Kürt Devleti Realitesi*
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

Türk sömürgeciliği somutunda ezen ulus temsilcileri, Kürt devletsel oluşumu somutunda ezilen ulus temsilcilerinin ‘düş'ünde kendi ‘kabus'larını görüyorlar. Çünkü onlar, bugünkü sömürgeci ulus devletlerini, Kürt ulusunun devlet hakkını çiğneyerek, ezerek kurmuş ve tahkim etmişlerdi; kendi ülkelerinin sınırlarını başka bir ülkenin sınırlarını işgal ve ilhak ederek çizmişlerdi. Çünkü biliyorlar ki, adına Misak-ı Milli dedikleri, bir tarihsel haksızlıktı. Çünkü o politika gerisin geri dönüyor; şimdi Kürt ulus devletleşmesi, Türk resmi ideolojisini parçalıyor ve Türk ulus devletinin sınırlarını tartışmalı hale getiriyor. 

01 Aralık 2008 / Red Dawn / Sayı 13

1990'ların başında ulusal kurtuluş mücadelesi zirveleştiğinde, resmi ideoloji de çözülme sürecine girdi. Kawa'nın özgürlük ateşi, Kuzey Kürdistan'ın kır ve şehirlerini aydınlattığı kadar, egemen sınıfların da paçasını tutuşturmaya başlamıştı. Öyle ki, bir süre sonra, başbakanından cumhurbaşkanına pek çok devlet görevlisi, artık ‘Kürt realitesi'ni tanıdıklarını açıklamak zorunda kalmışlardı. İmha politikasını sürdürseler bile, inkar zinciri fiilen kırılmıştı.
2000'lere gelindiğinde, ‘fenomen' kavram, bu defa, ‘Öcalan realitesi' oldu. Kürtler'in ulusal varlığını kabul etmek, onun tutsak edilmiş ulusal önderliğini tanımakta ve muhatap almakta somutlaşmaktaydı. Oysa egemen sınıflar ve sömürgeci faşist diktatörlük, Abdullah Öcalan'ı asla Kürt halkının ulusal önderliği olarak tanımadı, kabul etmedi. İnkar, yeni durumda, Öcalan şahsında sürdürülen politikaydı; fakat bu kez de -gene Öcalan şahsında- imhayı uygulayamadılar, idam cezasını kaldırmak zorunda kaldılar.
2000'lerin sonunda ise, Kürt ulusal mücadelesinin bölgesel çerçevede kazanmış olduğu özgün tablo, yeni fenomenin ‘Kürt devletleşmesi' olduğunu gösteriyor. Buna Kürt devleti realitesi denebilir. Sömürgeci faşist Türk devleti, daha önce Kürt realitesi ile Öcalan realitesi karşısında nasıl saldırgan bir politika uyguladıysa, şimdi de Kürt devleti realitesi konusunda aynı inkarcı ve imhacı siyasetin izini sürüyor; hatta çok daha büyük hazımsızlık yaşıyor, daha kapsamlı bir saldırganlık geliştiriyor. Başta ordu olmak üzere, sömürgeci faşizmin bütün merkezleri ve tamamlayıcı kurumları, Mesut Barzani ve Celal Talabani şahsında, Kürt ulusunu aşağılıyor; dün Öcalan'a ‘bebek katili' diyen kirli savaş baronları, bugün Barzani'ye ‘aşiret reisi' veya ‘kabile lideri' diyerek şovenizm kusuyorlar. Sömürgeci faşist diktatörlük, bütün dünyanın gördüğü Kürt devletleşmesi olgusunu kabul etmek bir yana, gerekirse bütün dünyayı karşılarına alacakları palavrasını da ihmal etmeden, savaş cephesini Kuzey'den Güney'e doğru genişleteceklerini ilan ediyorlar; o kadar ki, sınırlarını Duhok'a kadar uzatmaktan söz edenler bile var. Onlar için Apo gibi Barzani de hedeftir; Kandil kadar Kerkük de tehdit alanıdır. Politikalarını, Güney Kürdistan Federe Yönetimi'nin gelişip ilerlemesini engelleme, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde somutlamaya başlamış bölgesel kapışmadan pay kapma, önümüzdeki dönemde çok daha belirgin hale geleceği anlaşılan Ortadoğu merkezli ‘sınır savaşı'nda inisiyatifsiz kalmama temelinde tahkim ediyorlar. Türk devleti, Ortadoğu bölgesinde şu anda ayrıntıları yansımayan ve fakat kendisini çok yakından ilgilendiren gelişmelerin yaşanacağını görüyor, sürecin yeni bir aşamasının canlanmakta olduğunu fark ediyor, kokuyu alıyor ve buna mukabil MİT'inden (Milli İstihbarat Teşkilatı) JİT'ine (Jandarma İstihbarat Teşkilatı), TİT'ine (Türk İntikam Tugayı) kadar, nasıl başlarsa başlasın, sonunda ‘İT'le biten aygıtlarını Türkiye'de ve Kürdistan'da sefere çıkarıyor. Militer diplomasi uyguluyor. 29 Ekim'de asker kılıç kuşanarak törenlere katılıyor, Cumhuriyet'in kuruluş yıldönümü kutlamalarını psikolojik savaş düzeninde örgütleyerek ve ‘sınır ötesi'ne taşırarak Washington ile Moskova gibi elçiliklerine de yaptırıyor. Irak'tan gelen devlet heyetini havaalanında Dışişleri veya Başbakanlık protokolüyle değil, Emniyet Müdürlüğü protokolüyle karşılıyor, heyeti Emniyet Genel Müdürü'nün yedek makam otosuna bindiriyor ve Polisevi'ne götürüp orada ağırlıyor. Türk devleti, militer diplomasinin bu en bayağı incelikleriyle, güç ve kararlılık gösterisi yapıyor. Dünyanın hiçbir devletinin tanımadığı KKTC'ye yavru vatan diyen sömürgeciliğin şu pişkin temsilcilerine bakın ki, Kürt ulusunun temsilcilerine ve müttefiklerine bu muameleyi reva görüyorlar.
Ne ki, koşullar 1990'lara ve 2000'lerin başına göre çok değişmiştir. Kürt ulusal devletleşme süreci başlamıştır ve ilerlemektedir. Bu gerçeği sindiremeyip Barzani'ye ‘aşiret reisi' diyenlerin genelkurmayı Küçükanıt (sinek de küçüktür, ama mide bulandırır), göreve başladığı günlerde aslında ‘realite'nin varlığını itiraf etmişti; dün 36. paralel olarak boşlukta duran kara parçasında şimdi bir Kürt siyasal iktidarının kendilerine rağmen oluşmaya başladığını kabul etmişti. fiimdi bir yandan PKK'yi ezmeye koyuluyor; bir yandan PKK bahanesiyle ABD emperyalizmini ve Barzani ile Talabani'yi kendi senaryosunu da dikkate almak durumunda bırakmaya, özellikle ABD emperyalizmiyle pazarlık gücünü yükseltmeye çalışıyor. Biliyor ki, büyük fotoğraf, BOP tablosu olacaktır ve o tablo henüz tam şekillenmemekle birlikte, tam da şekillenebileceği sürece doğru gidiliyor. Bu, kuşkusuz bir süreçtir; daha doğrusu Irak işgaliyle başlayan sürecin yeni bir aşamasıdır, kısa bir zaman dilimi olarak görülemez, kırılma anları da olacaktır; fakat sürecin bu yeni aşaması Türk devleti için ve aynı şekilde Kürt ulusu için ziyadesiyle önemlidir. Bu aşamada yitirilecek bir fırsatın, kaçırılacak bir inisiyatifin taraflara çıkacak faturası ağır olabilir. İlgili her siyasal aktör, o nedenle çok dikkatli davranmaya çalışıyor.
Tablonun Irak bölümünü ABD emperyalizmi çizmeye başlamış, buna paralel olarak Kürdistan kısmının da bazı renkleri ortaya çıkmıştır; fakat Kürdistan ve Filistin bölümlerinde henüz belirsizlikler vardır. ABD-İran ve Suriye ilişkileri de belirsizlik unsurudur, ki bunlar Rusya gibi başka aktörlerin de şimdilik ilgi ve gözlem alanı olarak dikkate değerdir. Faşist sömürgecilik, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin bu bağlamlarda kendine ihtiyaç duyacağını hesaplamaktadır. Bütün aktörler gibi, Türk devleti de, petrol mavisi, kan kırmızısı ve dolar yeşiliyle çizilen BOP tablosuna kendi renkleriyle katılmak (onun başat rengi tabii ki kan kırmızısıdır), burada koparabildiği kadarıyla söz ve pay sahibi olmak istiyor. ABD emperyalizminin ise, Türk devleti kadar, Barzani ve Talabani güçlerine de ihtiyaç duyduğu, Türk devletiyle ilişkilerini korur ve sürdürürken, Güney Kürdistan'daki dengeyi bozmayı göze alamadığı açıktır. ABD emperyalizmi, Irak'ın işgaliyle beraber kendisinin kurduğu yeni denklemi şu haliyle bozamıyor; çünkü Ortadoğu stratejisine uygun olmadığı gibi, Araplar'ın ve Kürtler'in topyekun tepkisini çektiği koşullarda bölgede kalması, hamle yapması büsbütün zorlaşacaktır. İşte burası, yani Kürt ulusal devletleşmesi ile Türk sömürgeciliğinin çıkarları arasında sıkışmış olması, ABD emperyalizminin ikili oynamasını koşullamakta, bilhassa Türk sömürgeciliği için gerilim ve anlaşmazlık üretmektedir. Bu gerilimin Ortadoğu denkleminin yeni unsurlarla şekillenmesine yol açması kaçınılmazdır. Denklem sadeleşecek midir, yoksa daha mı karmaşıklaşacaktır; işte bunu devletler arası görüşmelerde ve bölgesel toplantılarda cisimleşen şimdiki yoğun trafiğin alacağı seyrin yanı sıra; Kürt, Filistin, Fars ve Irak halkları başta gelmek üzere, anti emperyalist ve anti sömürgeci halk hareketlerinin iradesi tayin edecektir.
Sürecin bu yeni aşamasının en dikkat çekici -daha doğrusu karakteristik- dinamiği, Kürt ulusunun politik iktidarının Güney Kürdistan'dan filiz veren bir devletleşmeye doğru ilerliyor olmasıdır. Türk devleti, bir yandan bunun acısını yaşıyor, diğer yandan bu politik dramı üzerinden iştahını kabartıyor. Bu taraftan ‘PKK terörü' repliğiyle mağduru oynuyor ve toplumsal seferberlikten askeri seferberliğe, diplomatik taarruzdan ekonomik ambargoya bütün kozlarını ortaya koyuyor; ancak beri taraftan da bu mağduriyet edebiyatı üzerinden, Ortadoğu ganimetinden pay kapmanın zeminini oluşturmaya, kemik kapmaya hevesleniyor. Karşısına çıkan ilk engel, Barzani'dir. fiimdi diş bilediği odur. Bir ulusal kurtuluş ve örgütlenme deneyiminin içinden gelen, Güney Kürdistan halkının ulusal temsilcisi olarak gücünü pekiştirmiş olan, ABD emperyalizmi gibi belirleyici bir politik aktöre işbirlikçilik temelinde konumunu sağlamlaştırmış olan Barzani, Türk devletine çok açık söylüyor: ‘Ne zaman ki PKK'ye barışçıl bir siyasal teklif yaparsanız ve o da bunu reddederse, işte o zaman PKK bizim nazarımızda terör örgütü durumuna düşecektir.' Yani, PKK terör örgütü değildir, muhatap alınması gereken siyasal bir güçtür! Bu tavır, Türk sömürgeciliğini çıldırtıyor. Bu seste Talabani'yi dinlerken duydukları keklik ötüşünü işitemedikleri için çileden çıkıyorlar. (Talabani'nin ‘bir kedi bile veremeyiz' sözü, bir meydan okuma gibi görünse bile, perde arkasından bir kirli dolap çevirmenin yansıması olarak algılanabilecek kuşkular uyandırıyor.) Barzani'nin tavrında oportünizmiyle şöhret sahibi olmuş 'Mam Cemal'in kıvraklığını göremedikleri için mafya ağzıyla konuşuyorlar. fiartların artık Kürt ulusunun değişik aktörlerini birbirlerine kırdırmalarına pek de müsait olmaması, şirazeden çıkmalarına neden oluyor.
Her şeye karşın zorluyorlar; ABD işbirlikçisi Barzani ile işbirlikçi oportünist Talabani'nin dün olduğu gibi, bugün de PKK'ye karşı Türk devletine yardım etmesini umuyorlar. Ve bunu zorladıkça, karşılarında ulusal bütünlük içinde hareket eden bir Kürdistan görüyorlar. Tablo, gerçekten de cephe savaşı gibidir. Türk sömürgeciliği Kuzey'den Güney'e doğru kirli savaş cephesini genişlettiği ölçüde, karşısında parçaları adeta birleşmiş bir Kürt ulusal cephesi görüyor. Güney halkı, işgale direneceğini ve savaşacağını ilan ediyor; askeri gücünün dörtte üçünü sınıra yığıyor; büyük kentlerinde yüzbinlerin katıldığı mitingler örgütlüyor; PKK savaşçılarını Türk sömürgeciliğine teslim etmeyeceğini duyuruyor. Önceki yıllarda gerçekleşen sınır ötesi saldırılarda tavır bu değildi; zira o zamanlar Kürtler'in bir devleti yoktu! Kürt ulusunun bir devlet politikasıyla Türk devletinin karşısında duruyor oluşu ve Güney Kürdistan'ın Kuzey Kürdistan'ın evlatlarını bağrına basma, onun kaderini kendi kaderiyle özdeş tutma eğilimi, artık kaçınılmazdır. YNK ve PDK ile PKK arasında farkların olması bu gerçeği değiştirmiyor. Güney halkı ile Kuzey halkının yazgısı gerçekten de özdeşleşmiştir ve ulusal yazgı işte budur. Dört parçaya bölünmüş Kürt yurdunun Kuzey ve Güney parçalarının birbirine yakınlaşmış olması, sömürgeci saldırganlığa karşı duygu ve ruh birliğini kazanmış olması, Kürt devleti realitesinin de doğal bir sonucu olarak taze bir durumdur.
Kürt devleti realitesi, tarihsel bakımdan da yeni bir olgu olarak kaydedilmelidir. Durum, 21. yüzyılda, ulus-devlet sürecinin aşındığının ve aşıldığının öne sürüldüğü koşullarda, yepyeni bir ulus devletin kendini inşa etmesi açısından dikkat çekicidir. Burada Barzani ve Talabani'nin ABD emperyalizmiyle işbirliği içinde olduğu gerçeğinden hareketle bu ulus devletleşme sürecinin meşru olmadığını söylemek hem politik bakımdan, hem tarihsel diyalektik açısından yanlış olur. Çünkü ulusların kendi kaderini tayin hakları evrenseldir ve Kürt ulusu somut olarak kendi kaderini Güney'de böyle tayin etmektedir. Kuşkusuz bu, klasik ulus devletleşme örneklerine göre geç bir ulus devletleşme durumudur, özgündür ve bunun nedeni de emperyalizmin, sömürgeciliğin Kürt ulusunun devletleşme ve ulusal kimliği etrafında diğer bütün uluslar gibi örgütlenme hakkını bastırmış, engellemiş, terörle ezmiş olmasıdır. Nitekim bugün de özellikle Türk sömürgeciliği Kürt ulus devletleşme sürecini boğmak, engellemek istiyor. Bu anlaşılırdır; zira Türk ulus devletinin inşa süreci, başta Kürtler olmak üzere, başka ulusların ve ulusal toplulukların inkarı ve imhası pahasına oldu.
Türk militarizmi, dayandığı İttihat ve Terakki'den itibaren, ama daha Balkan savaşlarından başlayarak diğer ulusal hareketleri ve kimlikleri ezen bir gelenek içinde şekillendi. Balkan savaşları, Osmanlı'ya karşı ulusal bağımsızlık mücadelesine girişmiş kuvvetlerle Türk militarizminin ve sömürgeciliğinin çekirdeğini oluşturacak güçlerin çarpışmasıydı. Cumhuriyet'in kuruluş öncesi, sırası ve sonrasında egemen sınıf iktidarının Kürtler'e, Ermeniler'e, Rumlar'a, Ezidiler'e ve diğer ulusal topluluklara, azınlıklara kitlesel ve sistematik olarak hangi politikalarla yaklaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla bugün Türk sömürgeciliği ile Kürt ulusal güçleri arasında yaşanan ‘cephe savaşı', aslında kurulmakta olan yeni ulus devlet ile yüzyılın başında kurulmuş ve fakat şimdi çözülme korkusu yaşayan bir başka ulus devletin karşı karşıya gelmesi olarak da tanımlanabilir. Türk sömürgeciliği somutunda ezen ulus temsilcileri, Kürt devletsel oluşumu somutunda ezilen ulus temsilcilerinin ‘düş'ünde kendi ‘kabus'larını görüyorlar. Çünkü onlar, bugünkü sömürgeci ulus devletlerini, Kürt ulusunun devlet hakkını çiğneyerek, ezerek kurmuş ve tahkim etmişlerdi; kendi ülkelerinin sınırlarını başka bir ülkenin sınırlarını işgal ve ilhak ederek çizmişlerdi. Çünkü biliyorlar ki, adına Misak-ı Milli dedikleri, bir tarihsel haksızlıktı. Çünkü o politika gerisin geri dönüyor; şimdi Kürt ulus devletleşmesi, Türk resmi ideolojisini parçalıyor ve Türk ulus devletinin sınırlarını tartışmalı hale getiriyor. Çünkü Kürt ulus devleti realitesi, evet, Kürtler için bir düş kurmaksa; Türk sömürgeciliği için bir kabus görmektir. Ve bugün o gerçekleşiyor. Yüzyıl boyunca postal altında tutulmuş bir filiz boy veriyor ve postalın boyunu aşıp sömürgeciliğin gövdesine doğru uzanıyor, gözüne batıyor.
Şovenizme ve militarizme karşı savaşan, sosyal şovenizmin alanına düşmeyen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını her somut ve canlı durumda olguya uyarlamayı göz ardı etmeyen bütün devrimcilerin görevi ve sorumluluğu, sömürgeci faşist diktatörlüğü Güney Kürdistan Federe Yönetimi'ni tanımaya ve onun ulusal politik temsilcilerini muhatap almaya çağırmak, zorlamaktır. Türk devleti üzerinde bu kapsamda yapılacak politik baskı ve zorlama, sömürgeci faşist cephenin şoven ve küstah yaklaşımını teşhir etmek, bu siyasal basıncın gücü ve çapı oranında boşa çıkarmak bakımından gerekli olduğu gibi; özellikle Türk halkının ‘Kürt sorunu'nun gerçek muhatabı olarak aydınlatılması, Türk emekçilerinin doğru bilgilendirilmesi, gücüyle şoven zehirlenme sahasından uzaklaştırılması bakımından da anlamlı ve gereklidir.

*Bu yazı Devrimci Sosyalist Haftalık Gazete olan Ezilenlerin Sosyalist Alternatifi atılım Gazetesi'nin 3 Kasım 2007 tarihli sayısından alınmıştır. Kürt sorunundaki gelişmeleri sosyalist bir bakış açısıyla değerlendiren ve ‘'Kürt devleti realitesi'' tesbitini yapan yazı, yeni durumda devrimcilerin bugün de geçerli olan görevlerine vurgu yapıyor.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

Kürt Devleti Realitesi*
fc Share on Twitter
 

Türk sömürgeciliği somutunda ezen ulus temsilcileri, Kürt devletsel oluşumu somutunda ezilen ulus temsilcilerinin ‘düş'ünde kendi ‘kabus'larını görüyorlar. Çünkü onlar, bugünkü sömürgeci ulus devletlerini, Kürt ulusunun devlet hakkını çiğneyerek, ezerek kurmuş ve tahkim etmişlerdi; kendi ülkelerinin sınırlarını başka bir ülkenin sınırlarını işgal ve ilhak ederek çizmişlerdi. Çünkü biliyorlar ki, adına Misak-ı Milli dedikleri, bir tarihsel haksızlıktı. Çünkü o politika gerisin geri dönüyor; şimdi Kürt ulus devletleşmesi, Türk resmi ideolojisini parçalıyor ve Türk ulus devletinin sınırlarını tartışmalı hale getiriyor. 

01 Aralık 2008 / Red Dawn / Sayı 13

1990'ların başında ulusal kurtuluş mücadelesi zirveleştiğinde, resmi ideoloji de çözülme sürecine girdi. Kawa'nın özgürlük ateşi, Kuzey Kürdistan'ın kır ve şehirlerini aydınlattığı kadar, egemen sınıfların da paçasını tutuşturmaya başlamıştı. Öyle ki, bir süre sonra, başbakanından cumhurbaşkanına pek çok devlet görevlisi, artık ‘Kürt realitesi'ni tanıdıklarını açıklamak zorunda kalmışlardı. İmha politikasını sürdürseler bile, inkar zinciri fiilen kırılmıştı.
2000'lere gelindiğinde, ‘fenomen' kavram, bu defa, ‘Öcalan realitesi' oldu. Kürtler'in ulusal varlığını kabul etmek, onun tutsak edilmiş ulusal önderliğini tanımakta ve muhatap almakta somutlaşmaktaydı. Oysa egemen sınıflar ve sömürgeci faşist diktatörlük, Abdullah Öcalan'ı asla Kürt halkının ulusal önderliği olarak tanımadı, kabul etmedi. İnkar, yeni durumda, Öcalan şahsında sürdürülen politikaydı; fakat bu kez de -gene Öcalan şahsında- imhayı uygulayamadılar, idam cezasını kaldırmak zorunda kaldılar.
2000'lerin sonunda ise, Kürt ulusal mücadelesinin bölgesel çerçevede kazanmış olduğu özgün tablo, yeni fenomenin ‘Kürt devletleşmesi' olduğunu gösteriyor. Buna Kürt devleti realitesi denebilir. Sömürgeci faşist Türk devleti, daha önce Kürt realitesi ile Öcalan realitesi karşısında nasıl saldırgan bir politika uyguladıysa, şimdi de Kürt devleti realitesi konusunda aynı inkarcı ve imhacı siyasetin izini sürüyor; hatta çok daha büyük hazımsızlık yaşıyor, daha kapsamlı bir saldırganlık geliştiriyor. Başta ordu olmak üzere, sömürgeci faşizmin bütün merkezleri ve tamamlayıcı kurumları, Mesut Barzani ve Celal Talabani şahsında, Kürt ulusunu aşağılıyor; dün Öcalan'a ‘bebek katili' diyen kirli savaş baronları, bugün Barzani'ye ‘aşiret reisi' veya ‘kabile lideri' diyerek şovenizm kusuyorlar. Sömürgeci faşist diktatörlük, bütün dünyanın gördüğü Kürt devletleşmesi olgusunu kabul etmek bir yana, gerekirse bütün dünyayı karşılarına alacakları palavrasını da ihmal etmeden, savaş cephesini Kuzey'den Güney'e doğru genişleteceklerini ilan ediyorlar; o kadar ki, sınırlarını Duhok'a kadar uzatmaktan söz edenler bile var. Onlar için Apo gibi Barzani de hedeftir; Kandil kadar Kerkük de tehdit alanıdır. Politikalarını, Güney Kürdistan Federe Yönetimi'nin gelişip ilerlemesini engelleme, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde somutlamaya başlamış bölgesel kapışmadan pay kapma, önümüzdeki dönemde çok daha belirgin hale geleceği anlaşılan Ortadoğu merkezli ‘sınır savaşı'nda inisiyatifsiz kalmama temelinde tahkim ediyorlar. Türk devleti, Ortadoğu bölgesinde şu anda ayrıntıları yansımayan ve fakat kendisini çok yakından ilgilendiren gelişmelerin yaşanacağını görüyor, sürecin yeni bir aşamasının canlanmakta olduğunu fark ediyor, kokuyu alıyor ve buna mukabil MİT'inden (Milli İstihbarat Teşkilatı) JİT'ine (Jandarma İstihbarat Teşkilatı), TİT'ine (Türk İntikam Tugayı) kadar, nasıl başlarsa başlasın, sonunda ‘İT'le biten aygıtlarını Türkiye'de ve Kürdistan'da sefere çıkarıyor. Militer diplomasi uyguluyor. 29 Ekim'de asker kılıç kuşanarak törenlere katılıyor, Cumhuriyet'in kuruluş yıldönümü kutlamalarını psikolojik savaş düzeninde örgütleyerek ve ‘sınır ötesi'ne taşırarak Washington ile Moskova gibi elçiliklerine de yaptırıyor. Irak'tan gelen devlet heyetini havaalanında Dışişleri veya Başbakanlık protokolüyle değil, Emniyet Müdürlüğü protokolüyle karşılıyor, heyeti Emniyet Genel Müdürü'nün yedek makam otosuna bindiriyor ve Polisevi'ne götürüp orada ağırlıyor. Türk devleti, militer diplomasinin bu en bayağı incelikleriyle, güç ve kararlılık gösterisi yapıyor. Dünyanın hiçbir devletinin tanımadığı KKTC'ye yavru vatan diyen sömürgeciliğin şu pişkin temsilcilerine bakın ki, Kürt ulusunun temsilcilerine ve müttefiklerine bu muameleyi reva görüyorlar.
Ne ki, koşullar 1990'lara ve 2000'lerin başına göre çok değişmiştir. Kürt ulusal devletleşme süreci başlamıştır ve ilerlemektedir. Bu gerçeği sindiremeyip Barzani'ye ‘aşiret reisi' diyenlerin genelkurmayı Küçükanıt (sinek de küçüktür, ama mide bulandırır), göreve başladığı günlerde aslında ‘realite'nin varlığını itiraf etmişti; dün 36. paralel olarak boşlukta duran kara parçasında şimdi bir Kürt siyasal iktidarının kendilerine rağmen oluşmaya başladığını kabul etmişti. fiimdi bir yandan PKK'yi ezmeye koyuluyor; bir yandan PKK bahanesiyle ABD emperyalizmini ve Barzani ile Talabani'yi kendi senaryosunu da dikkate almak durumunda bırakmaya, özellikle ABD emperyalizmiyle pazarlık gücünü yükseltmeye çalışıyor. Biliyor ki, büyük fotoğraf, BOP tablosu olacaktır ve o tablo henüz tam şekillenmemekle birlikte, tam da şekillenebileceği sürece doğru gidiliyor. Bu, kuşkusuz bir süreçtir; daha doğrusu Irak işgaliyle başlayan sürecin yeni bir aşamasıdır, kısa bir zaman dilimi olarak görülemez, kırılma anları da olacaktır; fakat sürecin bu yeni aşaması Türk devleti için ve aynı şekilde Kürt ulusu için ziyadesiyle önemlidir. Bu aşamada yitirilecek bir fırsatın, kaçırılacak bir inisiyatifin taraflara çıkacak faturası ağır olabilir. İlgili her siyasal aktör, o nedenle çok dikkatli davranmaya çalışıyor.
Tablonun Irak bölümünü ABD emperyalizmi çizmeye başlamış, buna paralel olarak Kürdistan kısmının da bazı renkleri ortaya çıkmıştır; fakat Kürdistan ve Filistin bölümlerinde henüz belirsizlikler vardır. ABD-İran ve Suriye ilişkileri de belirsizlik unsurudur, ki bunlar Rusya gibi başka aktörlerin de şimdilik ilgi ve gözlem alanı olarak dikkate değerdir. Faşist sömürgecilik, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin bu bağlamlarda kendine ihtiyaç duyacağını hesaplamaktadır. Bütün aktörler gibi, Türk devleti de, petrol mavisi, kan kırmızısı ve dolar yeşiliyle çizilen BOP tablosuna kendi renkleriyle katılmak (onun başat rengi tabii ki kan kırmızısıdır), burada koparabildiği kadarıyla söz ve pay sahibi olmak istiyor. ABD emperyalizminin ise, Türk devleti kadar, Barzani ve Talabani güçlerine de ihtiyaç duyduğu, Türk devletiyle ilişkilerini korur ve sürdürürken, Güney Kürdistan'daki dengeyi bozmayı göze alamadığı açıktır. ABD emperyalizmi, Irak'ın işgaliyle beraber kendisinin kurduğu yeni denklemi şu haliyle bozamıyor; çünkü Ortadoğu stratejisine uygun olmadığı gibi, Araplar'ın ve Kürtler'in topyekun tepkisini çektiği koşullarda bölgede kalması, hamle yapması büsbütün zorlaşacaktır. İşte burası, yani Kürt ulusal devletleşmesi ile Türk sömürgeciliğinin çıkarları arasında sıkışmış olması, ABD emperyalizminin ikili oynamasını koşullamakta, bilhassa Türk sömürgeciliği için gerilim ve anlaşmazlık üretmektedir. Bu gerilimin Ortadoğu denkleminin yeni unsurlarla şekillenmesine yol açması kaçınılmazdır. Denklem sadeleşecek midir, yoksa daha mı karmaşıklaşacaktır; işte bunu devletler arası görüşmelerde ve bölgesel toplantılarda cisimleşen şimdiki yoğun trafiğin alacağı seyrin yanı sıra; Kürt, Filistin, Fars ve Irak halkları başta gelmek üzere, anti emperyalist ve anti sömürgeci halk hareketlerinin iradesi tayin edecektir.
Sürecin bu yeni aşamasının en dikkat çekici -daha doğrusu karakteristik- dinamiği, Kürt ulusunun politik iktidarının Güney Kürdistan'dan filiz veren bir devletleşmeye doğru ilerliyor olmasıdır. Türk devleti, bir yandan bunun acısını yaşıyor, diğer yandan bu politik dramı üzerinden iştahını kabartıyor. Bu taraftan ‘PKK terörü' repliğiyle mağduru oynuyor ve toplumsal seferberlikten askeri seferberliğe, diplomatik taarruzdan ekonomik ambargoya bütün kozlarını ortaya koyuyor; ancak beri taraftan da bu mağduriyet edebiyatı üzerinden, Ortadoğu ganimetinden pay kapmanın zeminini oluşturmaya, kemik kapmaya hevesleniyor. Karşısına çıkan ilk engel, Barzani'dir. fiimdi diş bilediği odur. Bir ulusal kurtuluş ve örgütlenme deneyiminin içinden gelen, Güney Kürdistan halkının ulusal temsilcisi olarak gücünü pekiştirmiş olan, ABD emperyalizmi gibi belirleyici bir politik aktöre işbirlikçilik temelinde konumunu sağlamlaştırmış olan Barzani, Türk devletine çok açık söylüyor: ‘Ne zaman ki PKK'ye barışçıl bir siyasal teklif yaparsanız ve o da bunu reddederse, işte o zaman PKK bizim nazarımızda terör örgütü durumuna düşecektir.' Yani, PKK terör örgütü değildir, muhatap alınması gereken siyasal bir güçtür! Bu tavır, Türk sömürgeciliğini çıldırtıyor. Bu seste Talabani'yi dinlerken duydukları keklik ötüşünü işitemedikleri için çileden çıkıyorlar. (Talabani'nin ‘bir kedi bile veremeyiz' sözü, bir meydan okuma gibi görünse bile, perde arkasından bir kirli dolap çevirmenin yansıması olarak algılanabilecek kuşkular uyandırıyor.) Barzani'nin tavrında oportünizmiyle şöhret sahibi olmuş 'Mam Cemal'in kıvraklığını göremedikleri için mafya ağzıyla konuşuyorlar. fiartların artık Kürt ulusunun değişik aktörlerini birbirlerine kırdırmalarına pek de müsait olmaması, şirazeden çıkmalarına neden oluyor.
Her şeye karşın zorluyorlar; ABD işbirlikçisi Barzani ile işbirlikçi oportünist Talabani'nin dün olduğu gibi, bugün de PKK'ye karşı Türk devletine yardım etmesini umuyorlar. Ve bunu zorladıkça, karşılarında ulusal bütünlük içinde hareket eden bir Kürdistan görüyorlar. Tablo, gerçekten de cephe savaşı gibidir. Türk sömürgeciliği Kuzey'den Güney'e doğru kirli savaş cephesini genişlettiği ölçüde, karşısında parçaları adeta birleşmiş bir Kürt ulusal cephesi görüyor. Güney halkı, işgale direneceğini ve savaşacağını ilan ediyor; askeri gücünün dörtte üçünü sınıra yığıyor; büyük kentlerinde yüzbinlerin katıldığı mitingler örgütlüyor; PKK savaşçılarını Türk sömürgeciliğine teslim etmeyeceğini duyuruyor. Önceki yıllarda gerçekleşen sınır ötesi saldırılarda tavır bu değildi; zira o zamanlar Kürtler'in bir devleti yoktu! Kürt ulusunun bir devlet politikasıyla Türk devletinin karşısında duruyor oluşu ve Güney Kürdistan'ın Kuzey Kürdistan'ın evlatlarını bağrına basma, onun kaderini kendi kaderiyle özdeş tutma eğilimi, artık kaçınılmazdır. YNK ve PDK ile PKK arasında farkların olması bu gerçeği değiştirmiyor. Güney halkı ile Kuzey halkının yazgısı gerçekten de özdeşleşmiştir ve ulusal yazgı işte budur. Dört parçaya bölünmüş Kürt yurdunun Kuzey ve Güney parçalarının birbirine yakınlaşmış olması, sömürgeci saldırganlığa karşı duygu ve ruh birliğini kazanmış olması, Kürt devleti realitesinin de doğal bir sonucu olarak taze bir durumdur.
Kürt devleti realitesi, tarihsel bakımdan da yeni bir olgu olarak kaydedilmelidir. Durum, 21. yüzyılda, ulus-devlet sürecinin aşındığının ve aşıldığının öne sürüldüğü koşullarda, yepyeni bir ulus devletin kendini inşa etmesi açısından dikkat çekicidir. Burada Barzani ve Talabani'nin ABD emperyalizmiyle işbirliği içinde olduğu gerçeğinden hareketle bu ulus devletleşme sürecinin meşru olmadığını söylemek hem politik bakımdan, hem tarihsel diyalektik açısından yanlış olur. Çünkü ulusların kendi kaderini tayin hakları evrenseldir ve Kürt ulusu somut olarak kendi kaderini Güney'de böyle tayin etmektedir. Kuşkusuz bu, klasik ulus devletleşme örneklerine göre geç bir ulus devletleşme durumudur, özgündür ve bunun nedeni de emperyalizmin, sömürgeciliğin Kürt ulusunun devletleşme ve ulusal kimliği etrafında diğer bütün uluslar gibi örgütlenme hakkını bastırmış, engellemiş, terörle ezmiş olmasıdır. Nitekim bugün de özellikle Türk sömürgeciliği Kürt ulus devletleşme sürecini boğmak, engellemek istiyor. Bu anlaşılırdır; zira Türk ulus devletinin inşa süreci, başta Kürtler olmak üzere, başka ulusların ve ulusal toplulukların inkarı ve imhası pahasına oldu.
Türk militarizmi, dayandığı İttihat ve Terakki'den itibaren, ama daha Balkan savaşlarından başlayarak diğer ulusal hareketleri ve kimlikleri ezen bir gelenek içinde şekillendi. Balkan savaşları, Osmanlı'ya karşı ulusal bağımsızlık mücadelesine girişmiş kuvvetlerle Türk militarizminin ve sömürgeciliğinin çekirdeğini oluşturacak güçlerin çarpışmasıydı. Cumhuriyet'in kuruluş öncesi, sırası ve sonrasında egemen sınıf iktidarının Kürtler'e, Ermeniler'e, Rumlar'a, Ezidiler'e ve diğer ulusal topluluklara, azınlıklara kitlesel ve sistematik olarak hangi politikalarla yaklaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla bugün Türk sömürgeciliği ile Kürt ulusal güçleri arasında yaşanan ‘cephe savaşı', aslında kurulmakta olan yeni ulus devlet ile yüzyılın başında kurulmuş ve fakat şimdi çözülme korkusu yaşayan bir başka ulus devletin karşı karşıya gelmesi olarak da tanımlanabilir. Türk sömürgeciliği somutunda ezen ulus temsilcileri, Kürt devletsel oluşumu somutunda ezilen ulus temsilcilerinin ‘düş'ünde kendi ‘kabus'larını görüyorlar. Çünkü onlar, bugünkü sömürgeci ulus devletlerini, Kürt ulusunun devlet hakkını çiğneyerek, ezerek kurmuş ve tahkim etmişlerdi; kendi ülkelerinin sınırlarını başka bir ülkenin sınırlarını işgal ve ilhak ederek çizmişlerdi. Çünkü biliyorlar ki, adına Misak-ı Milli dedikleri, bir tarihsel haksızlıktı. Çünkü o politika gerisin geri dönüyor; şimdi Kürt ulus devletleşmesi, Türk resmi ideolojisini parçalıyor ve Türk ulus devletinin sınırlarını tartışmalı hale getiriyor. Çünkü Kürt ulus devleti realitesi, evet, Kürtler için bir düş kurmaksa; Türk sömürgeciliği için bir kabus görmektir. Ve bugün o gerçekleşiyor. Yüzyıl boyunca postal altında tutulmuş bir filiz boy veriyor ve postalın boyunu aşıp sömürgeciliğin gövdesine doğru uzanıyor, gözüne batıyor.
Şovenizme ve militarizme karşı savaşan, sosyal şovenizmin alanına düşmeyen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını her somut ve canlı durumda olguya uyarlamayı göz ardı etmeyen bütün devrimcilerin görevi ve sorumluluğu, sömürgeci faşist diktatörlüğü Güney Kürdistan Federe Yönetimi'ni tanımaya ve onun ulusal politik temsilcilerini muhatap almaya çağırmak, zorlamaktır. Türk devleti üzerinde bu kapsamda yapılacak politik baskı ve zorlama, sömürgeci faşist cephenin şoven ve küstah yaklaşımını teşhir etmek, bu siyasal basıncın gücü ve çapı oranında boşa çıkarmak bakımından gerekli olduğu gibi; özellikle Türk halkının ‘Kürt sorunu'nun gerçek muhatabı olarak aydınlatılması, Türk emekçilerinin doğru bilgilendirilmesi, gücüyle şoven zehirlenme sahasından uzaklaştırılması bakımından da anlamlı ve gereklidir.

*Bu yazı Devrimci Sosyalist Haftalık Gazete olan Ezilenlerin Sosyalist Alternatifi atılım Gazetesi'nin 3 Kasım 2007 tarihli sayısından alınmıştır. Kürt sorunundaki gelişmeleri sosyalist bir bakış açısıyla değerlendiren ve ‘'Kürt devleti realitesi'' tesbitini yapan yazı, yeni durumda devrimcilerin bugün de geçerli olan görevlerine vurgu yapıyor.