Kapitalizm tarihinin en derin, en yaygın, en köklü, en sarsıcı ekonomik bunalımlarından birini yaşıyor. 1) Mali piyasalarda görülen kriz, giderek bir fazla-üretim krizine, bir dünya ekonomik krizine dönüştü. Sermayeye dayalı üretim biçiminde toplumsal ve bireysel ihtiyaçları karşılamak için değil, artı değer elde etmek için üretim yapılır. Bu, sermaye için sermaye üretimidir. Sermaye işçinin emeğinin bir bölümüne karşılıksız olarak el koyarak kendini üretir. Burjuvazi işçiyi sömürür. Sermayenin sömürgenliği işçi sınıfının üretim sürecinde doğrudan sömürüsü ile sınırlı değildir. Burjuvazi kentin ve kırın küçük meta üreticilerini ticari sömürüye tabi tutar. Gelişkin sanayi ülkeleri sanayileşmede geri kalmış olanları iktisadi ve mali avantajlarına dayanarak sömürür. Ama yanı zamanda kapitalist kapitalisti dolaylı biçimde sömürür. Küçük kapitalistlerin işçilerden sızdırdığı artı değerlerin bir bölümü salt kar oranlarının eşitlenmesi yoluyla değil, mali ve ticari binbir dalavereyle daha büyük kapitalistlerin kasalarına akar. Dolaylı ve dolaysız vergilerle, devlet eliyle, emekçilerin burjuvazinin çıkarına soyulması; emekçilerin kredi kartları yoluyla bankalara borçlanmaları sağlanarak günlük tüketim harcamaları üzerinden mali sömürüye tutulmaları da unutulmamalıdır. Bütün bu doğrudan ve dolaylı sömürü biçimleri esas tüketicilerin, işçilerin, küçük meta üreticileriyle geniş halk yığınlarının ellerindeki parayla alabileceklerinden çok daha büyük bir mal kitlesinin piyasayı doldurması sonucu doğurur. Daha çok artı değer elde etmek için daha büyük üretim, daha çok kar elde etmek için daha yüksek sömürü derecesinin kaçınılmaz durağıdır bu. Bir yandan, dağlar gibi mal birikir; diğer yandan toplumun alım gücü o malları almaya yetmez hale gelir. Satılabileceğinden daha çok meta üretilmiştir. Malın 'çok'luğu ya da 'fazla'lığı toplam toplumsal ve bireysel ihtiyaçların üstünde olmasından değil emekçilerin onları satın alacak yeterli paraya sahip olmamalarından dolayı oluşur. O mallar insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, sermaye olarak ve sermayeye dönüştürülmek amacıyla üretilmiştir. Bu nedenle 'fazla üretim' gerçekte fazla sermaye üretimidir ve kapitalizmin belirli periyotlarla kaçınılmaz biçimde krize yuvarlanmasının nedeni ürünlerin bu sermaye niteliğidir. ABD'de başlayan krizin de sebebi sermayenin bu özelliğidir. ABD'de kriz emekçi kitlelerin alım güçlerinin gerilemesiyle, tüketime ayırdıkları payın azalması ve borçlarını ödeyemez duruma düşmeleri sonucu baş göstermiştir. Kişisel tüketimin GSYİH'daki payı 1991-2000 yılları arasında yüzde 67,4'den 2001-2007 arasında yüzde 70,1'e çıkmışken reel ücret artışı yüzde 0,5'den 0,4'e gerilemiştir. Ücretlerdeki artış düşerken tüketimdeki yükselmenin bir nedeni gelir dağılımındaki bozukluğun devasa boyutlara tırmanması, lüks ve sefaletin birbirini üretmesidir. ABD'de 1950 ila 1970 yılları arasında nüfusun yüzde 90'ının elde ettiği her 1 dolarlık gelir artışına karşılık en üstteki yüzde 1'i oluşturan en zengin kesim fazladan 162 dolar elde ediyordu. 1'e karşı 162'lik bu artış kendi başına büyük bir eşitsizliğe işaret eder. 1990-2002 yılları arasında eşitsizliğin ulaştığı düzey ise dudak uçuklatıcıdır: alttaki yüzde 90'nın elde ettiği her bir dolarlık artı gelire karşılık en üstteki zengin yüzde 1'in elde ettiği, fazladan 18 bin dolardır. 1'e karşı 18 binlik artış! Zenginlerin servet birikimi bu denli büyürken reel ücretlerde görece gerileme bir yana orta sınıf ailenin reel gelir artışı 1,0'dan -0,5'e düşmüştür. Aile geliri üzerinden bakınca mutlak yoksullaşma yüzünü gösterir. İstihdam artış oranları ile özel yatırım ve hükümet harcamaları arasındaki ilişki de ABD ekonomisindeki tıkanmanın başka bir açıdan resmini verir bize. GSYİH Payı 1961-1970 1971-1980 1981-1990 1991-2000 2001-2007 (%) Kişisel tüketim 61.8 62.5 64.7 67.3 70.1 Özel yatırım 15.5 17.0 16.7 15.7 15.9 Hüküme harcamaları 22.2 20.8 20.6 18.6 18.9 Net ihracat 0.6 -0.3 -1.9 -1.5 -4.9 Tablodan görüyoruz ki 71-80 yılları arasında, önceki on yıla göre özel yatırımlarda artış olmuş sonraki iki onyıl düşmüş ve 2001-2007 aralığında çok küçük bir yükseliş kaydetmiştir. Hükümet harcamaları ise düzenli olarak gerilemiş, Eylül 2008 krizi öncesi dönemde önemsiz bir artış göstermiştir. İstihdamdaki artış yüzdesi ise aynı yıl aralıkları itibariyle yüzde 1,8'den 1971-80'de 2,4'e yükseldikten sonra 1,8, 1,4, 0,9 oranlarında gerçekleşerek istikrarlı biçimde gerilemiştir. Özellikle de 2001-2007 yılları arasında yatırımlarda ve hükümet harcamalarında önceki on yıla kıyasla hemen hemen bir değişim görülmezken istihdamdaki artışın 1,4'ten 0,9'a gerilemesi reel ücretlerdeki gerilemeyle bir arada düşünüldüğünde işsizlik ve yoksullaşmanın ABD emekçilerini nasıl sarmalına aldığı görülür. Daha az işçi daha düşük ücretle çalışmasına karşın kişisel tüketimdeki artışı salt lüks tüketimin patlamasıyla izah etmek eksiklik olur. Zira ABD'nin en zengin yüzde 1'i 14 bin aileden oluşmaktadır. Bu küçük azınlığın lüks harcamaların milli gelir içindeki etkisi bu denli yüksek olamaz. Daha az insan daha düşük ücretle çalışsa da esas tüketicilerin, emekçilerin tüketimi yine de artmıştır. ABD'li emekçiler ABD'li mali tekellerin teşvikiyle bu genel yoksullaşmayı daha fazla borçlanarak kapatma yoluna gitmişlerdir. 1961-1970 yılları arasında hane halkı borç-gelir oranı yüzde 67,9'ken bu oran 1991-2000 yılları arasında 94,5'e ve 2001-2007 yılları arasında yüzde 122'ye yükselmiştir. Borç kazancın yüzde 20'sinden fazla artmıştır. Bunun daha fazla sürdürülemeyeceği açıktı. Bu gerçekler salt ABD'ye ilişkin değildir. Bütün gelişkin kapitalist ülkelerde durum az çok benzerdir. Krizin merkez üssü ve dünyanın en büyük ekonomisi olması bakımından belirleyici öneme sahip olması nedeniyle onu esas aldık 2) 2007 Ağustos'unda ABD konut piyasasında başlayan durgunluk bir anda dünyanın dört bir yanında borsaların tepetaklak olmasına yolunu açmıştı. 2008 Ocak'ında ABD'nin resesyona girme ihtimali dahi dünya borsalarını yeniden başaşağı etmeye yetmişti. Eylül 2008'de ise bu mali sarsıntıların kapitalist dünyayı girdabına alan ekonomik krizin sirenleri olduğu açığa çıktı. Giderek bütün ülkeleri kıskacına alan bir dünya ekonomik krizine, bir başka deyişle dünya fazla üretim krizine dönüştü. ABD ve Avrupa'nın pek çok ülkesinde bir çok büyük banka, sigorta şirketi ve ardından sanayi tekeli iflas etti. Krizin hızını kesmek için kapitalist devletler trilyonlarca doları (IMF bunun 12 trilyon dolar gibi devasa bir tutar olduğunu açıkladı) halkın sırtından tekellere aktardı. Birçok mali ve sanayi tekeli devletin koruyucu şemsiyesi altına alındı. Yine de bu önlemlerin hiçbiri krizi durdurmaya ve süreci tersine çevirmeye yetmedi. Bu krizin ağır ve yıkıcı olduğunun bir başka kanıtıydı. Dünya Bankası'nın tahminlerine göre Nisan 2008-2009 arasında sanayi üretimindeki düşme Japonya'da yüzde 34, Almanya'da yüzde 22, Rusya'da yüzde 17, Brezilya ve ABD'de yüzde 13 dolayındadır. Keza ticaret hacmi Rusya'da yüzde 38, Japonya'da yüzde 36, Brezilya'da yüzde 29, Çin ve Almanya'da yüzde 23, ABD'de yüzde 16 daralmıştır. OECD 2009 yılının bütününde dünya ticaretindeki daralmanın yüzde 16'yı bulacağını tahmin etmektedir. 2009 yılında dünya ekonomisinin küçüleceğine dair kimsenin kuşkusu kalmamıştır. 2010'a ilişkin bir çıkış beklentisi olsa da kriz öncesi düzeyin sonraki yıllarda dahi yakalanabileceğini bekleyenler hemen hiç yoktur. 3) Kapitalizm dünya çapında bir fazla sermaye üretimi krizi ile karşı karşıyadır. Bu sermaye üretiminin içsel çelişkilerinin şiddetle kendini dünya çapında dışa vurduğu gösterir. Krizin etki düzeyi ve çapı bugüne kadarki gidişatı itibariyle 1929-30 krizinden daha sarsıcıdır. Bu tanımlama doğru ama buradan bırakılırsa eksiktir. Kapitalizmin her krizi gibi her dünya krizi de onun içsel çelişkilerinden doğan gerilimin daha fazla sürdürülememesi nedeniyle, yıkıcı patlamalara yol açmasının ifadesidir. Ama sermaye üretimi de tarihsel bir olgudur. Her kriz sermaye üretiminin daha ileri bir aşamasında patlar. Her tarihsel olgu gibi sermaye üretiminin de gelişme ve gerileme, yeşerme ve çürüme, kendi koşullarını üretme ve kendi koşullarını tüketmeye denk düşen dönemleri vardır. Bilhassa dünya krizleri çelişkilerin olduğu kadar sermaye üretiminin hangi tarihsel eşikten geçtiğini dışa vurması bakımından kapitalizm tarihine özel bir öneme sahiptir. 1860'ların sonlarında patlayan kriz serbest rekabetçi kapitalizmin ömrünün tükenmekte olduğunu gösteriyordu. Ama aynı zamanda tekellerin doğuşu ve hız kesmeyen sanayi devrimi gelişmiş kapitalist ülkelerin dünyanın geri kalanını feth etmesinin yollarını döşüyordu. Bir kapı kapanırken daha büyük bir kapı açılmaktaydı. Engels bu döneme dair şunları belirtiyordu: "1867 bunalımından beri çok derin değişiklikler olmuştur. Ulaştırma ve iletişim alanlarındaki dev gelişme-okyanuslardaki şilepler, demiryolları, telgraf, Süveyş kanalı gerçek bir dünya piyasasını bir olgu haline getirmiştir. İngiltere'nin sanayideki eski tekeline bir takım eski sanayi ülkeleri rakip çıkmıştır; dünyanın her yanında, Avrupa'daki fazla sermaye yatırımı için, uçsuz bucaksız ve çeşitli alanlar açılmış, böyle daha geniş bir alana dağılması ve yerel aşırı-spekülasyonları daha kolay önlenmesi olanağı sağlamıştır. Bütün bunlar aracılığı ile eski bunalımı üreten ortamlar ve bunların gelişmesini sağlayan olanaklar ya yok edilmiş ya da çok azaltılmıştır. Aynı zamanda, karteller ve tröstler karşısında, iç piyasada rekabet gerilediği halde, dış piyasalarda, İngiltere dışında bütün büyük sanayi ülkelerinin çevresini çevirdikleri koruyucu gümrük tarifeleri, dünya piyasasına kimin egemen olacağını kararlaştıracak olan, son genel sanayi savaşı için yapılan hazırlıklardan başka bir şey değildir. Şu halde, eski bunalımların yinelenmesine karşı işleyen etmen, kendi içerisinde gelecekteki çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır" (abç) 1929'da borsa çöküşüyle baş gösterip 1930'lu yılların ikinci yarısını etkisi altına alan "büyük bunalım" Engels'in tarif ettiği "güçlü bunalım tohumları"nın olgunlaşarak patlamasının ifadesiydi. Stalin, 1929-30 bunalımını "Şimdiye kadarki dünya ekonomik bunalımlarının en ciddisi ve en derini" olarak nitelendiriyordu. Ona göre bu da öncekiler gibi bir aşırı üretim bunalımıydı, ancak önceki krizlerin basit bir tekrarı olarak değerlendirilmemeliydi. Stalin özel durumları şu karakteristik olgularla betimliyordu: 1) Kriz kapitalizmin başülkesi, kalesi, bütün dünya ülkelerinin toplam üretim ve tüketiminin yarısını elde toplayan ABD'yi etkilemiştir. Bu krizin etki alanı genişlemekte ve şiddetini arttırmaktadır. 2) Kapitalist ülkelerde sanayi krizi, tarım ülkelerindeki tarım kriziyle aynı zamana gelmekle kalmamış iç içe geçmiştir. Bu ekonomik krizi derinleştirmektedir. 3) Bugünkü kapitalizm eski kapitalizmden farklı olarak tekelci kapitalizmdir. Aşırı üretime rağmen metaların yüksek tekel fiyatlarını korumak için kapitalist birliklerin mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Krizi, metaların ana tüketicisi olan halk kitleleri için özellikle acı ve yakıcı hale getiren bu durum krizi kaçınılmaz olarak uzatacak ve hafiflemesine engel olacaktır. 4) Bugünkü ekonomik kriz, daha emperyalist savaş döneminde başlamış olan ve kapitalizmin temel direklerinin altını oyup ekonomik krizin başlamasını kolaylaştıran kapitalizmin genel krizi temelinde gelişmektedir. Bu genel krizin anlamı nedir? Bu "emperyalist savaşın ve onun sonuçlarının, kapitalizmin çürümesini güçlendirdiği ve bünyesini alt üt ettiği, bütün bir savaşlar ve devrimler çağında yaşadığımız, kapitalizmin artık dünya ekonomisinin biricik ve her şeyi kapsayan sistem olmadığı, kapitalist ekonomi sistemi yanında gelişip güçlenen, kapitalist sisteme karşı çıkan ve salt varlığıyla bile kapitalizmin çürümüşlüğünü gösteren ve onun temellerini sarsan sosyalist sistemin varolduğu anlamına gelir. Ayrıca bu, emperyalist savaşın ve SSCB'de devrimin zaferinin, emperyalizmin sömürge ve bağımlı ülkelerdeki temel direklerini sarstığı bu ülkelerde artık işlerini eski tarzda yürütme gücüne sahip olmadığı anlamına gelir". Bu ayrıca, savaş sırasında ve sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde eski kapitalist ülkelerde de rekabete yönelen "genç kapitalizmlerin doğup büyümesi anlamına gelir" Ve aynı zamanda bu, "savaşın kapitalist ülkelerin çoğuna, işletmelerin müzmin az-kapasiteyle çalışması ve yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşen milyonluk işsizler ordusunun varlığı biçiminde zor bir miras bıraktığı anlamına gelir." Bugünkü krizle karşılaştırıldığında krizin kapitalizmin başülkesinde patlaması, ileri ve geri kapitalist ülkeleri kapsaması anlamında iç içe geçmişliği, tekelci kapitalizmin ürünü olması unsurların krizi daha derinleştirmesi bakımlarından benzeştiği söylenebilir. Ama bu yine de bugünkü krizin eskisinin basit bir tekrarı olduğu anlamına gelmez. Her şeyden önce sanayi ve tarım ülkeleri ayrımı, son yıllarda geri ülkelere sermaye akışı nedeniyle önemli ölçüde değişmiştir. 1930'ların "tekelci kapitalizmi" bugünkü tekelcilik yanında çok "genç" kalır. Bugün kapitalizmin çok daha derine işlediği bir dönemde yaşıyoruz. "Kapitalizmin genel krizi" olarak tarif edilenler bakımından ... az kapasiteyle çalışma ve sürekli işsizler ordusu bugünkü krizin öncesinde de görülen karakteristik olgulardı. Ama ne sosyalist ülkelerin varlığı ne de genel olarak diğer belirtilenler göz önüne alındığında bir benzerlik söz konusudur. Bu Stalin'in söz ettiği genel krizin aşıldığı anlamına gelir mi? Evet. Bu, bugün kapitalizmin bir genel kriz içinde olmadığı anlamına gelir mi? Hayır. Eylül 2008 krizi kapitalizmin genel krizi koşullarında meydana geldi. Ama bu genel kriz 20. yy'ın ilk yarısında da etkili olan genel krizin basit bir tekrarı değildir. Kapitalizmin genel bunalımı ikinci paylaşım savaşı ve sonrasında daha da ağırlaşmıştı. Yeni sosyalist ülkeler doğmuş, sömürgelerdeki kurtuluş savaşları kapitalizmin etki alanını daha da daraltmış ve onun genel bunalımını ağırlaştıran yeni koşullar yaratmıştı. Buna karşın, paylaşım savaşından yenilgiyle çıkan emperyalist devletler, rekabet savaşının dışına düştüler. ABD dışındaki galipler safındaki kapitalist ülkeler de güç kaybettiler. ABD dünya kapitalizminin tam anlamıyla belirleyici-sürükleyici kuvveti haline geldi. Sosyalist kamp ve antiemperyalist kurtuluş savaşlarına karşı emperyalist devletler arasında rekabet arka plana itilerek sıkı bir ittifak kuruldu. ABD savaş yıkıntıları üzerinden kapitalist üretimin yeni bir yükselişe geçmesinin kaldıracı oldu. Savaş yıkıntıları ABD fazla sermayesinin aktığı ve yeniden yeşerttiği toprak işlevi gördü. İkincisi, gelişmiş kapitalist ülkelerde devlet düzenleyici -denetleyici olmanın ötesine geçerek büyük sanayi yatırımlarına girişmişti. Bu sermayenin merkezileşmesine yeni bir itilim kattı ve iç pazarın derinleşmesine hizmet etti. Devletin sanayi yatırımları yoluyla sanayi üretiminde hızlı artış sağlanması dünya çapında kapitalizmin yeniden canlanmasında ikinci önemli bir kaldıraçtı. SSCB'nin 1950'lerin ikinci yarısından itibaren sosyalizmden uzaklaşmaya başlaması ve sosyalizm yolundaki ülkelerin pek çoğunu peşine takması, giderek sosyalist kampın tasfiye edilerek modern revizyonist kampa dönüşmesi buna bağlı olarak ikiye bölünmüş dünya pazarı gerçeğini ortadan kaldırmasa da pazarın bölünmüşlüğü kapitalizmi eskisi kadar zorlamıyordu. Keza sosyalist ülkelerin çoğunda kapitalizme meyletme arayışları; sosyalist ülkelerdeki yaşam düzeyinin giderek gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ayrıcalıklı emekçi tabakaların yaşam düzeyinin gerisinde kalması; gelişmiş kapitalist ülkelerde "sosyal haklar"daki artışlar sosyalist kazanımların eski cazibesini yitirmesine ve "salt varlığıyla kapitalizmin çürümüşlüğünü gösteren" sosyalist sistemin bu öznelliğini kaybetmesine neden oldu. Bu aynı zamanda revizyonizm ve oportünizmin maddi temelini güçlendirmiş, hem sosyalist ülkelerdeki emekçiler nezdinde kapitalizm içinde kalarak hakların genişletilebileceği, sermaye ile barış içinde yaşanabileceği yanılsamasına yol açmıştır. Böylelikle sınıf mücadelesi körelmiş ve "sınıf uzlaşması" gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen eğilim halini almıştı. Sosyalist SSCB'nin ve sosyalist kampın tasfiyesinin ve modern revizyonist ihanetin faturasının sosyalizme çıkarılması, kapitalist emperyalist sistemin işini kolaylaştırmıştır. Bütün bunlar 1930'lar sonrasında kapitalizmin eski genel bunalımını "üreten koşullar ve bunların gelişimini sağlayan olanaklar"da değişim olduğunu gösteriyordu. Ne var ki sermaye üretiminin doğasından kaynaklanan çelişkilerin kapitalizmin bu yeni "bahar havası"nı dağıtarak onu yeni bir "genel bunalıma" sürüklemesi kaçınılmazdı. İkinci paylaşım savaşı sonrası kapitalizme gelişme alanı yaratan ABD sermayesi ve devletinin kumandasında "batı"nın savaş yıkıntılarından silkinişi ve tekelci devlet kapitalizminin yarattığı olanaklar 1960'ların sonlarına gelindiğinde itici güçler olmaktan çıkmaya başlamıştı. Bu süreçte ABD muazzam palazlanmıştı. Ama aynı zamanda diğer emperyalist ülkelerde çeşitli alanlarda ABD ile rekabet edecek güce yeniden ulaşmışlardı. Eşitsiz gelişme yasası kendini hissettirmeye başlamıştı. Almanya, Japonya, İtalya ekonomileri ayağa kalkmış İngiliz ve Fransız ekonomileri yeniden güç kazanmıştı. Kapitalist pazarın fazla sermayeleri emme kapasitesinin daralması anlamına geliyordu bu. Sömürge tekelinin yıkılması, bağımsızlaşma ve ulusallaştırma eğilimindeki artış hammadde "artı karlar"a açılan yılların eski kayganlığını yitirmesine neden oluyordu. Örneğin ABD'nin 1968'deki 7 milyar doların biraz üzerindeki dış yatırımların yüzde 40'dan fazlası, 3 milyarı petrol yatırımıydı. Millileştirmeler ve hammadde çıkarılan ülkelere bırakılan payın arttırılması yönünde tekellere getirilen sınırlamalar "tatlı karlar"ın eskisi kadar kolay olmadığını gösteriyordu. Aynı süreçte özel sermaye tekellerinde sermaye yoğunlaşması çok büyümüş, devlet tekelleri artık, bunların daha da gelişmesinin önünde köstekleyici olmaya başlamıştı. Tekelci sermayenin bu sıkışması işçi sınıfı ile tekelci sermaye arasında işçi sınıfın dayatması ile oluşan "sınıf uzlaşmasına" dayalı konsensüsü tehdit ediyordu. Çalışma süresinin düşürülmesi, ücretlerde yükselme, sosyal haklarda artış, kar oranları üzerinde giderek daha büyük bir basınç yaratıyordu. 1973/74 krizi bütün bu sıkışmaların patlamasının ifadesiydi. İktisadi, sosyal ve siyasi yapının tekelci sermaye lehine yeniden düzenlenmesini esas alan saldırı politikaları daha yüksek bir kararlılıkla ve gitgide artan bir dozda yürürlüğe sokuldu. Neo-liberalizm olarak adlandırılan bu politikalar özünde; a) İşçi sınıfının yeni kazanımlar elde etmesini engelleme ve ardından kazanılmış hakları sınırlayarak bir kısmını geri almayı b) Devletin elindeki bazı iktisadi kuruluşların özel tekellere devredilmesini; c) Ülkeler arasında mal ve sermaye girişini sınırlayan önleyici duvarları en alta çekmeyi içeriyordu. Tekelci sermayenin bu yeni saldırı politikası sermayenin manevra alanını genişletmiş ona yeni bir canlılık vermiş görünüyordu. 1980'lerde kapitalist dünyaya egemen olan bu politika, Çin'in kapitalist yolda hızlı yürüyüşü, SSCB ve COMECON'un yıkılması ile dünyanın her yanında -birkaç istisna hariç- belirleyici konuma yükseldi. Bu gelişmeleri salt bir politika değişikliği, burjuva ekonomistlerin deyimiyle, Keynescilikten neo-liberalizme geçiş olarak nitelendirebilir miyiz? Lenin emperyalizmi çürüyen kapitalizm olarak tanımladığında şöyle diyordu: "Çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızla gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur(...) Genel olarak kapitalizm eskisine göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir" 1960'ların sonuna kadar çürüme eğilimi ile birlikte genel olarak bir "hızlı gelişme"den söz etmek doğrudur. 1970'lerden bu yana bir "hızlı gelişme"den söz edilebilir mi? Hayır. Kapitalist ekonomilerin yıllık küresel büyüme hızı ortalamasına baktığımızda 1960'larda yüzde 3,5'luk büyümenin 1970'lerde yüzde 2,4'e, 80'lerde yüzde 1,4'e ve 90'larda yüzde 1,1'e gerilediğini görürüz. Bu "genel olarak" kapitalizmin eskiye göre daha büyük bir "hızla geliştiğinin" değil aksine gelişme hızının düşmekte olduğunu gösterir. Kapitalizmin motor gücü ABD'ye bakarak da aynı yönde gerilemeyi tespit edebiliriz. 1961-1970 arasında yüzde 4,2 olan ortalama büyüme sonraki on yıllık dönemlerde sırasıyla 3,2, 3,3, 3,3 ve son olarak 2002-2007 yılları arasında yüzde 2,4 olarak gerçekleşmiştir. Eylül krizinin yarattığı daralma hesaba katıldığında son on yıldaki büyüme oranının yüzde 2'nin bile altında kullanım oranları da aynı gerilemeye dönük kuvvetli bir işarettir. 1961-1970 yılları arasında yüzde 85 olan ortalama kapasite kullanım oranı sırasıyla 82,7, 79,8, 82,2 olduktan sonra 2001-2007 yılları arasında bu oran yüzde 77,9 düzeyindedir. Krizdeki daralma hesaba katıldığında bu son rakamın daha da aşağı çekilmesi gerektiği açıktır. Buradan bakıldığında Lenin'in tespitinin yanlış olduğu söylenebilir mi? Hayır. Lenin'in çürüme eğilimi ile birlikte kapitalizmin eskisine göre çok daha hızlı gelişeceğine dair tespitinin her bakımdan bugün de geçerli olduğu ileri sürülebilir mi? Hayır, bugün için bu tespit her bakımdan geçerli değildir. Lenin döneminde tekellerdeki sermaye merkezileşmesi tıpkı Marks'ın tarif ettiği gibi, "bir yandan birikimi arttırır ve hızlandırırken, bir yandan da sermayenin teknik bileşiminde değişmeyen kısmını değişen kısmı aleyhinde genişleten ve böylece emeğe olan nispi talebi azaltan köklü değişiklikleri genişletir ve hızlandırır". Ve aynı zamanda merkezileşme yoluyla bir raya toplanıveren sermayeler, "daha büyük bir hızla yeniden ürer ve çoğalır ve böylece toplumsal birikimde yeni ve güçlü kaldıraçlar halini alırlar. Bugün ulusal ekonomide tekel konumuna yükselen ve dünya piyasasında tekelci rekabete giren tekellerden değil "uluslararası" olarak da nitelenen "dünya tekelleri"nden söz ediyoruz. Bunlar dünya ekonomisinde tekelci konumdadırlar. Bunlardaki sermaye merkezileşmesi yirminci yüzyılın ilk yarısındaki tekellerle kıyaslanamayacak derecede yüksektir. Ki bu onlardaki çürüme eğiliminin de o denli yükseldiğini gösterir. Bazı dünya tekellerinin ekonomik kapasitesi onlarca ülkenin toplam ekonomisinden fazladır. Dünya tekelleri sermayenin merkezileşmesinde öyle bir büyüklük ifade eder ki, onlar artık tam da Marks'ın belirttiği gibi, kapitalizmin daha hızlı gelişmesinin kaldıraçları olmaktan çıkmıştır. "Sermaye oluşumu" der Marks "düşen kar oranının, kar kitlesi ile telafi edildiği birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmesi halinde, üretimin bütün yaşam alevi bütünüyle sönebilir. Yok olup gider" İşte bugün dünya tekellerinin rolü kapitalist gelişmeyi hızlandırmak değil, büyümeleri ölçüsünde üretimin yaşam alevini söndürmektir. Lenin, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesini mali sermaye ve mali sermayenin egemenliğini de mali oligarşi olarak tanımladı. Bugün mali sermayenin düzeyi ve egemenliği o dönemle kıyaslanamayacak düzeyde artmıştır. O dönem bir yana 1980'den bu yana bile finansal varlıkların dünya GSYİH'na oranı yüzde 100'den 2005'de yüzde 316'ya 3 kattan fazla artmıştır. Bu Lenin döneminden farklı olarak spekülatif sermaye hareketlerinin ulaştığı düzeyi gösterir. Elbette bütün finansal varlıklar spekülatif amaçlı yatarım olarak tanımlanamazlar. Örneğin kredi sisteminin gelişimi giderek sermayenin merkezileşmesi için "dev bir toplumsal mekanizma"ya dönüşür. Tıpkı sermayenin tekellerde merkezileşmesinin üretimin gelişmesinde etki yapması gibi kredi sisteminin gelişimi de tekelci hakimiyeti büyütür ve bununla birlikte üretimi kamçılayıcı rol oynar. Bugün ise spekülatif amaçlı sermaye hareketleri çok daha etkili bir konuma yükselmiştir. "Spekülatif sermaye birikimi" giderek daha önemli hale gelmiştir. Bütün sermaye birikiminin kaynağı artı değerdir. Borç sermayesinin yarattığı birikim üretilen toplam artı değerden pay almasından gelir. Ama bu sermaye üretim için kredi işlevi görerek kendisi artı değer yaratmasa da onun üretilmesinin olanaklarını genişletir. "Spekülatif sermaye birikimi" ise üretimden tamamen kopuşu ifade eder, o üretimle hiç ilgilenmez, salt para haline dönüştürülmüş başkalarının ürettiği artı değerleri parasal kağıtlarla silip süpürmekle ilgilidir. "Spekülatif sermaye birikimi" salt bir avuç dalavereci banka ve bankerin, mali oligarkların işi değildir. Başta en büyük sanayi tekelleri olmak üzere hemen bütün sermaye bu asalaklığın peşinde koşmaktadır. Çünkü orada üretim süresine kıyasla daha hızlı ve daha yüksek oranda kar edilmektedir. Bundan dolayıdır ki şirket bilançolarında finansal varlıkların toplam karların yüzdesi içindeki payı 1960'da yüzde 15 civarındayken 2003'de yüzde 40'a yükselmiştir. Dünya tekellerinin dünyanın her yanına yatarım ve ticaret için ulaşabilmeleri nasıl ki sermayenin dünya üzerinde sınırsızca dolaşabilmesinin teknik ve politik zeminin oluşmasını zorluyor ve zorunlu kılıyorken, spekülatif sermaye de birikmiş artı değerleri başkalarından vakumlayabilmek için aynı zeminin oluşmasını zorlar ve zorunlu kılar. Bu aynı zemin dünya tekellerinin ve spekülatif sermayenin daha da büyümesine yol açar. Bu ve benzeri olgular artık emperyalizmin karakteristik özelliklerinin bütünüyle değiştiğini ve kapitalizmin yeni bir aşamasına geçtiğimizi mi gösteriyor? Hayır. Bu kapitalizmin değil ama emperyalist küreselleşmenin ulaştığı düzeyi gösterir. Lenin döneminde emperyalizm henüz üretimi geliştirme ve çürüme eğilimi bir arada barındırıyordu. Bugün kapitalist emperyalizmde üretimin gelişimi gerilerken çürüme hemen her bakımdan egemen hale gelmiştir. Biz buna emperyalist küreselleşme diyoruz. 1970'lerden sonra ama özellikle 1980'lerle birlikte kapitalist üretimde gelişme zayıflamış çürüme hızlanmıştır. Spekülatif sermaye de, sermayedeki çürümenin nedeni değildir, o bir sonuçtur, çürümenin aldığı biçimlerden biridir. Sermaye giderek daha çok mekanikleşmiştir. Merkezileşen bu sermaye eskisi gibi kapitalist üretimi daha hızlı geliştirme rolü oynamamaktadır. Çürümenin nedeni de budur. Giderek daha büyük dünya tekelleri oluşmakta ve büyük miktarda sermaye spekülasyona kaymaktadır. Sermaye daha çok merkezileştikçe neden üretimi geliştirme yeteneği zayıflamıştır? Ve neden spekülatif sermayenin önemi artmıştır? ABD Fortune, 500 şirketin kar oranları hakkında verilen bilgiler bu soruları bir ölçüde yanıtlamaktadır. 1960-1969 yılları arasında yüzde 7.15 olan kar oranı, 1980-1990'da 2.29, 2000-2002'de ise 1.32 olarak gerçekleşmiştir. Kar oranları düştükçe, düşen kar oranlarını kar kitlesi ile telafi etmek için daha büyük bir sermaye yoğunlaşması kaçınılmazdır. Bu yoğunlaşma derecesi sermaye ve metaların dünyada serbestçe dolaşımını zorunlu kılar ve aynı zamanda "serbest dünya pazarı"na doğru süreci hızlandırırken, diğer yandan giderek artan oranda aşırı sermaye fazlalığının ortaya çıkmasına neden olur. Kar oranlarındaki düşme hızlandıkça bu düşmeyi kar kitlesini arttırarak telafi edebilecek sermaye gücünden yoksun kapitalistler için yapılacak tek şey sermayelerini daha büyük sermayenin eklentisi haline getirmektir. Bu sermayenin merkezileşmesini daha da hızlandırır. Daha önce de belirtildiği gibi "sermayenin oluşumu (...) birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmesi halinde üretimin yaşam alevi bütünüyle sönebilir". Tam da bu açıdan ele alındığında bugünkü durum nedir? Tekelci egemenlik yalnızca belirli bir ülkenin belirli bir sermaye kolunda yerleşik olmasının çok ötesindedir. Bazı üretim alanlarında dünya çapında "sermayenin oluşumu birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmüştür". Bu nedenle üretimin yaşam alevi dünya çapında sönmektedir. Bu alev söndükçe spekülasyon yoluyla birikime sermaye daha büyük bir aç gözlülükle yönelmektedir. Üretime dönemeyen aşırı sermaye fazlası başkalarının ürettiğini gasp etme yolunda maceralara atılmaktadır. "Aşırı sermaye fazlası" sermayenin karakteristik özelliklerinden biridir. Sermayenin bu hali esasen bunalım dönemlerinde baskın hale gelir. Sanayi üretiminin döngüsü yükselişe geçtiğinde "aşırı fazlalık" giderek etkisini yitirir. Oysa dünya tekellerinin az çok etkili olmaya başladıkları 1970'li yıllarda ana özellik bu egemenliğin yerleşmeye başladığı 1980'li yıllardan bu yana "aşırı sermaye fazlalığı" kronik bir hal almıştır. Sermayenin merkezileşmesi büyüdükçe "aşırı fazlalık" da çoğalmıştır. Kapitalist üretimin gelişme hızı son elli yıldır gerilerken dünyadaki küçücük azınlığın elinde giderek devasa bir yığınak haline gelen bu aşırı sermaye fazlalığının kaynağı nedir? Başlıca kaynaklardan biri işçi sınıfının aşırı sömürülmesidir. GSYİH içinde işçi sınıfına ayrılan pay dünyanın her yerinde istikrarlı biçimde azalmaktadır. Tekniği geliştirmek ve böylece üretimi artırmak suretiyle kar oranlarının düşüşünü telafi etme olanakları zayıfladıkça işçiye ayrılan paya daha çok göz dikilmiş, işçiyi daha uzun sürede daha ucuz çalıştırmak yoluyla kar kitlesini arttırmaya dönük sermaye saldırganlığı artmıştır. İkincisi, geri kapitalist ülkelerin ekonomik-mali sömürgeleştirilmesidir. Emperyalist sanayi, ticaret ve mali tekelleri geri kapitalist ülke sanayi, ticaret ve maliyeleri üzerinde doğrudan hakimiyet kurmaktadırlar. "Gelişmekte olan" ülkelere sermaye akımının bu ülke GSYİH içindeki oranı 1980'de yüzde 35,6'dan 2006'da yüzde 66,1'e çıkmıştır. Bu sermaye akımının bileşimi de değişmiştir. 1980'de 35.6'nın 30.1'i "diğer borçlar", 5.1 "doğrudan yatırım", 0.4'ü "portföy yatırımı" iken, 2006'da 66.1'in 29'u "diğer borçlar" 23.7'si "doğrudan yatırım" ve 13.4'ü "portföy yatırım"larından oluşmaktaydı. 1980'de yabancı sermaye akımı içinde portföy yatırımları yüzde 1, doğrudan yatırım yüzde 15 civarındayken borçlar yüzde 85'i buluyordu. 2003'de ise borçlar yarıdan az, doğrudan yatırım yaklaşık yüzde 30 ve portföy yatırımı yaklaşık yüzde 20 olmuştu. Dünya tekellerinin egemenliğinin perçinlenmesi ve spekülatif sermaye soygunu için engelsiz sermaye dolaşımı ve açık dünya pazarı giderek nasıl bir zorunluluk halini aldıysa işçi sınıfının kazanımlarının gasp edilmesi ve geri kapitalist ülkelerin ekonomik-mali sömürgelere dönüştürülmesi için de engelsiz sermaye dolaşımı ve açık dünya pazarı bir zorunluluk halini aldı. Çünkü ancak sermayenin daha ucuz işgücü olan ülkelere akışı sayesinde gelişmiş ülkelerdeki ücretler aşağı çekilebilir ve bu sermaye akışı sayesinde hızla büyüyen geri kapitalist ülke üretimleri için pazarlar açılabilirdi. Sonuçta bu durum ulusal ekonomilerin açık bir dünya pazarı içinde karşılıklı bağımlılık ilişkilerini derinleştirdi. Örneğin ihracatın ekonomi içindeki payı Çin'de yüzde 38, Endenozya'da yüzde 39, Tayland'da yüzde 63 düzeyine çıkmıştı. Çin ihracatının yüzde 21'ini ABD'ye yapıyordu. Geri ülkelerdeki ihracat artışı ve elbette sanayileşme hızındaki yükselme esasen bu ülkelere akan yabancı sermayenin eseriydi. Geri kapitalist ülkelerde ucuz işgücüyle üretim ve gelişmiş ülkelerde emekçilerin ABD'de olduğu gibi, gelirlerinin üzerinde borçlandırılmasıyla tüketim kayışı kurulmuştu. Bütün bunlardan hangi sonuçlara ulaşıyoruz? Önceki dünya krizlerinden farklı olarak sermaye sömürgenlik için en avantajlı olduğu koşullarda; kriz, hemen önceki evrede ücretlerin yükseldiği değil, ücretlerin genel seviyesinin düştüğü; bağımlı ülkelerin sömürgeciliğe isyan ettiği değil, ezici çoğunluğunun birer mali ekonomik sömürgeye dönüştürüldüğü; gelişmiş kapitalist ülkelerin kendilerini yüksek gümrük duvarları ile koruma altına aldıkları değil, dünya pazarının mal ve para dolaşımına açıldığı koşullarda gerçekleşti. Azgın sömürü; fiziki sınırları kaldırılmış pazar; örgütsüzleştirilip teslim alınmış işçi sınıfı; ekonomisi ve maliyesi emperyalist tekellerin denetimine girmiş bağımlı ülkeler... bütün bu elverişli koşullara rağmen kapitalizmin üretkenliği düşmeye devam etti ve krize saplanmaktan kendini kurtaramadı. Bu kriz en elverişli koşullarda dahi sermayenin kendisini var eden koşulları üretme yeteneğini kaybettiğini ve bu nedenle bir varoluş krizine girdiğini göstermektedir. 1970'li yıllarda belirginleşen 1980'li yıllardan itibaren şiddetlenen "kronik aşırı sermaye fazlalığı" giderek daha fazla sürdürülemeyecek boyutlara ulaştı. Eylül 2008 krizi üretici güçlerdeki gelişmenin dönemsel (ya da döngüsel) sakatlanmasından değil, kronik aşırı sermaye fazlalığından kaynaklanan sorunların mevcut koşullar içinde giderilmesinin ya da atlatılmasının artık olanaksız hale gelmesinden kaynaklandı. Kriz üretici güçlerdeki hızlı gelişmesinin sıkışmasından değil, çürüyen sermayenin infilakında anlamını buldu. Evet, kapitalizm kendini temellerinden sarsan yeni bir genel bunalımın içindedir. Kriz bu genel bunalım şartlarının ürünüdür ve bunalımı daha da şiddetlendirmektedir. Kapitalizmin bu yeni genel bunalımı ne işçi sınıfı ve ezilenlerin büyüyen mücadele basıncının karlarda yarattığı düşmeden, ne bir sosyalist kampın varlığının kapitalist gelişmeyi sınırlamasından, ne emperyalistler arası yıkıcı bir savaştan, ne bazı emperyalist ülkelerin diğerlerinin aleyhine dünya pazarını sınırlamasından vb. kaynaklandı. Kuşkusuz emperyalist sömürgeciliğe direnen devletler oldu ama baskın eğilim boyun eğmeydi. İşbirlikçi burjuvaziler yeni tipte sömürgeleştirmenin ortaklarıydılar. Bu en elverişli sömürü ve yayılma koşullarında, burjuvazi ile emekçiler arasındaki aşırı gelir eşitsizliğinin daha fazla sürdürülememesinden, sermayenin üretken niteliğinin giderek tükenişinden, ya da daha tam deyişle sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneğini giderek daha çok kaybetmesinden, yani sermayeye etki eden bir neden değil, doğrudan onun içinden, onun varoluşundan kaynaklanan bir genel bunalımıdır. Eylül 2008 krizinin ve kapitalizmin yeni genel bunalımı karakteristik özellikleri bunlardır. Bu Marks'ın sözünü ettiği o "Belli nokta" şimdi çok daha belirgindir. "Belli bir noktadan sonra, üretici güçlerin gelişmiş sermaye için bir ayakbağı haline gelmeye başlar. Bu noktaya vardığında sermaye, yani üretici emek, toplumsal zenginliğin ve üretici güçlerin gelişimi karşısında tıpkı ... düzenine, köleliğe, serfliğe benzer bir konum kazanır ve boyunduruk gibi kırılıp atılması kaçınılmaz olur. Bir yandan sermaye ile ... öbür yandan ücretli emek arasındaki, insani faaliyetin aldığı bu en son uşaklık biçimi eskimiş deri gibi soyulup atılır ve bu deri değişimini, sermayeye tekabül eden üretim tarzının bizzat kendi zorunlu kılar" Şimdi sorun bu zorunluluğun bilince dönüştürülmesidir.
|