Aile, kan bağına dayalı, toplumun en küçük birimi olarak tanımlanır sözlüklerde. Dolayısı ile toplumun genel dokusunu oluşturan özelliklerin ve ilişkilerin örtük ya da açık biçimde aile denen kurumda kendisini yaşattığı ve yeniden ürettiğini söylemek mümkün. Fakat ne ilginçtir ki artık dilimize pelesenk olmuş bu tanım ve bilgiye rağmen devrimci bireye mücadele maratonunda en fazla patinaj çektiren olgulardan biri de aile kurumudur. Kuşkusuz Kürdistan'da faaliyet yürütüyor olmamız, kapitalist toplum ve ilişkilere feodal prangaların daha fazla eklemlenmesi bu sorunu daha yakıcı kılmakta, gündemimizi daha fazla meşgul etmektedir. Bu koşullarda ortaya çıkan tipik devrimci karakter; sömürgeciliğe duyduğu kini tereddütsüzce bir molotofun aleviyle düşmana savururken ya da düşmanla dolaysız karşı karşıya gelmekten çekinmezken, aile söz konusu olduğunda yelkenleri indirendir'
Kopuşmak Okyanuslara Yelken Açmaktır!
Devrim kopuş demektir aynı zamanda. Devrim iddiası olan kişi, yani devrimci ise, kopuşandır ve buradaki kopuşmak gereken öğeler sayısızdır. Kapitalizmin, bireylerin tüm düşünce hücrelerine sızmaya çalışarak kendini var ettiğini, asıl olarak burada kendini yeniden ürettiğini, çıplak zor araçlarıyla da, bu yeniden üretimin destek ünitelerinde patlak veren arızaları gidermeye çalıştığını hesaba kattığımızda devrimci bireyin kopuş mücadelesinin en temel alanları hakkında yeterince bir fikre sahip oluruz. Düzenle görünen değil görünmeyen bağlarımız daha fazla zorlar bizi. Burada adeta 'görünmez' bir düşman bağlar elimizi kolumuzu. Kopuşmak gerektiği sonucuna vardığımızda, düşmanımızı açığa çıkarıp, eğer hedefi doğru belirleyemezsek boşluğa düşmek işten bile değildir böylesi durumda. Dolayısıyla bilinçli ve kararlı bir şekilde açığa çıkarıp savaşmadığımız sürece tüm iyi niyetimize rağmen boşluğa sallarız kılıcımızı. Aile kurumu da nesnel durumu ile devrimci bireyi düzene görünmez bağlarla bağlayan, daha doğru bir ifadeyle bireyin düzene bağlandığı temel kurumlardan biridir. Fakat nereden çıkarıyoruz bu genellemeleri diye sorulabilir? Ya da yazdığımız cümleleri belli ezber kalıpları olmaktan çıkaran nedir? Bunları doğrulayan tüm tarihsel olgular bir yana, yanıtımız çok basit ifadeyle yaşanan deneyimler olacaktır. Her birimiz kendi yaşamımıza nesnel bir pencereden bakalım.'Ailesel' sorunlardan dolayı ektiğimiz randevuları, aksattığımız işleri düşünelim. Bu pratiğe sahip bir devrimcinin, aksattığı 'işlerin' devrimin 'işleri' olduğunu, kendi misyonunun da devrimi inşa etmek olduğunu bilince çıkardığı söylenebilir mi? İşkence tezgâhında sınanmış bir devrimcinin çelikten iradesi nedense ailesi karşısında bükülebiliyor. Neden? Burada aile bireyleri ile işkencecileri elbette aynı kefeye koymuyoruz fakat faaliyetin engellenmesini (ya da tersten ifadeyle faaliyetin sürdürülmesini) temel alacaksak bu çelişkiyi nasıl açıklayacağız? Daha somutlayarak devam edelim.
Aileleri Düzenden Koparmak!
Kimliğimizi bilen siyasi polisin ailelerimiz aracılığıyla faaliyetimizi sekteye uğratmaya çalıştığı örnekler az değil. Düşman, üzerimizde denetim kuramadığı koşullarda aileleri devreye sokarak bunu dolaylı yollardan başarabilmektedir. Çünkü aile, gerçekte emek verildiğinde devrim cephesinin de bir 'kurumu' olabilecekken sayısız örnekte görüldüğü gibi çoğunlukla bizi geriye çeken 'zayıf karnımız' haline geliyor. Düşman değil ama aile bizi 'dize' getirebiliyor. Ailenin bu 'kudreti' nereden geliyor? 'Aile sevgisi' denen duyguların ve bunun yönlendirdiği ilişkilerin bu gücün uygulanmasında payı olabilir mi? Buna hiç kuşku yok. Fakat asıl neden yine de bu değil, ailelerin -henüz devrimcileştiremediklerimizi kast ediyoruz- düzeni yeniden üreten konumlanışları ve bağlarını "sevgi" adına, bireyciliklerini dayatmalarını görmezden gelemeyiz. Düşünün isterseniz, devrimcilik yaptığını bildiği kızına ya da oğluna "yanımızda olmazsan yaşayamayız" diyen pek çok aile, üç kuruşluk memur maaşı alsın diye onların kendilerinden binlerce kilometrelik kentlere gitmesine hiçbir itiraz geliştirmiyor. Ailelerin, çocuklarına duydukları sevgi vardır kuşkusuz. Ama ailelerin doğal kabul ettikleri -doğrusu düzenin onlara "doğru" diye kabul ettirdiği- bir dizi "nesnelliği" hiç tereddütsüz kabul ediyorlar. "Oku, çalış, işe gir. Görev yerine git, evlen çoluk çocuğa karış. Kocanın, ya da işinin gerektirdiği yere git." Bütün bunlara hiçbir ailenin itirazı yoktur. Çünkü onlara göre doğal olan budur. Peki bu doğallığı yaratan kimdir? Elbette ki, sömürü düzeni! Aile bireyleri arasındaki bağ ve duygunun belli bir sevgiyi içerdiği kuşku götürmez ve yine kuşku götürmez ki parti aile düşmanı değildir. Fakat verdiğimiz örneklerde olduğu gibi eğer komünist birey için bu sevgi, faaliyete ket vuruyorsa o kişi bencilleşen bir ilişkinin kölesi olmuştur...
Devrimci yaşamını kendisi ve ezilen milyonlar adına, onurlu ve insanca bir yaşam mücadelesi üzerine inşa eden komünist için tüm ilişkiler, tüm sevgiler ancak bu gerçeğe tabi kılındığında anlam kazanır. Bu, yaptığı işin meşruiyetine inanan, bunu her haliyle yaşayan insanlarla mümkündür. Yaptığını savunamayan, yaptıkları önündeki engelleri aşma iradesi gösteremeyen devrimcilerin bocalamaları kaçınılmazdır. Sayısız genç devrimcinin başına gelmiştir. Kişi, mücadeleyle çeşitli düzeyde ilişkiler geliştirdiğinde muazzam bir kuşatmaya alınır. Tehditler, dayaklar, engellemeler, duygu sömürüleri, mali kuşatma, "biz de bu yollardan geçtik, bu işlerin sonu yok", "okulunu bitir, işe gir sonra ne yaparsan yap" "evlen kocaya git, sonra ne halin varsa gör", "sana saygı duyarız ama yanımızda kalırsan" sözleri böylesi süreçlerin tipik uygulamalarıdır. Kalp spazmı geçiren ana-babalar, evde huzur bırakmayan abiler, ablalar, hedef kişi kendilerinin istediği noktaya gelince tümüyle bu pozisyonlarını terk eder, sihirli bir el değmiş gibi iyileşir, sağlıklarına kavuşurlar! Kızını ya da oğlunu bir dakika bile yanından ayırmaya "dayanamayan" anne-babalar, onları yıllarca göremeyecekleri yurt dışına yollamaya tereddüt bile etmezler. Buradaki temel sorun şudur: Onların sevgisinin içeriği nedir? Bu soruyu her bir devrimci kendine sormalıdır. Sadece koruma duygusu diyebilir miyiz? Peki onların bu korumalarının içeriğinin çoğunlukla düzeni korumakla aynı anlama gelmesi tesadüf mü? Onların karşı çıktıkları oğullarının ya da kızlarının kendi başlarına bir yaşam kurması, uzaklara gitmesi ya da evden ayrılması değil ki! Onları ilgilendiren "ne için, ne uğruna" bu eylemin yapıldığıdır. Örneğin devrimci bir amaç için çocuğunun başka bir alana gitmesine katiyen izin vermeyen aileler, aynı çocuğun üç kuruşluk iş için, üniversite için, birkaç Euro için yanından gitmesine eğer ses çıkarmıyorlarsa, bu sevginin, korumanın içeriğine renk verenin düzen olduğu açık ve nettir.
Kuşkusuz ki her sevginin bir içeriği vardır. Anne sevgisi, baba sevgisi, çocuğun onlara duyduğu sevgi insanidir. Değerlidir. Ne var ki, insan olarak zerre kadar sevgiyi hak etmeyen bir kimse, sırf baba ya da anne diye sevilebilir mi gerçekten? Bu soruları sormaktan korkmayacağız.
Aileler, kazanıldıkları ölçüde devrimin de yılmaz savunucuları haline gelebilirler. Onların bize karşı çıkan bilinçleri düzenin bilinci, dolayısıyla duyguları da düzenin şekillendirdiği duygulardır. Tersi de pek ala mümkündür. Devrimin bilinci ve duyguları da pekala aileleri yönetecek hale gelebilir. İşte, oğullarının kızlarının bayrağını yükseltmeye çalışan onur abidesi ana-babalarımız. İşte ulusal mücadelenin bir parçası haline gelen, ölümsüzleşen kızları ve oğullarına rağmen onların naaşları ya da anıtlıkları yanında tüm gençleri yüreğine basan yitirdiği evlatları ile onur duyduğunu düşmanın yüzüne bağıra bağıra haykıran ailelerimiz. İşte beşikteki bebeklerini gerillaya yetiştiriyorum diye gururla gösteren sayısız anamız'
Bunlar da bu halkın ve ailelerin gerçeğidir. Bütün mesele, yaptığına inanan, yaptığının arkasında duran ve kararlılığı ve onurlu eylemiyle ailesini değiştirme iradesi gösteren devrimcilerde bitiyor. Bunun bir yolu, kapıyı çekip gitmekten geçse bile!
Aileleri ikna etmek için kararlılık, sabır ve uzlaşmazlık gerekiyor. Bir de inancının gerektirdiği gibi yaşamak. Bu yaşamın güzelliklerini bizatihi uygulamada göstermek. Devrimcilikten söz eden ama saatlerce uyuyan, eşitlikten söz eden ama feodal bir erkek gibi davranan, onurdan söz eden ama yalan söyleyen bir kişinin ikna gücü ne kadar zayıfsa, tersi de o kadar güçlüdür. Unutmayın ki, inandıklarını yaşama geçiren, kendini değiştiren ve kararlı bir insandan daha ikna edici bir şey yoktur!
|