosova) veya hiçbir neden göstermeden arka bahçesindeki küçük ülkeleri ya da iç kargaşa bahanesiyle hakimiyet pekiştirmek istediği ülkeleri (Haiti, Fildişi Sahili) vb. kapsıyor. Ayrıca dünya emperyalist sisteminin hakim gücü ABD'nin Kuzey Kore ve Küba'ya saldırı planlarında görüldüğü gibi, politik hakimiyeti dışındaki ülkelere savaş biçimini de alabiliyor.

O halde, Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgal, ABD'nin ve diğer uluslararası tekellerin, petrol ve silah tekellerinin çıkarlarından, ABD'nin petrol rezervleri ve taşıma yolları üzerindeki egemenliğinden hareketle dünya egemenliğini kurma hedefinden ayrı ele alınamaz.

Emperyalist ekonominin özü, tröstler, tekeller, birlikler ve dev bankaların "mutlak kudreti", "hammadde kaynaklarının kapatılması", muhtemel rakiplerin etkisiz kılınması, sermayenin kanlı birikimi, yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Bu tekelci kapitalizmin üstyapısı, siyasal gericiliğe tekabül eder. R. Hilferding, "mali sermaye, özgürlük değil, egemenlik için çabalar" diyordu. Emperyalist kapitalizmin nesnel iktisadi yasalarının hareketi, kaçınılmaz olarak militarizm, silahlanma, gericilik, himayeci sömürgecilik, işgal ve savaşlara götürür. Emperyalizm siyasal bağımsızlığı yıkmak ister. Çünkü, sömürge ve bağımlılık koşullarında, "siyasi ilhak ekonomik ilhakı kolaylaştırır, daha u-cuzlatır". Emperyalizm, genel olarak demokrasinin inkarıdır. Hatta, öyle ki, 11 Eylül'den sonra, Ortadoğu ve Irak işgali ile birlikte burjuva demokrasisinin biçimselliğine de ihtiyaç duymadan bütün sahteliği ve ikiyüzlülüğüyle açığa çıkmaya başlamıştır.

Emperyalist ülkelerde neoliberal saldırı politikalarının uygulamalarına karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların öfkesi ve eylemini etkisiz kılmak, zayıflatmak için iç gericiliği örgütleme biçiminde yeni yasal ve kurumsal yapılanmalara gidildi. Göçmenler, işsizlik, iktisadi kriz, kriminal olaylar, kültür çatışması ve hatta çevre kirliliğinin nedeni görüldüler. Gerek göçmenlik, gerekse de , "global terörizme karşı mücadele" adına yeni gerici-faşist yasalar çıkarıldı. Yerel ve uluslararası kurumsallaşmalara gidildi.

Görüldüğü gibi, içte, burjuva demokrasisinin biçimselliğine bile ihtiyaç duymayan emperyalist güçler, işgal ettikleri ülkelere hangi demokrasiyi ve barışı götüreceklerdir.

Burjuva demokrasisinin biçimsel uygulanması, ancak sosyal haklar ve bazı iktisadi kırıntıların aşağıdaki sınıf ve katmanlara ve-rilmesiyle birlikte mümkündür. Son yıllarda neoliberal saldırılarla sosyal ve iktisadi hak gasplarının büyük toplumsal yıkım, işsizlik ve yoksulluk getirdiği verilerle, tartışmalara meydan vermeyecek kadar açıktır.

ABD emperyalizmi başta gelmek üzere, emperyalist dünyanın insan hakları ihlalleri ise, gizlenemeyen resimlerle insanlığı utanç duyduracak hale getirdi. Guantanamo, Ebu Garip işkence görüntülerini, Almanya'nın kendi askerlerine işkence yöntemleri üzerine işkenceli eğitim yaptırmasını bütün dünya gördü, nefretle öğrendi. ABD, bütün uluslararası örgüt, anlaşma ve sözleşmelere uymadığını defalarca kanıtladı.

Emperyalizm ve dünya gericiliği, "antiterör yasaları"yla bütün dünyada işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, onların iktisadi ve siyasal örgütlerine, eylem ve mücadelelerine yönelik topyekün bir saldırı içindedir. Bu saldırılara bir yasallık ve meşruiyet vermek peşindedir.

Irak'ta İslami motifli antiemperyalist direniş cephesi

Dünyada antiemperyalist mücadele konusunda yaşanan siyasi ve ideolojik yanılsamaların başı, islami motifli direniş ve eylemlerin antiemperyalist mücadele kapsamı dışında görülmesidir. Bazı radikal islamcı örgütlerin sivil hedeflere yönelik tepki toplayan eylemleriyle halkların direnişini özdeşleştirmek, emperyalist savaşa karşı mücadelede NATO'yu hedeflemekten kaçınmak, Irak halkına destek ve dayanışmayı "kendi ülkesinde devrimci mücadeleyi geliştirmek" gibi genel, teorik belirlemelerle geçiştirmek önemli bilinç bulanıklığı ve eylem çarpıklığı örnekleridir.

Etkin ve caydırıcı bir antiemperyalist mücadele çizgisi, bu anlayışlara karşı siyasi ve ideolojik bir mücadeleyi kaçınılmaz kılı-yor. Ve şüphesiz ki, bunun başarısı da en başta siyasal dayanışma ve pratiği örgütlemekten geçer.

ABD-İngiliz işgalcilerine karşı Irak halkının verdiği mücadele, gösterdiği direniş, saldırganlara karşı kendi ülkelerini, tarihlerini, kültürlerini ve petrol kaynaklarını savunma amaçlıdır. Bu, ulusal bir ayağa kalkış, onurlu ve haklı bir mücadeledir. Emperyalistlerin ulusal ve etnik çatışmaları kışkırtmalarına karşı ulusal cephe gibi direnen güçler, sayısız provokasyonlar ve kirli yöntemlere rağmen (sivil kıyafetlere bürünmüş İngiliz askerlerinin provakatif eylemleri gibi) özellikle iç çatışmalardan kaçınmışlardır. Direniş, sadece ulusal düzeyde değil, dünyada ABD'nin emperyalist ve stratejik projeleri ve politikalarını engellemiş ve iradesini kırmış, dünya halklarına büyük moral ve güven kaynağı olmuş, bu yönüyle de meşru, ilerici ve haklı bir savaştır.

Irak'taki direniş, sadece antiişgalci ya da anti-ABD'ci değil, aynı zamanda antiemperyalisttir. Çünkü, bugün, emperyalist saldırganlık, militarizm, barbarlık ve sömürgecilik, ABD'de somutlanmış ya da cisimleşmiştir. ABD saldırganlığı, en başta ABD damgasını taşıyan uluslararası petrol ve silah tekellerinin çıkarları için Irak'ta ve bu anlamda "ulusal"dır, ama emperyalist küreselleşme ve sermaye hareketinin ihtiyaçları için de Ortadoğu ve Irak'ta ve bu anlamda "uluslararası"dır. ABD'nin Irak'ta kovulması ve tartışmasız bir yenilgi alması, çok açık ki, bütün emperyalist sistemin halkların mücadelesi karşısında aldığı ağır bir yenilgi olacaktır. Emperyalist ülkelerin, uluslararası ve bölgesel emperyalist kuruluşların işgalcileri örtük ve dolaylı biçimde desteklemeleri ancak bununla açıklanabilir.

Bu direnişi, antiemperyalist değerlendirmemek, aynı zamanda halkların antiemperyalist mücadele cephesini daraltmak, siyasal koşullar ve güç ilişkilerine bağlı olarak bu mücadelenin alacağı biçimleri, uzlaşma ve işbirliğine eğilimli zayıflıklarını görememek anlamına gelir. Irak direnişi cephesinde tutarsız, sallantılı ve uzlaşmaya eğilimli güçlerin bulunması, o direnişin tarihsel anlamı ve önemini düşüremez.

O nedenle Irak direnişi, sadece her sosya-listin değil, her demokratın, "ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin, ezen, köleci, soyguncu 'büyük' devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşıla"ması, tarihsel ve siyasal bir sorumluluğu oluyor; özgürleşmesinin bir koşulu oluyor.

Irak ve Filistin direnişi, dünyada ABD'nin tek, mutlak ve yenilmez bir güç, bir irade olmadığını gösterdikçe; ABD'nin emperyalist savaş iradesi, Ortadoğu halklarının yenilmez iradesi, büyüyen gücü ve yaptırımcı eylemi karşısında gittikçe çözümsüzlüğe ve yenilgi sürecine yuvarlandı. Yeni Vietnamlar sendromu yoluna girdi. Bunun üzerine, yeni emperyalist hamlelerin yanında, işgal karşıtı direnişi dünya halklarının gözünde düşürmek için yoğun ideolojik ve siyasi çarpıtmalara, emperyalist ikiyüzlülük ve demagojilere başvurmaya devam ediyor.

Sorular çoğaldı

Emperyalist işgale karşı bütün dünyanın soruları giderek çoğalıyor:

ABD neden Iraklıların petrolünü, tarihini, kültürünü yağmalıyor? İşgal ve savaşı dayandırdığı gerekçeler asılsız çıktığına göre neden hala Irak'ta?

Dünyada her yıl bir trilyon dolar silah ve askeri yatırımın 500 milyarı ABD'ye aittir. Bu olağanüstü silahlanma neden? ABD'nin 135 ülkede askeri güç veya askeri üs bulundurması neden?

Misket bombalarıyla Irak'ta binlerce çocuğun öldürülmesi, hastanelerin havaya uçurulması, Ebu Garip ve Guantanamo'daki işkence ve tecavüz olayları insanlıkla, insan haklarıyla nasıl bağdaşır?

ABD, kendisinin de imza attığı uluslararası sözleşme, hukuk ve anlaşmalara neden uymuyor?

Yanıtsız sorular çoğaldıkça, ABD ve işbirlikçilerine karşı itiraz, tepki ve mücadele cephesi de büyüyor.

Bu durum karşısında, ABD emperyalistleri, Irak işgaline bölgenin işbirlikçi devletlerini; BM, NATO, AB, G-8 gibi emperyalist kuruluşları ortak etmeye çalıştı, başaramadı. Kurduğu mandacı hükümetle Irak üzerinde hükmetme yetkisi ve gücünü oluşturamadı. Irak'ta işgale gerekçe yaptığı kimyasal silah varlığı ve El Kaide bağlantısını kanıtlayamadı. Yaptırdığı göstermelik seçimler başarısızlıkla sonuçlandı. Irak'ın işgali ve savaşa karşı başta ABD halkı olmak üzere bütün dünyada tepkiler büyüdü. Bu bataklık ve kriz unsurlarını ortadan kaldıramayan Amerikan "imparatorluğu", bugün krizin yeni biçimler kazanarak daha da kapsamlaşmasını da engelleyemiyor. Bunlardan bir yenisi ise, anayasa krizidir.

Bu gelişmeler karşısında işgalci güçler, İstanbul, Madrid ve en son Londra'da sivil insanların öldüğü bombalama eylemleri bahane ederek Müslüman halklara karşı tepki ve çatışmayı kışkırtıyor; işgal karşıtı direnişi gözden düşürme ve etkisizleştir-meye, uluslararası desteğini zayıflatmaya çalışıyor.

Emperyalizmin siyasi, ideolojik ve psikolojik propaganda ve yanılsama yaratma üretim merkezleri, Irak'taki her eylemi ve direnişi El Kaide ile bağlantılı kılmak, fidyeciler ya da kimin yaptığı açığa çıkmayan kafa uçurma ve infaz eylemleriyle özdeşleştirmek suretiyle bu haklı direnişin etkisini ve meşruiyetini düşürmek istedikleri yüzlerce olayla açığa çıkmıştır. Böylece, onlar, işgalin ilk aylarındaki propaganda etkileri azalınca başka demagojilere başvurmaya yöneldiler.

Madrid ve Londra bombalamaları

Madrid ve Londra'da gerçekleşen bombalamalar, sivil masum insanların ölümüne yol açtı. Şüphesiz ki, hedef olarak otobüs, tren ve metroların seçilmesi, haklı savaşların kuralları, mantığı ve yöntemleriyle bağdaşmadığı gibi, ezilenlerin haklılığını gölgeler, dolaylı destek güçlerini sınırlandırır. İşgalcilere demagoji malzemesi sunar. Bu tür eylemler devrimci değerlere ve eylem anlayışına terstir. Onaylanamaz.

Burada radikal islami örgütlerin gerçekleştirdikleri bombalama eylemleri arasındaki farklılıklara da işaret etmek gerekir. 11 Eylül İkiz kuleler ve Pentagon saldırıları emperya-list tekelleri ve askeri merkezleri; İstanbul eylemleri İngiliz sermayesi ve elçiliğini he-defler. Şüphesiz ki, oralarda sivil ve masum insanların yaşamını yetirmesi üzücüdür. Ama aynı zamanda bu durum, savaş yasaları ve kurallarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Madrid ve Londra bombalamaları ise esasen farklıdır, eylem, sivil alanları hedeflemiş, ve ölümlere yol açmıştır. Dolayısıyla sadece devrimcilerin değil, halkların ve ezilenlerin şiddet anlayışı, değerleri ve yöntemiyle de bağdaşamaz. Aynı zamanda destekçi dolaylı yedek güçleri ikircikli kılar, uzaklaştırır.

Aynı dönemde, çok daha dikkat çekici olan , aynı emperyalist merkezlerde, her gün onlarca çocuk, kadın ve yaşlı insanın öldürüldüğü Irak için kayda değer bir gündem ve tepkinin ortaya konulmamasıdır. Oysa, biraz insani düşünen herkes bilir ki, bir Londralının, bir Amerikalının, bir Fransızın hayatı, bir Bağdatlının, bir Filistinlinin, bir Kürdün, bir Arabın hayatından daha değerli değildir. Dünyayı ezilen ve sömürülen milyarlara dar edenler, çekilemez kılanlar; doğa ve üretici güçlerin yıkımı ve tahribatına yol açanlar, çok açık ki, kendileri de rahat ve huzur içinde olamayacaklardır. Emperyalist kapitalizm, ürettiği sömürgeci köleliğin, varoşların, göçmen gettolarının, lanetlilerin, baldırı çıplakların öfkesini, korkusunu duyacaktır. Anadolu halklarının meşhur bir sözü vardır:"Biri yer, biri bakarsa kıyamet orada kopar!"

Ortadoğu, Filistin ve Irak'ta eşitsiz güç ilişkileri ve işgal koşullarında emperyalist saldırganlık ve savaş karşıtı şiddet, meşru, haklı ve kaçınılmazdır. Ezilenlerin bu şiddeti, hem işgalcilerin savaş makinesi ve militarizmi yanında çok sınırlı hem saldırganlığa ve tecavüze uğrayanların elinde meşru bir savunma aracı hem de şiddetin dışında başka hiç bir yol bırakılmadığı için kaçınılmaz bir hak oluyor. Bu şiddete neden olanlar, savaşın yıkım, tahribat ve acılarını kendi ülkelerinin dışında tutmak isteyenler, işgalci ve sömürgeci güçlerdir. Doğal ki, ezilenlerin şiddetinin hedefi olacak; savaşın sonuçlarını kendi ülkelerinde de yaşayacaklardır.

Irak savaşında 100 bini aşkın Iraklının öldürülmesi, yüzbinlerce Iraklıya işkence yapılması ve tutuklanması, tecavüz olayları, hastanelerin bombalanması, müzelerin yağmalanması, ABD'nin savaş suçları, soykırımcı baskı ve zulmünün uluslararası sözleşme ve hukuka göre soruşturma konusu bile yapılmaması, Iraklıların aşağılanması çok doğal ki, içinde kuralsız ve yanlış hedefli eylemler de bulunsa ezilenlerin şiddetini emperyalist metropollerin merkezlerine taşıdı.

Emperyalist haydutların saldırganlıkları ve işgali meşru görülür; uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış kimyasal silahlar, misket bombaları, seyreltilmiş uranyumlu mermiler kullanılırsa; buna karşı ezilen ulus ve halkların kendi ülkelerini savunmaları, işgale karşı direnmeleri onurlu, haklı ve kaçınılmaz bir mücadeledir. Bazı radikal islamcı örgütlerin kuralsız ve yanlış eylemlerinden hare-ketle, Ortadoğu halklarının suçlu olarak ilan edilmesi bu gerçeği hiçbir zaman karartamaz.

Emperyalist propaganda merkezleri, işgal karşıtı direnişi "global terörizm"; tekellerin ekonomik ve siyasi çıkarları temelindeki mi-litarist yığınak ve saldırganlığı "medeniyet-ler çatışması", yağma ve vahşeti "demokrasi" biçiminde göstermekle ne yazık ki, büyük bir yanılsama yaratmaya devam ediyorlar.

Emperyalist ideologlardan P. Huntington, "soğuk savaş" sonrasında dünyayı Batı, Hint, Çin, İslam, Slav vb. medeniyetlere ayırır. Ve her medeniyetin diğerleriyle birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiğini; buna uymayanlara karşı, en "medeni Batı" tarafından şiddetin uygulanmasının anlaşılır bir şey olacağını ekler.

Londra bombalamaları sürecinde T. Blair, "şeytan ideolojisi" diyerek, bu şiddetin esasen "cihat"tan kaynaklandığını açıklar. Oysa emperyalist kapitalist dünyanın ürettiği gerçek sorunların buna kaynaklık ettiğini ta-rihsel olgular da, Irak gerçeği de gösteriyor.

Emperyalist haydutlar, dün de savaş ve sömürgeleştirme işgallerini, geri toplumlara "uygarlık götürme" adına gerçekleştirdiler. Ve halklar, defalarca bu uygarlığın emperya-list barbarlık, vahşet ve sömürgeleştirme saldırıları anlamına geldiğini tecrübe ettiler, yaşadılar. Bugün de, emperyalist sermaye ve medyanın çarpıtıcı propagandasına rağmen Amerika'da savaş karşıtlığı %60'lara varıyor, İngiltere halkının %85'i patlayan bombalarla Irak işgali arasında bir bağlantı olduğuna inanıyor. Türkiye'de halkların %80'i işgal karşısında yer alıyor.

Peki Irak'ta olanlar nedir?

1991-2003 arasında ABD ve ambargoya karşı duran Saddam diktatörü yönetimindeki eski Irak'tı. Ancak emperyalist işgal sonucu Saddam rejiminin yıkılması ve onun kurduğu sistemin dağılışından sonra direnen ise yeni Irak oldu. Dolayısıyla BAAS rejiminin direnişe katılan çeşitli grup ve unsurları, artık kurulu egemen rejimin uzantıları ve elamanları değil, yeni Irak'ın doğması için ulusal direniş cephesi içinde direnen güçlerdir. İşgalci güçler de, direniş cephesi bileşenlerini BAAS partili militanlar, İslami direnişçiler, yabancı savaşçılar ve sosyalistler olarak vermektedir. Irak'ta bir avuç işbirlikçi azınlık ve işbirlikçi geleneksel Kürt örgütlerinin dışında çeşitli ideoloji, mezhep veya dine mensup her Iraklı bu onurlu ve meşru kavgada yerini almıştır. İşgalci güçlerin verilerine göre, 24 bin direnişçi yaşamını kaybetmiştir. Bu ka-yıplara rağmen Irak direnişinin büyüyerek devam ettiğini düşünürsek, onların Irak'ta direnen güçlere ilişkin verdikleri rakamların ne kadar küçük kaldığı anlaşılır.

Buna rağmen Irak'la ilgili verdikleri rakamlar, direnişin boyutları ve bileşimi bakımında bazı bilgilere ulaşmayı sağlıyor. CIA'nın analizinde ortalama 40 bin kişilik bir çekirdeğin olduğu, bunların eylemleri ve direnişi organize ettikleri; direnişin asker sayısının ise 200 -250 bin arasında seyrettiği belirtilir. Yine Pentagon kaynakları, işgalcilere karşı günde 60 saldırının gerçekleştiğine işaret eder. ABD'de araştırma kurumu Uluslararası Politikalar Enstitüsü verilerinde ise, savaş sürecinde ABD'nin aylık ortalama yaralı ve ölü sayısı veriliyor: 20 Mart 2003-1 Mayıs 2003 arası 482 kişi, 1 Mayıs 2003-28 Haziran 2004 arası 415 kişi, 28 Haziran 2004'ten beri ortalama 747 kişi. Resmi verilere göre ABD, Bush'un Mayıs 2003'te bittiğini ilan ettiği savaşta 2000 askerini kaybetti ve yaralı asker sayısı da 15 bin. Bu askeri ka-yıplar küçümsenemez. ABD'nin askeri ka-yıpların yerini doldurmak için 15 bin asker aradığı ve asker bulmakta zorlandığı, Irak ve Afganistan'daki ABD askerleri saflarında moral bozukluğu içinde firar, intihar, uyuşturucu kullanımının artması, psikolojik travmaların yaşanması bunu fazlasıyla gösteri-yor.

Ortadoğu ve Irak halklarının direnişi ABD'nin stratejik politikaları ve planlarını bozuyor, emperyalizmi zayıflatıyor, bataklığa sürüklüyor. Bu antiemperyalist mücadele ya da işgale karşı direniş, emperyalist burjuvazinin propaganda etkisi ve yönlendirmesiyle yok edilemiyor. Çıplak gerçekleri örtemiyor.

Bugünkü tarihsel ve siyasal koşullarda tutarlı antiemperyalist bir çizgide mücadele yürütmek, emperyalist işgal ve saldırganlığa karşı net, ikircimsiz tavır almaktan geçer. Ve bu siyasal görevin yerine getirilmesi, her siyasal akımın aynı zamanda kendi ülkesinde sınıf mücadelesini büyütmesi ve geliştirmesi anlamına gelir.

İslami hareketin gelişimi

İslami hareketin tarihine bakılırsa, bazı dönemlerde onun sınırlı, güdük antiemperyalist bir pozisyonda seyrettiği görülür.

İslami gericiliğin esasen batılı emperyalistlerin yedeğinde, işbirliği ve uzlaşma içinde yürüdüğü söylenebilir. İslami akımların, emperyalist sömürgecilik ve bağımlılığa karşı yürütülen ulusal hareketlerdeki ilerici rolleri daima sınırlı kalmıştır. Ve yine bu güdük antiemperyalist konumda bulunan İslami hareketlerin sayısı da sınırlıdır.

20 yy. başlarında İngiliz işgaline karşı islami ideoloji ile mücadele eden Afgan emirleri, Türk devletine karşı ayaklanan Kürt önderi Şeyh Sait hareketi gibi islami motifli ilerici ulusal hareketlere rastlanır. Ama aynı tarihsel dönemde islami akımların birçoğu süreç içerisinde uzlaşma eğilimine girerek emperyalizmin işbirlikçisi olmuşlardır. Endonezya'daki Serekat İslam gibi. 20 yy başlarında komünistlerle birlikte antisömürgeci olan bu İslami örgüt, 1960'lı yıllarda Suharto faşist rejimi koşullarında, komünistlere ve halka yönelik saldırı ve katliamlarda suç ortağı olmuştur.

Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında geleneksel İslami kurum ve siyasi hareketler, emperyalizm ile işbirliği ve uzlaşma çizgisinde yürümüşlerdir.

2. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında emperyalist dünyanın egemenliğini ele geçiren ABD, komünizm tehlikesi, sosyalist ülkeler ve halklara karşı yürüttüğü "soğuk savaş" sürecinde "yeşil kuşak" stratejisiyle İslami örgüt ve hareketleri kurdu, geliştirdi. Bu güçleri, Endonezya'da burjuva demokrat Sukarno yönetimi ve komünistlere karşı; Pakistan'da Z. Ali Butto'nun askeri faşist bir darbeyle yıkılmasında kullandı. İngilizler ise, Hindistan'da islami hareketleri çok kullandılar.

"Yeşil kuşak" stratejisi sürecinde Arap ülkelerinde, SB'ne dahil Müslüman ülke-lerde, Türkiye, Afganistan, Pakistan ve Güney Asya'daki İslami hareketleri kuran, besleyen ABD, Suudi-ABD petrol tekelleri ve emperyalist istihbarat örgütleridir. İslamcı örgütler, ABD'nin desteğiyle Türkiye'de 1960'lı yıllarda ABD ve 6. Filoya karşı yükselen antiemperyalist mücadele dalgası sürecinde devrimci güçlere karşı faşist Türk rejimiyle birlikte fiilen savaştılar. Askeri faşist darbelerde ideolojik gericiliğin temel kaynağı ve siyasi yönetimin toplumsal dayanağı oldular. Daha sonraki yıllarda ise, Türk milliyetçi-liğiyle faşizan bir karakterde devrimci harekete karşı savaşmaya devam ettiler.

1979'da İran'da İslami hareketin siyasi ve ideolojik önderliğinde gerçekleşen bir ayaklanma ile ABD yanlısı faşist Şah rejimi yıkıldı. İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece İran, Ortadoğu ve İslami dünyada adete bir İslam enternasyonalizmi hareketinin mali, siyasi ve ideolojik merkezi olmaya başladı.

İran İslam Cumhuriyeti, ilk bir yıldan sonra ilerici ve devrimci güçlere karşı tam bir fiziki imha hareketine girişti. Bugün de gerici bir diktatörlük uygulamakta, karşıdevrimci yöntemler ve politikalarla devrimci harekete ve Kürt ulusal hareketine savaş ilan etmiş durumdadır.

20. yüzyılın son çeyreğinde Filipinlerde Mora Ulusal Kurtuluş Cephesi, İran'da Halkın Mücahitleri hareketi antiemperyalist bir çizgide varoldular. Bugün ise, Filistin'de güçlü bir uzlaşma eğilimi taşıyan Hammas ve İslami Cihat, Lübnan'da Hizbullah örgütü ideolojik olarak gerici, ancak politik yönleriyle güdük antiemperyalist bir konumda bulunmaktadırlar. İdeolojik olarak antikomü-nist ve dini-köktendinci akımlar olmalarına rağmen, verili koşullarda devrimci güçlere yönelik saldırgan bir tutum içinde değiller.

1998'de bazı Panislamist örgütlerin başını El Kaide çekmeye başladı. Onlar, ABD askeri güçlerinin müslüman ülkelerden çekilmesi için savaştılar. ABD'nin kutsal mekanlardan çekilmesini istediler. Bu örgütler, S. Arabistan, Sudan, Yemen ve Mısır'da askeri hedefler ve CIA mensupları başta gelmek üzere ABD güçlerine yönelik silahlı eylemler gerçekleştirdiler. ABD saldırganlığı ve işgaline karşı politik islami örgütlerde belirginleşen yön, panislamist ideolojik gerici bakış açılarına sahip olmalarına rağmen, politik olarak ABD karşıtlığı konumunda bulunmalarıdır.

Dünyada devrimci dalganın gerilemesi, Müslüman ülkelerde devrimci ve komünist hareketin zayıflaması, Filistin işgalinin devam etmesi ve İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki İslami ideolojik etkisi, emperyalist saldırganlık ve işgal karşıtı öfkeyi biriktirdi ve bu akımların saflarına çekti. Doğan siyasi ve ideolojik boşluğu bu akımlar doldurdu.

Bugün Irak'ta işgale karşı silahlı mücadele dışında başka bir yol bırakılmamıştır. BAAS milliyetçileri, radikal İslamcı güçler, yurtsever, sosyalist ve ilerici güçler, ABD'nin yenilebileceğini cesur eylemleriyle göster-meye devam ediyorlar.

Şüphesiz ki, ABD-İngiliz karşıtlığı, güdük antiemperyalist bir karşıtlıktır. Çünkü, emperyalist işgal ve saldırganlık, barbarlık ve vahşet bugün ABD'de somutlaşmıştır. İşgal bunun somut bir yansımasıdır. Irak direnişçi güçlerinin ABD-İngiliz işgaline karşı başka emperyalist güçlerin mali ve askeri desteğini aldığı iddia edilemedi. Direnişçilere en büyük destek ve dayanışmayı savaş karşıtı halklar ve devrimci güçler vermiştir.

MLKP, ülkede, bölge ve diğer ülkelerde ABD ve diğer emperyalistlerin işbirlikçisi politik İslamcı akımları, devrimin ve mücadelenin temel düşmanı olarak hedef alır. Yine devrimci ve komünist harekete karşı saldırı içinde bulunan İslamcı güçlere karşı mücadele yürütür. Panislamist akımların stratejik bakımda antiemperyalist güçler olmadığını düşünür.

Bu akımlar, bölgenin ve dünyanın Müslüman olmayan halklarına karşı da düşmanlık güderler. Onun için sivilleri hedef almakta sakınca görmezler. Ulusal ve dinsel boğazlaşma ve iç çatışmaya açıktırlar.

Ne var ki, ABD'nin yeni uluslararası koşullardaki saldırı stratejisi, emperyalist saldırganlık ve işgale karşı devrimci ve komünist hareketin etkin bir müdahale geliştirememesi müslüman halkların dini ve milliyetçi geleneksel ideoloji ve siyasete yöneltti. Bu istem ve talepler, bazı burjuva ve küçük burjuva sınıf kökenli akımları ABD ve emperyalizme, özellikle de işgale karşı islami çizgide tutum almaya itti. Öyle ki, islami hareketin bu dönemsel siyasi ve ideolojik hegemonyasının etkileri, Ortadoğu coğrafyasında bazı komünist ve devrimci partilerin teorisi ve siyasal çizgisine de rengini yansıtabildi.

Devrimci partiler ve antiemperyalist güçler, nesnel olarak ABD ve emperyalizme darbe vuran, devrimcileri ve halkı hedef almayan bu pozisyondaki sınırlı antiemperyalist İslamcı akımlarla geçici ve mücadeleyi ilerleten eylem birliklerinde kaçına-mazlar.

Tabii ki, aynı zamanda siyasal uyanıklığı ve ilkeli kalmayı elde bırakmazlar. Zira panislamist ideoloji geriye dönüşe özlem duyar ve gericidir. Pre-kapitalist egemen sınıf ideolojisidir. Günümüzde de kapitalizmin egemenliğini korumada halk kitlelerini yanıltmak, uyuşturmak için kullanılır.

Yine emperyalist küreselleşme koşullarında ABD ve AB emperyalistleri ile yeni sömürge ülkelerde özgün gerici çıkarlarını korumak isteyen burjuva parti ve askeri klik temsilcileri arasındaki çıkar çelişkileri bazen şiddet boyutuna varabiliyor. Milliyetçi söylemli bu kesimler, siyasal yönetim ve statükolarını koruma üzerine bir burjuva muhalefet yürütüyorlar. Özellikle emperya-listlerin yeniden yapılandırma ve yeni siyasal düzenleme planları karşısında engel teşkil eden bu yönetimlere karşı, emperyalist güçler savaş, tehdit ve gerici nitelikli kitle hareketlerini kışkırtarak hükümet darbeleri yapmaya dek şiddeti tırmandırabiliyor. Noriega'yı cezalandırmayla başlayan bu tip saldırılar, Taliban'a, Saddam'a , Aristide'ye , Miloseviç'e karşı savaşa dönüşürken, Gürcistan'da, Ukrayna'da gerici kitle eylemleriyle aynı hedefe varılmaya çalışılıyor. Bu yöntemler, İran mollaları, Suriye yönetimi için de sırada bekliyor.

İşçi sınıfı ve halklar, onların devrimci partileri, gerici yozlaşmış burjuva muhalefet ile emperyalist saldırganlık arasındaki bu çatışmalarda taraf olmamalı, aksine bağımsız devrimci çizgisinde ısrar etmeli; özellikle işgal koşullarında emperyalist saldırganlığı asıl hedef almalıdır. Ayrıca, Irak'ta bekleneceği gibi, burjuva milliyetçi Baasçı hareketin bir bölümünün ulusal kurtuluş mücadelesine katılmasına rağmen, olası uzlaşma koşullarında direnişi sona erdirme niteliği taşıdığını bilmelidir.

Irak ve Ortadoğu halklarıyla dayanışmak için daha çok irade, daha çok mücadele

2005 yazında Arap ve Latin Amerika ülkelerinin açıkladıkları Brezilya deklaras-yonu, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin dünya hegemonyası savaşına ve Irak işgaline karşı bir itirazı ifade ediyor.

F. Kastro ve Chavez'in Latin Amerika'da önderlik ettikleri antiemperyalist dalga büyüyor. ABD'nin "arka bahçesi"ndeki etkisi bir çözülme ve zayıflama süreci içindedir.

Rusya, Çin ve bazı Orta Asya ülkelerinin yer aldığı Şangay Örgütü, ABD'nin tek başına Dünya ve Ortadoğu'da kurmaya çalıştığı egemenlik ve stratejik politikalarına karşı bir güç olarak karşı duracaklarının işaretidir.

Özbekistan, ABD'nin ülkelerinde kurdukları askeri üsten çekilmesini istemektedir.

Bu gelişmeler karşısında ABD emperya-lizminin çeşitli stratejik ve taktik hamleleri de devam ediyor. Bu hamleler, Irak ve BOP üzerende diplomatik, siyasi ve askeri alandaki yoğunlaşmasında görülür. Özellikle Türkiye ile giriştiği yeni ilişkilerde bunu görmek mümkündür. Ortadoğu, ABD için birden çok krizin yaşadığı bir alandır. AB-Türkiye ilişkilerindeki seyri gözleyen ABD, istemlerini kabul ettirmenin koşullarını da elde etmiş oluyor. ABD Başkanı Bush'un yeni güvenlik danışmanı Stephen Hadley ilk dış temasını Türkiye'ye yaptı. Türkiye Başbakanı R. Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı H. Özkök'le önemli görüşmeler gerçekleştirdi. Hadley'in gündeminde yer alan terörizme karşı savaş, Irak, Suriye, İran, İsrail-Filistin ve Lübnan kriz konuları, Türkiye'nin de gündeminde yer almaktadır. ABD- Türkiye çelişkisi, petrol ve dağıtım yolları üzerindeki rekabet ve çelişki( Rusya, AB, Çin, İran vb.) ve ABD, Filistin-İsrail ve Kürt sorunu çelişkileri tümü Türkiye üzerinde üst üste biniyor.

ABD Başkanı Bush'un "1 Mart geçti, tarih-çilere bırakalım" yaklaşımı, ABD'nin BOP, stratejik yönelim ve politikalarında duydukları Türkiye ihtiyacına işaret etmektedir.

ABD'de sivil ve askeri emperyalist savaş kurmaylarının "terörizme karşı savaş, Irak ve Afganistan" gündemli bir toplantıdan sonra Türkiye ziyaretleri sıklaştı. CIA Başkanı Porter Goss, "şimdiye dek ABD dışındaki operasyonlar ve istihbarat toplamada, müttefik gizli servislerin ortaklığına güvendik. Bundan böyle kendi elemanlarımızla tek taraflı operasyonlar gerçekleştireceğiz. Çok değişik kisveler altında görev yapacağız. Öyle yerlerde olacağız ki, kimse hayal bile edemeyecek" diyor.

İki ABD generali, Orgeneral James Jones ve John Ağabeyzaid, yakın zamanda Türkiye ziyaretinde "güvenlik sorunları" üzerine görüşmeler yaptılar. İstanbul'da Haziran 2004 yılında yapılan NATO toplantıları sonucunda kurulması kararlaştırılan "Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi"nin (TMMM) resmi açılışına katıldılar. BOP'nin anti-terör merkezi olarak sunulan TMMM, aslında ABD'nin Ortadoğu'da antiemperya-list güçlere yönelik bir eğitim ve askeri merkezi olarak işlev görecektir. Terörizmle mücadele, Uluslararası terörizm, kaçırma, rehin alma, bombalı intihar eylemleriyle mücadele, terörizmin kategorileri, toplumsal olaylara müdahale vb. faaliyetler görev olarak alınıyor.

3 Ekim'de Türkiye-AB görüşmelerinin başlaması kararında ABD'nin doğrudan etkin bir müdahalesi dikkat çekiyor.

Siyasal gelişmelerin yönü, Ortadoğu'da ABD, İsrail ve Türkiye arasındaki "stratejik" ve ABD, İsrail ve Irak Kürt siyasi partileri arasındaki "stratejik ortaklığın" ipuçlarını veriyor. Lübnan ve Suriye'ye yönelik tehditler doğrudan ve bölgenin devletleri üzerinde yürütülüyor.

Ortadoğu ve Irak'ta yenilgi sürecine sürüklenen ABD emperyalizmi, Irak'ta anayasa referandumu sonrasında, yeni askeri ve siyasi hamleleri getirecek manevra ve politikalar hazırlama ve denemeye devam edecektir.

Dünyada antiemperyalist mücadele dinamikleri ve olanakları gelişiyor. Bunları açığa çıkarmak, örgütlü biçimde harekete geçirmek dünyanın bütün savaş karşıtlarının, antiemperyalist , ilerci, devrimci ve komünist partilerinin tarihsel ve siyasal sorumluluğu oluyor. Dolayısıyla antiemperyalist ve işgal karşıtı platform, toplantı ve konferans sonuçlarının artık somut ve eylemli pratikle birleştirilmesi yakıcı görevi daha fazla ertelenemez.

MLKP, dünyada ve çeşitli bölgesel alanlarda antiemperyalist direniş merkezleri ve platformları arasında ortak siyasal bir irade ve eylemi geliştirecek uluslararası bir koordinasyon ya da enternasyonal ilişkinin gerekli-liğine inanmaktadır. Bu anlamda, bölgesel düzeyde geliştirilecek birleşik antiemperya-list bir müdahale ve mücadele, gerek tek tek ülkelerde, gerekse de uluslararası alanda antiemperyalist mücadeleyi de ilerletecektir. Bu aynı zamanda dünya komünist hareketinin enternasyonal birliğine giden yolda, gerçek ilişkiler üzerinde devrimci ve komünist partiler arasında siyasal, ideolojik ve örgütsel bir yakınlaşmanın olanakları ve koşullarını da yaratmış olacaktır.

ABD ve diğer emperyalist güçlerin Ortadoğu ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlığı ve işgalinin sonuçları emperya-list metropollere de açık ve çarpıcı haliyle yansıdı. Ve bir kez daha doğrulandı ki, "başka halkı ezen bir halk özgür olamaz." O halde, bugün, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı ile geri ülkelerin işçi sınıfı ve emekçilerinin, ezilen ulus ve halklarının kaderi daha çok ortaklaşmıştır. Dolayısıyla dünya işçi sınıfı, emekçileri ve ezilenlerinin Ortadoğu halklarıyla dayanışması, mücadeleyi ortaklaştırması aynı zamanda kendi özgürlükleri ve gelecekleri için savaşmaları anlamına gelecektir.

Irak ve Ortadoğu halklarıyla dayanışmak için daha çok irade, daha çok mücadele!