İçinden geçtiğimiz konjonktürde devrimci duruma doğru gidişin nüveleri birikip, çoğalıyor. Gerek dünyada, gerekse de coğrafyamızda, işçi ve emekçilerin kapitalist sistemi ve gerici faşist rejimleri sorguladıkları görülüyor. Bu arayış ve sorgulama sürecinde kitle hareketi inişli, çıkışlı bir seyir izlediği gibi, sert ve esnek biçimler alarak da kendisini dışa vuruyor. Kitle hareketinde belirli zamanlarda ortaya çıkan "daralma" veya "uzlaşma"cı biçim ve görüngüler, emekçi yığınların yeni bir dünya arayış ve yönelimini ortadan kaldırmıyor. Doğrultunun ileriye doğru oluşu, yükseliş sancısı çektiği gerçeğini değiştirmiyor.
Peki ortaya çıkan bu olanakları hakkıyla değerlendirebiliyor muyuz? Ya da bu imkanları kullanarak kitle hareketini daha ileri bir aşamaya yükseltmenin mümkün olduğunu ne kadar görebiliyoruz? Kadro ve aktivistler, kurumlar yerinde ve zamanında fırsatlardan yararlanmayı, suçluyu suçüstü yakalayarak propaganda-ajitasyonun içeriğine yedirmeyi bu bilinçle ele alabiliyorlar mı?
Kabul etmeliyiz ki, materyallerin dağıtılması, emekçilere ulaştırılmasında esasa ilişkin sorun yok. Döneme ve kimi alanlara dair, görece farklılıklar olsa da durum böyle. Sorun, ortaya çıkan olanakları sıcağı sıcağına, zamanında değerlendirme ve siyasal etki altındaki taze kuvvetleri çeşitli örgütlerde buluşturmada, bu imkanı güce dönüştürmede yatıyor. Çevre çeper ilişkilerini şu ya da bu politik gündem etrafında iş vererek örgütlü ve sistematik çalışmanın bir parçası yapabilme, enerjilerini devrimci faaliyetin sıçrama yapmasını oluşturacak kanallara akıtma kuşkusuz bu işin öncelikleri arasında yer alıyor.
Fırsatlar ve olanaklar
Bazı örneklerle meramımızı anlatmaya çalışalım. Amerikan emperyalistleri Müslüman Irak Arap halklarının kentlerini bombalıyor. Kadın, çocuk demeden katliam yapıyor. Evlere gece baskınları düzenleyip keyfi tutuklama, taciz ve tecavüzlerde bulunuyor. Bir yerel örgüt, bir kadro veya aktivist bütün bu olup bitenlerden hangi görevi çıkarıyor? Hareketsiz kalmak, uykusunu kaçırıp yüreğini derinden yaralıyor mu? Sıradan bir izleyici mi? Yoksa bu durumdan görev çıkartıp kendisi gibi aynı duygulara sahip oldukları tartışılmaz işçi ve emekçileri harekete geçirecek araç ve gereçleri mi düşünüyor. Hangisi?
Böyle bir durumdaki komünist, bir bildiri, kuş veya pulla ezilenleri aydınlatmaya çalışmıyorsa, mazlum halkların feryadını yüreğinde hissedip yürüttüğü propaganda-ajitasyona duygularını yedirip kahve ve semt pazarlarında konuşmalar yapmıyorsa, dahası işçi ve emekçileri herhangi bir basın açıklamasına, meşru kitle gösterilerine çağırıp Amerikan vahşetini teşhir etmiyorsa, görevini layıkıyla yerine getirmiş olur mu?
Devam edelim.
ABD ve İsrail siyonizmi ev yıkıyor, çocuk öldürüyor, işkence yapıyor dünyanın gözü önünde. Amerikan emperyalistlerinin, Abu Gureyp cezaevinde tutsaklara yaptığı insanlık dışı işkenceler, binlerce kadına tecavüz edilmesi gibi göz çıkaran zulümler orta yerde dururken devrimcilerin, insan hakları savunucularının, demokratik kadın örgütlerinin hemen sokağa çıkıp emperyalistleri lanetlemesinden, Irak'lı kadınların sesine ses katmasından daha meşru daha doğru ne olabilir. Eğer bunlar olmuyorsa bir terslik yok mu? Burada, sokaktan, eylemden kastedilen şey yasak savma kabilinden vicdanlarımızı rahatlatmak maksadıyla yapılan yazılı açıklamalar ya da ona tekabül eden eylemler değil elbette. Kitleleri birleşik ve sistematik bir harekete katmaktan söz ediyoruz. Devrimci tarz bu vahşetler karşısında suskun kalabilir mi? Edilgenleşip izleyebilir mi? Elbetteki Hayır!
Emperyalistler Irak işgaliyle yetinmeyeceklerini, dünyanın ama özellikle Ortadoğu'nun halklarına zulüm ve terörü dayatmak için kendisini yeni biçimler ve araçlarla örgütleyerek gösteriyor. Mevcut araçlarını bu ihtiyacına göre yeniden düzenliyor. NATO bu araçlardan biri ve bu yıl 28 Haziranda İstanbul'da genişletilmiş NATO zirvesi toplanacak. Bu amaçla hazırlıklar yapılıyor. NATO'ya karşı Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da çeşitli tepkiler gelişiyor. Bu tepkiler bir süreden beridir yoğunlaşıyor.
Mayıs, dünyada olduğu üzere coğrafyamızda da sıcak, kavga yüklü günleriyle NATO ve emperyalizm karşıtı mücadelenin büyüdüğü bir ay oldu. Mayıs ayında ölümsüzleşen, ihtilalci mücadeleleriyle bizlere ilham olan Denizlerin, Kaypakkayaların, teslimiyete karşı bedenlerini ölümsüzleştiren "dörtler"in, kayıplar mücadelesinin sembolü haline gelen baş eğmez komünist Hasan Ocak'ların mücadeleleri bu süreçte ezilenlere yeterince taşınıp, tarihsel bir süreklilik olarak anlatılabildi mi dersiniz? Kuşkusuz bu yıl, geçtiğimiz sürece göre belli bir canlanma olduğu, mücadeleye ilham olan şehitlerimizin anılarına bağlılığın bir ifadesi olarak NATO karşıtı mücadele büyütülmeye çalışıldığı açık. Ancak daha fazlasını istemek hakkımız ya da onların anılarını yaşatmanın bir gereği değil midir?
Denizlerin feda ruhundan feyz alan, onların devrimci romantizmini kuşanan aktivist NATO'ya karşı yürütülecek mücadeleyi daha etkili ve bilinçli yapmaz mı? İbrahim Kaypakkaya yoldaşın yüksek feda ruhuyla yarattığı "ser verip sır vermeme" direniş manifestosu içselleştirilip, bu faşizme karşı direniş hattının dokusuna yedirilirse, insanların kendilerine güvenleri daha da gelişmez mi? Hasan Ocak ve beyaz ölümlerde göğü fethe çıkanları, Amed zindanını bedenleriyle aydınlatan dörtlerin mücadelesini sahiplenip, emekçi insanlığa anlatmak, kavratmak bize güç vermez mi? Onların yaşamını, mücadelesini, üzerinde yükseldiğimiz değerleri "yeni" insanların elinde bir silaha dönüştürmek gücümüze güç katmaz mı?
Kendimize sormalıyız, 6 Mayıs'ta ve Kayıplar Haftasında bu amaçla neden daha fazla anmalar, etkinlikler, paneller örgütleyemedik? Bu özel takvimsel günlere yanıt olamayan, olmayı düşünemeyen bir kafa ve yürek yeni gelişmelere anında tepki verebilir mi? Bu fırsatı değerlendirip kitle mücadelesini bir adım ileriye taşıyabilir mi? Bunun ideolojik bir sorun olduğunu görmeliyiz. Hata ve zaaflarımızla yüzleşme ve hesaplaşmada bir irade ortaya koymalıyız. Şehitlerin, özgürlüğe susamış milyonların gözü üzerimizde. Ve bunu başarmak zorundayız.
Refleks aynı zamanda duyarlılıktır!
Bursa'da sosyalist bir kadın gazeteciye cinsel saldırı oldu. Açın devrimci ve komünist basına bakın. Bir çok yerel örgüt, demokratik kurum ve devrimci kadro siyasi polisin bu kirli yöntemine karşı çeşitli tepkiler gösterdi. Peki Kürdistanlı komünistler bu soruna gereken tutumu zamanında aldı mı? Özellikle bu saldırıların benzerini sıklıkla yaşayan Kürdistan'da yaşayan komünist kadınlar bir özdeşleşme örneği göstererek tepki ve dayanışmalarını neden zamanında göstermediler? Politik kitle ajitasyonu ve eyleminin konusu yapmadılar? Burada bir edilgenlik yok mu? Sosyalist bir gazeteciye veya Irak'taki kadınlara yapılan taciz ve tecavüz saldırısını kendine dert edinmeyen bir sosyalist kadın çalışması gelişebilir mi? Yerel bir odak ve kadınların ilgi merkezi olabilir mi? Kesinlikle hayır!
Devrimci ve komünist tutsaklar 19 Aralık katliamından bu yana tecritteler. Şimdi buna ulusalcı yurtseverler de eklendi. Devrimci tutsaklar can bedeli direniyor. AKP hükümeti, sermayeye diyet borcunun karşılığı olarak adli tıbbın aşağılık raporlarıyla Ölüm Orucu gazilerini yeniden tutukluyor, tek tip elbise, kölelik ve teslimiyeti dayatıyor. AKP sermaye partisi olarak, beslendiği çöplüğü korumak istiyor. Ya biz?
İnsan Hakları Derneği tecrite karşı "Bir Tuğla da Sen Sök" kampanyası yürütüyor. Kampanya yaşadığımız coğrafyadaki temel bir soruna karşı yapılıyor. Dolayısıyla sahip çıkmak başlıca görevlerimizden biri. Yabancılaşma kabul edilemez. Yeniden tutuklanmaya başlayan ölüm orucu gazileri ya da hapishanelerde tecrit ve tek tip dayatılanlar bizim yoldaşlarımız. Onlara dönük saldırılara karşı kayıtsızlık, duyarsızlık olabilir mi? Hayır seslerini duyar gibiyiz. Ancak bu soruna karşı duyarlılıkta ciddi bir sorun olduğu sizce de açık değil mi? Sınırlı ve cılız birkaç açıklama ve eylemi dışta tutarsak kampanya orta yerde duruyor. Unutmamak gerekir ki, bu tür hapishane kampanyalarında karşılıksız kalan kampanya değil, hücreden dışarıya uzanan devrimcinin elidir.
Rejimin pervasızlığında, bizim duyarsızlığımızın payı yok mudur? Devrimci tutsaklara uygulanan tecridin kırılması için hangi soruları sorduk kendimize, ne gibi görevler belirledik? Sesimizi onların sesine katmak için kaç panel, miting afiş, şenlik örgütledik? Tecridin 'insanlık suçu' olduğunu gündemde tutmak için imza kampanyası, bölgesel mitingler, faksları kilitleme, Cumartesi Anneleri benzeri belli alanlarda ve belli saatlerde düzenli oturma eylemleri vb. bütün bunlar ve daha fazlasını yapmak çok mu zor?
Devrimci, demokrat kurum ve kuruluşlar kendilerine dönüp bakmalı ve sormalıdırlar. Görevimizi yapıyor muyuz? İnsanların/insanlığın sığmayacağı hücrelere gül bedenlerin mum gibi eridiğini unutmadan. Tecridin keyfi ve ikinci bir ceza olduğunu bir an olsun akıldan çıkarmadan. Ezilmek, teslim alınmak istenenin bizim bugünümüz ve geleceğimiz olduğunu bir kenara koymadan, yeniden düşünme-li(yiz)siniz. Vakit daha geç olmadan.
Görevlere yaklaşım sorunları
Belki istisna, belki biraz uç olacak ama başka bir konudan devam edelim. Emekçilerin aydınlatılması, komünistlerin seslerinin duyurulması gereken bir zamanda, afişler gelmiş, orta yerde duruyorsa binbir emekle çıkarılan bildiriler dağıtılmayı bekliyorsa burada bir terslik yok mudur? İşçi ve emekçi milyonların aydınlatma aracı olan sosyalist gazete, işi bunları dağıtmak olanlar bürolarda otururken bu rolünü oynayabilir mi? Hal böyleyken, emekçilerin ilgisizliğinden şikayet edip, lafazanlık yapmanın, bozulma olduğunu söylemek çok mu ağır olur?
Gazetenin satışını örgütlemeyen, bir bildiriyi emekçilere ulaştırmanın heyecanını duymayan bir aktivist, taraftar ne oranda ezilenlerin acılarını hisseder, yaşamını onların kurtuluş özlemleriyle buluşturabilir dersiniz? Bir işçiyi, emekçiyi veya genci kapitalist düzenden kurtarma eylemiyle yanıp tutuşmayan bir devrimci olabilir mi? Yeniyi, eski toplumun bağrında yaratma yöneliminin 2 saatlik gazete satışıyla olmayacağı açık değil mi? Bunca devrimci olanağa, ezilenlerin yaşadığı açlığa ve zulme rağmen insanların devrimci kanallara akmasının bunca zahmetli olmasında, alanlardaki devrimcilerin eğreti duruşunun, tembelliğinin payı nedir diye sormalıyız. Her kurum, kadro ve aktivist genel değil, somut olarak sormalıdır: "son altı ay içerisinde kaç insanı aydınlattım. Kaç kişiyi örgütleyip organik çalışmanın bir ilişkisi haline getirdim". Buraya verilecek doğru yanıtlar gerek kurum, gerekse de bireylerin performansının ölçütü olacaktır.
Sahi, işi ezilenleri harekete geçirmek olanlar bu görevlerini yapmadıklarında, emperyalistler, Afganistan'da, Irak'ta işgalden vaz mı geçti? Esirlere işkence, kadınlara tecavüz etmiyor mu? Filistinlilerin evleri yıkılmıyor, çocukları öldürülmüyor mu? Sömürgeci devlet Kuzey Kürdistan'da imha amaçlı operasyonlarını durdurdu mu? Binlerce faili meçhul aydınlandı, kayıplar mı bulundu? Çocuklar sokaktan ekmek mi toplamıyor, kapısına kilit vurulup dışarı atılan işçilere iş kapısı mı aralanıyor? Her gün adeta kanıksayarak yaşadığımız taciz, tecavüz, sokak infazları ortadan kalktı mı? Sosyalist gazeteciler, demokratik kurum temsilcileri "terörist" diye tutuklanıp cezaevine konulmaktan vaz mı geçildi? Halkımızın özgürlük talebi mi karşılandı, düzmece raporlarla ölüm orucu gazileri, birkaç aylık ömrü kalmış hasta tutsaklar dışarı mı bırakıldı?
Değilse; güçlerimizi örgütlemek, ezilenleri sokağa çıkarmak kadar gerekli, doğal ve meşru ne olabilir ki? Hangi engel/ kaygı küçükle yetinmeyi, aza razı olmayı dayatıyor, sorunlar ve olanaksızlıklar önünde boyun eğdiriyor? Herkes kendine sormalı, açık yüreklilikle yanıtını vermelidir.
Karamsar değiliz. Mevcut güçlerle, fırsatları hakkıyla değerlendirdiğimizde ortaya çıkacak enerjinin, mücadeleye katılan insanın ve mevzinin, bugünkü durumun kat be kat üstüne çıkacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Mesele bunu istemek, bir plan dahilinde gerçekleşmesi için enerjik olmak, koparıp almaya kelimenin gerçek anlamında kilitlenmektir.
Bu halk hiç bir emeği karşılıksız bırakmayacaktır.
|