Nisan 2002'de toplanan 3. Parti Kongremizden günümüze politik ve toplumsal gelişmeler bir rejim krizi olarak yönetememe krizini derinleştirdi. Giriştiği manevralar, attığı geri adımlar faşist diktatörlüğün ideolojik hegemonyasının "egemen birleştirici, yönlendirici niteliklerini" etkisizleştirme sürecini durduramadı. Tersine, olaylar, süreci hızlandırdı. İdeolojik hegemonya krizinin şiddetlenmesiyle rejim krizine yol açan mücadelenin bağrında büyüdüğü sorunların yeniden tanımlanması, egemen sınıflar ve güçlerinin tümünün gündemi haline geldi. Bu durum, karşı devrim cephesinde iki blok biçimindeki saflaşmanın kabuklarını çatlatarak, blokların her biri içinde sürtünmelere, gerilimlere yol açmakla kalmadı, ordu, MİT, polis ve silahsız yüksek bürokraside kamplaşmaları, bölünmeleri güçlendirdi. Denilebilir ki, günümüzde tüm devlet kurumlarının, "MGSB'' ve "değişim" blokları etrafında iç saflaşmalar ciddi bir düzey kazanmıştır. Ordu ve silahsız yüksek bürokrasi esas alındığında sürecin '' MGSB'' bloğuna kan kaybettirdiği görülmektedir. Bu olgular, birincisi; Kürt ulusal demokratik talepleri etrafındaki gerilla ve ulusal kitle savaşımı; ikincisi; 28 Şubat sonrasının yeni politik İslamcı partisi AKP'nin seçim başarıları, üçüncüsü; işçi sınıfı ve ezilenler cephesinin özgürlük ve adalet eksenli mücadelesi, dördüncüsü; AB üyeliği için görüşmelerin başlaması ve beşincisi; ABD emperyalizminin bölge politikasında Türkiye'ye daha aktif bir rol vermesi tarafından koşullandılar. Bir aşamadan itibaren, Irak'ın ABD tarafından işgali altında kurulan (Güney) Kürdistan Bölgesel Yönetimi de nesnel olarak duruma etki eden önemli uluslararası faktörlerden biri haline geldi. Emperyalist küreselleşme politikalarının uygulanmasının AKP eliyle hızlandırıldığı aynı dönemde özelleştirme adeta sınırlarına vardırılırken, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik yeni tipte saldırılar belirli başarılar kazanırken, uluslararası tekeller, yerli ortağa gerek duymaksızın ekonomik ve mali alanda pazara doğrudan hükmetme paylarını arttırdılar. Emperyalizme bağımlılık bir mali-ekonomik sömürge olma yönünde derinleşti. Kapitalist tekellerin büyük karlar elde ettikleri bu süreçte, yoksulluk işçi ve emekçilerin yeni kesimlerini pençelerine aldı ve ağırlaştı. Kentlerin toplam nüfusa oranı yüzde 70'e ulaştı. Köylerden göçle gelenlerin şahsında proletarya saflarının genişlemesine karşın, ana gövdeleri sanayi ve hizmet sektöründe istihdam edilmediği için işçi kültürü, işçi disiplini ve işçi psikolojisi dışında kalan bu büyük kitle, kronik işsizler ordusunu misliyle çoğalttı. Dönemin koşulları içinde cemaatçi ilişkilerin bir parçası oldu. Küçük köylü tarımının yıkımı köyden kente göçü yeniden kitleselleştirdi. Politik rejimin niteliğini sergileyen turnusol kağıdında, yani Kürt ulusal sorununda "rejime nefes aldırmak, üzerindeki politik basıncı azaltmak ve kitle temelini genişletmek" umuduyla ''MGSB" ve "değişim" bloklarının konsensüsüne dayalı olarak inkar cephesinde kimi dar ve zayıf ödünler gündemleştirildi. Bunlar, sınırlı ve koşullu Kürtçe TV, radyo yayını, özel kurumlarda Kürtçe öğrenimi ve Kürtçe müzik serbestisi, vb. biçiminde pratikleştirildiler. AB'ye giriş ve burjuva demokrasisine tedrici geçiş propagandasıyla birleştirilerek, bu geri adımlar etrafında bir yatıştırma kampanyası örgütlendi. Kürdistan devriminin İmralı üzerinden yenilgisi, Irak işgali karşısındaki beklentilerin yarattığı kimi politikalar, vb. inkarcı sömürgeciliğin umutlarını arttırdıysa da, PKK'nin 2004 Haziran çıkışından sonraki süreçte tüm bunlar boşa çıktı. Gerilla ve ulusal kitle hareketi ilhakçı sömürgeci faşist rejimi, inkar cephesinde devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayına kadar geriletti. Son birkaç yılda ulusal demokratik hareketin kazandığı düzey rejim krizini yeniden ağırlaştırdı. İçindeki çatlağa karşın, 2002 Kasım seçimlerinden sonra, arkasındaki ABD desteğini de gözeterek AKP'nin tek başına hükümet kurmasını ve sürdürmesini, onu fiili ve yasal (Çankaya-Anayasa Mahkemesi) kıskaçta tutarak kabullenen, politik İslamcı kitleyi "milli görüş" gömleğinden soyarak ve tarikat sınırları dışına çıkararak, rejimin laiklik çerçevesiyle barışmaya, uzlaşmaya yöneltme politikası güden generaller partisi, bu yolla rejim krizinin dinamiklerinden birini etkisizleştireceğini umdu. Ancak olaylar bambaşka bir şekilde gelişti. Koalisyon hükümetleri buhranına son vererek, AB'ye giriş yönünde kimi somut ve hızlı adımlar atarak, IMF'ye uyumu esas alarak, emperyalist küreselleşme politikalarını uygulama kararlılığı sergileyerek, sermaye oligarşisinin güçlü desteğini alan AKP, 2007 seçimlerinde elde ettiği başarılarla, Gül'ü Çankaya'ya çıkardı ve politik İslamcılık siperindeki tekellere, sermaye gruplarına sağladığı imkanlarla yeni mevziler elde etti. Tüm bunlar, rejim krizinin bir etkenini ortadan kaldırmak şöyle dursun, durumu daha da şiddetlendirdi. Demokratik alevi hareketini çözmek, zayıflatmak için bir yandan, Alevileri kitlesel olarak düzene-rejime bağlayacak çalışmalar yürütülürken (İzzettin Doğan grubunun desteklenmesi, şeriat tehlikesine karşı Alevilerin laiklik etrafında toplanmaya çağrılmaları, Kürt ulusal mesafeli olmaları için yürütülen karşı devrimci çalışmalar, Fettullah Gülen teşkilatının ve AKP'nin Kürt ve daha fazla Türkmen Alevilerinin geri kesimleriyle ilişkilenme yönelimi vb.), bir yandan da, demokratik alevi talepleri karşısında, "alevi realitesi"ni kabul ediyoruz, sorun gündemimizdedir, çözeceğiz tarzı yatıştırma politikası izlendi. "İftarlar", "çalıştaylar" düzenlendi. Ne var ki bütün bunlara yanıt, zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın lağvedilmesi, Alevi köylere cami yapımına son verilmesi, Alevilere karşı her türlü ayrımcılığın sona erdirilmesi ve kitle kıyımlarının hesabının verilmesi başta olmak üzere, değişik demokratik taleplerin yükseltildiği Ankara mitingleri ve 2 Temmuz'da Sivas'ta yapılan anmalara katılımın on binlere ulaşması oldu. Rejim üzerindeki demokratik alevi basıncı daha da güçlenmiş biçimde sürüyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin özgürlük, adalet ve halklara eşitlik talep ve mücadelesini devlet terörüyle bastırma ve AB çözümü vaadiyle yatıştırma politikası izleyen diktatörlük, ele alınan dönemde, faşist 12 Eylül anayasasını ve ona uygun temel yasaları korudu. Basın açıklaması, dermek kurma vb. haklardaki sınırlı genişlemenin ötesinde geri adım sayılabilecek herhangi bir düzenlemeye bile gitmedi. Bırakalım politik özgürlük uğruna devrimci savaşımı, söz, gösteri, toplantı, basın ve örgütlenme haklarının burjuva demokratik çerçevede genişletilmesi mücadelesine bile faşist zorbalıkla cevap verildi. TMY, PVSK ve CİK'te yapılan değişikliklerle, devlet terörünün, adaletsizlik ve zulmün yasal sınırları genişletildi. Gözaltılar, tutuklamalar, gazete-dergi toplatma ve kapatmalar, dava üstüne dava açmalar sürdü. Sendikal örgütlenme ve grev hakları etrafındaki yasal ve fiili cendere sıkıca korundu. Polis cinayetleri, keyfi gözaltılar, telefon dinlemeleri, elektronik gözetleme yeni boyutlar kazandı. F tiplerinde ve İmralı'da tecrit an ağır haliyle devam etti. Hrant Dink, Rahip Santrano ve Malatya Zirve Yayınevi örneklerinde simgelendiği üzere ulusal topluluk aydınlarına ve Hıristiyan inancı temsilcilerine yönelik katliamlar ve çeşitli saldırılar düzenlendi. İşkence, gözaltında tecavüz, yargısız infaz ve gözaltında kaybetme suçluları ve sorumluları için devlet himayesi çarkına dokunulmadı. Gazi, Ümraniye katliamlarından hapishane katliamlarına, polis, jandarma cinayetlerinden polisin "dur ihtarına uymadı", "nezarethanede ölü bulundu" cinayetlerine, gecekondu yıkımlarından işten atılmalara, mahkemelerin hukuksuzluk üretmelerinden, faşist yasaların sonuçlarına, deprem ve sel mağduriyetinden mezarda emekliliğe, iş cinayetlerinden demokratik hakların kullanılmasının önlenmesine ve sayısız siyasi, toplumsal, hukuki adaletsizliğe karşı yükseltilen sesler boğulmaya çalışıldı. Kürt halkımızın sömürgeciliğe karşı ulusal hak eşitliği, ulusal toplulukların ve Alevilerin demokratik hakları, ırkçı-faşist yok sayıcılığa kurban edildi. Bu nedenle, faşist diktatörlük gerek devrimci işçi emekçi iktidarı, gerekse de burjuva demokratik rejim talebinin basıncından kurtulamadı. Tersine üzerindeki yük daha da arttı. Diktatörlüğün yönetici güçleri, 2002'den günümüze kadarki süreçte de, egemenliklerini sürdürme, rejimin kitle tabanını genişletme, politikalarına destek sağlamak için, dönem dönem ve önceliklerine bağlı tarzda emekçi ve ezilen yığınları Türk-Kürt, laik-şeriatçı, Sünni-Alevi biçiminde saflaştırma yöntemini kullanmayı sürdürdüler. Bununla, kimi süreçlerde Kürt halkımıza karşı gerici bir iç savaşı kışkırtmak, Kürt yurtseverlerine ve devrimcilere karşı linç saldırıları örgütlemek, kimi dönemlerde politik İslamcıları hükümetten ordu desteğiyle alaşağı etmek, yeni seçim başarıları kazanmasını engellemek, kimi koşullarda ise demokratik alevi taleplerini veya ulusal toplulukların sesini boğmak hedefi güttüler. Böylesi süreçlerin tümünde tipik olan, ırkçılığın, şovenizmin, faşist zorbalığın, yalana dayalı psikolojik savaşın ve kontrgerilla provakosyonlarının yoğunlaşması, genel toplumsal atmosferin ablukaya alınması ve gündemlerin yönlendirilmesidir.
|