Ekim - Kasım 2011 /Partinin Sesi / Sayı: 68 Kasım "Şehitler ayı"; Sonbahar'ın bu son ayında, artık doğada kalan son yapraklarda yere dökülüp kışa girilirken biz de en kıymetlilerimizi, sevgililerimizi; yani şehitlerimizi, güneşe yolcu ettiklerimizi anıyoruz. Onları yâd edip, geçmişe güzelleme etmek için değil, onların bıraktığı mirası ve değerleri daha bir özümsemek, anlamak ve yaşam gerekçemiz haline getirip geleceği kurmak için devrime ve onlara cevap olmak istiyoruz. Gerçekten hem şehitlerimizin yaşamının kendisi, hem de kendilerini feda etme "AN" ları düzenin güçlü bir reddi olduğu kadar, gelecek tahayyülümüzün de en somut ve görkemli halidir. Hüseyin, Tuncay, Hasan, Güneş, Süleyman, Ahmet Metin ve diğer yoldaşlarımızın herhangi birinin hayatını kısaca bile olsa anlatmak, bu yazıyı amacına fazlasıyla ulaştırabilirdi, adını andığımız yoldaşları tanımanın mutluluğu ve onurunu yaşamış biri olarak bu görevi, roman yazabilme yeteneği olan yoldaşlara bırakalım. Ama onları anlamak ve miraslarına yanıt olabilmek için ne vaktimiz ne de lüksümüz var! Ezilen sınıf ve halklar sömürgeci faşist rejimin zulmü altında varlık yokluk mücadelesi verirken, başta Kürt halkı ve Kürt ulusal özgürlük hareketi boğazlanmaya çalışılırken, sıradan, ortalama devrimciliğin artık yetmediği, iki dünya arasında gel-gitlerle, azamisi yerine asgarisi verilerek, devrimci pratik bir yaşam artık sürdürülemez bir gerçekliktir. Bu konuda, bütün parti kadrolarının hemfikir olduğuna inanarak şehitlerimiz vesilesiyle gerçeğin gözünün içine daha bir güçlü bakmayı boynumuzun borcu sayıyoruz, saymalıyız... Bugün olması ve hakkı verilmesi gerekli olan devrimcilik ve partililik, nasıl olacak diyorsak şehitlerimizin bizi denetleyen gözlerine ikircimsiz bakma cesaretini, becerisini gösterebilmekten, onların yolunda büyük bir irade ve kararlılıkla yürümekten geçer. Bunun için de öncelikle onlar için o "AN" gelmeden nasıl bir yaşamın sahibi olduklarını anlayabilmeli, fedai bir ruh, duygu, düşünce ve eylemi kuşanabilmeliyiz. Şüphesiz ki, bir devrimci parti için şehit sayısı her şey için temel bir kriter olamaz. Ama bizim gibi faşist bir rejim altında mücadele yürüten partiler açısından bırakın iktidara talip olmayı, varlığını sürdürmek bile şehit vermeden, şehit olmadan imkansızdır. Türkiye Devrimci Hareketinin yakın tarihine ve bugününe objektif bir gözle bakılırsa ölümüne bir mücadelenin zorunlu olduğu görülür. Coğrafyamız ve kavgamızın gerçeği budur ve devrimin başarılı yürüyüşü buradan geçer... Atılım yapmak, ezilenlere, yok sayılanlara, Kürdistan'da kurşunlanan bebelere umut olmak ve zafere uzanmak istiyorsak, sömürgeci faşist rejimle "anladığı dil"den konuşmaktan başka yol yoktur! PKK'nin aynı zamanda kendisini "Şehitler Partisi" olarak nitelediği de biliniyor. 30 yıldır neredeyse tüm dünya gericiliğine karşı savaşıp kendi tanımlarıyla "bir avuç militan"dan, Ortadoğu gibi bir coğrafyada O'nu hesaba katmadan politika yapılamaz güç haline getiren realitenin başında binlerce şehidi ve gazisinin tereddütsüzce akıttığı kandır. Öncü kadrolarından M. Hayri Durmuş'un son nefesinde mezar taşına "Halkıma borçluyum" diye yazılmasını istemesi mücadele kararlılığı ve halk sevgisindeki bilinç açıklığının geldiği düzeydir. Partimizin 4. Kongresi'nde aldığı kararlar ve pratik yönelimi, devrimciliği her anlamda güçlendirme ve büyütmenin altını kalınca çizmek anlamına gelmektedir. Bunun yaşamdaki karşılığı da kadroların her birinin yeni bir kadrolaşma düzeyine ulaşması ve elbette devrimci pratiğiyle bunu kanıtlamasıdır. Şehitlerimizin yaşamına bakmak demiştik. Süleyman Yeter yoldaşın yaşamı, düzen içinde nasıl devrimcilik yapılıp, gerektiğinde ona nasıl etkili vuruşlar yapılabilecek bir yaşama sahip olmanın adıdır. Legal, yarı-legal zeminde uzunca yıllar faaliyet yürütmesine karşın hem gerektiğinde illegale geçmek de bir an tereddüt etmemiş hem de legal alanda iken bile her düzeyde illegal bir partinin kadrosu gibi yaşamayı, kendini alanıyla sınırlamadan, düzenin tüm çekiciliğine sırtını dönerek yaşamayı, devrimciliğin her alanda her gün yeniden yeniden üretebileceğini göstermiştir. Süleyman yoldaş, bu alanda başta legal alanda bulunan yoldaşlar olmak üzere, bütün partili kadrolar için bir prototiptir. Hüseyin Demircioğlu yoldaşın "ilk ben olmalıyım" sözünün bir düstur haline gelmesi, buna uygun eylemiyle gerçekleşirken, tarihimizdeki seçkin ve örnek yerini böyle almıştır. Tuncay yoldaşın şahadeti gerek Ölüm Oruççusu olarak gerekse de o "AN"ı büyük bir iradeleşmeyle 21 Mart'a denk getirerek şehit düşerken komutanlaşmıştır. Bir Türk komünisti olarak partimizin Kürdistan politikasını, ezilen halkların birleşik mücadelesini, hem bilinç hem de manevi olarak ne kadar içselleştirdiğini, bilince çıkardığını yalınkat biçimde göstermiş, eylem içinde eylem koyarak çıtayı daha da yükseltmiştir. Bir devrimci için devrimci yaşama en güzel "son" ayakta, düşmana karşı savaşarak kendinden önceki şehitlerin yanına gitmektir. 2000 Ölüm Orucu direnişçilerinden TKP/ML militanı Muharrem Horoz'un yatakta son nefesini vermeden önce babasına "sırtımı duvara yasla ayakta ölmek istiyorum" deyip, doğrulduktan sonra, son nefesini vermesi nasıl bir duygu ve bilinç dünyasının ürünüdür? İsmini andığımız, anmadığımız şehit yoldaşlarımızı tanıyan herkes onların şahadetinin bir tesadüf olmadığını şahadet getirebilir. Bu düzene karşı nasıl eyvallahsız yaşayıp savaştılarsa gerektiğinde öyle de eyvallahsız çekip gitmesini bildiler. Sosyalizm için sıraları geldiğinde, ayakta savaşarak ölmek isteyen her devrimci, her partili için böyle bir istemin ne kadar gerçekten istenip istenmediğinin ölçütü, bugün nasıl yaşadıkları ve savaştıklarıdır! En ağır, en zor, en bedel isteyen görevlerin altına omzumuzu büyük bir ferahlıkla kayabiliyorsak, düzenle olan tüm bağlarımızı koparıp atmak için kararlıca mücadele edip devrimci yaşamımızı her düzeyde hiç durmadan üretebiliyorsak, ezilenlerin acısı yüreğimizi her an titretebiliyorsa, gelecekten devrim ve sosyalizm dışında bir beklentimiz yoksa şehitlerimizin mirasını daha yükseklere taşıyabiliriz... M. Can
|