Ocak - Şubat 2013 / Partinin Sesi / Sayı: 73 PDF formatında okumak için tıklayınız.
''Savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Taraflardan herbiri diğerine iradesini kabul ettirmek ister.'' (Clausewitz) Clausewitz'in bu saptaması, sadece iki ülke arasındaki ilişkiler, olası savaşlar için geçerli değildir. Kendi özgünlükleri ve her gücün sahip olduğu ideolojik değerler çerçevesinde sınıf savaşını da kapsar. Kuşku yok ki, dünya kapitalizminin bu kadar dibe vurduğu ve çok küçük bir azınlık dışında hiç kimseye mutluluk ve umut veremediği, Fukuyama gibi "sınıf savaşları sona ermiştir" diyen burjuva ideologlarının bile kapitalizmin restorasyonunu tartıştığı şu günlerde, devrimci şiddet ve savaşı büyütmenin yol ve yöntemlerini araştırmak, pratikleştirmek ve geliştirmek iktidar iddialı her partinin en acil görevlerindendir. Dünya işçi sınıfına dönük saldırıların ve hak gasplarının arttığı, kapitalizmin iç yasalarına uygun olarak ülkelerin iflas ettiği, kapitalizm karşıtlığının tüm dünyada yükselişe geçtiği, sosyalizmin tekrar bir umut olmaya başladığı şu günlerde, komünistlerin, iktidarı almaya kendilerini daha fazla kilitlemelerinin gerekliliği ve zorunluluğu ortadadır. Avrupa'da, (Yunanistan, İspanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde) sosyal haklar, ücretler, çalışma süreleri, barınma hakkı gibi konulardaki saldırılara, ulaşım ve çeşitli zorunlu giderlerin pahalılaşmasına, eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesine vb. karşı geliştirilen genel grev ve kitle gösterilerinde kitle şiddetinin öne çıkışına tanık olduk. Mücadele ve eylemler sisteme dönük öfkeyi olduğu kadar, iktidar iddialı komünist partilerin süregiden boşluğunu da gözler önüne seriyordu. İşçi sınıfı ve ezilenler açısından durum böyleyken, ezenlerin çıkar birliği yaptıklarını, bu süreci atlatmanın yol ve yöntemlerini tartıştıklarını, bu doğrultuda, sosyal devletin son kalıntılarını da ortadan kaldırmak ve burjuva demokrasisinin sınırlarını en dar hale getirmek için yeni yasalar çıkardıklarını, ekonomik bunalımlara rağmen silah üretim ve ticaretinin arttığını gördük. Ortadoğu ve Afrika gibi ülkelerin işçi sınıfı ve ezilenleri açısından ise, bu dönem, değişim istek ve arzusunun eylemlere, ayaklanmalara dönüştüğü, iktidarların değiştiği bir süreç oldu, olmaya devam ediyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin çeşitli tipte burjuva diktatörlüklere ve kapitalizme öfkesinin kendini, sokaklarda, meydanlarda değişik mücadele araç ve biçimleriyle ortaya koyması, kimi ülkelerde askeri biçimlerin kullanılması, sürecin ezenlerin planlarını altüst edeceğini gösteriyor. Türk burjuva devleti de, bütçesinden silahlanmaya en fazla pay ayıran ülkelerin başında geliyor. İşçi sınıfı ve ezilenlere, onun örgütlü bölüklerine karşı teknolojiyi en yaygın kullanan, bu açıdan, kendini en fazla yenileyen devletlerden biri olarak öne çıkıyor. Faşist sömürgeci rejimin silahlanmaya bu kadar çok para ayırmasının nedeni, iddia ettiği ettiği gibi, Kürt ulusal sorununun çözülmesi, ekonominin her geçen gün daha iyiye gitmesi, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun azalması mıdır, yoksa kronikleşmiş sorunlarını aşmak bir tarafa, bunlar içerisinde boğulmak üzere oluşu mu? Yaptığı hazırlıkların gösterdiği odur ki, faşist rejim kendini iç savaşa göre yeniden örgütlüyor. Bizim niyet ve isteklerimizden bağımsız nesnel durum ortadadır. Mesele iktidar iddialı devrimci bir partinin süreci nasıl değerlendireceğidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında ciddi bir potansiyel olması bir yana, devrimci parti ve grupların bunu nasıl örgütleyeceği, işçilerin, ezilenlerin umudu olmayı nasıl başaracağı sorunudur. Bunun içinde de, devrimimizin çözümlenmemiş temel stratejik bir sorununun, Türkiye cephesinin oluşturulması görevinin çözülmesidir. İç savaşın yeni yöntemlerine başvuran, karşıdevrimci şiddeti sistematik tarzda ve en yeni teknik imkanlara dayalı olarak kullanmaya yönelen faşist sömürgeci rejim karşısında, devrimci şiddetin, özellikle de, şehir gerillası biçiminin geliştirilmesi görevi; bu görevin güncel politik değeri ve mücadelenin geliştirilmesi bakımından zorunluluğu açıktır. Tam da konumuz çerçevesinde, devletin, karşıdevrimci şiddetle sımsıkı bağlı, yalana dayalı faşist psikolojik savaşını ve gerçek durumunu ele almakta yarar var. Hatırlanacaktır, İstanbul Sütlüce'de polise yönelik bir bombalı saldırının ardından, İstanbul polis şefi Hüseyin Çapkın "yapabilirler fakat biz onları yakalarız" demişti. Bu açıklamayla kuşkusuz psikolojik bir harekatı hedeflemişti. Bunu hedeflemişti fakat, böylelikle aynı zamanda şehirlerde eylem yapılmasına engel olamadıkları gerçeğini itiraf ediyordu. Oysa geçmişte, sözkonusu olan Türkiye ise (herkesin malumu Kürdistan her açıdan bu gibi sorunları geride bırakmış bir coğrafya), eylem yaptırmayız diyecek kadar iddalıydılar. Peki ne oldu da işler bu noktaya geldi? Sultanbeyli baskını, Yüzüncü Yıl karakoluna lavlı saldırı, Yargıtay önünde ve Ankara DGM'de patlayan bombalar, İstanbul'daki NATO toplantısı döneminde Atatürk Havaalanı'na konulan yüksek kapasiteli patlayıcı, Hilton oteline yapılan bombalı saldırı (ki her iki kurum için de günlerce ne kadar korunaklı olduğuna dair ninniler dinlemiştik), yine Bush'un uçağının kalkacağı sırada bir uçakta bomba patlatılması, ya da İzmir Konak'ta askeri servise yönelik bombalı saldırı ve böylesi irili ufaklı yüzlerce eylem! Bunlar sadece birkaç örnektir. Bunlara MLKP Kızıl Müfrezeler, FESK, PKK, DHKP-C ve TKP/ML'nin üstlendiği çok sayıda eylemi de ilave edersek, devrimcilerin o güçlü iradesi karşısında girilemeyecek yerin, yapılamayacak eylemin olmadığını daha rahat görürüz. ''Elindeki olanakların genişliğini bir dereceye kadar tahmin edebiliriz, çünkü bunlar (büsbütün olmasa bile) rakamlara dayanır. Fakat irade gücü için aynı şeyi söyleyemeyiz...'' (Clausewitz) Bu en önemli meseledir. Devrimci savaşımda, hele de kent gerilla savaşımında irade gücünün etkisi pek çok durumda belirleyicidir. Hüseyin Çapkın'ın açıklamasına geri dönelim: "eylemi yapanları anında yakalarız" diyordu faşist polis şefi. Politik askeri açıdan değerlendirecek olursak, eylemden sonra esir veya şehit düşersek eylem başarısız olur diye bir mantık olamaz zaten. Aslında burada önemli olan, eylem öncesinde, tutsak veya şehit düşme ihtimallerini asgariye indirecek iyi bir plan yapılıp yapılmadığıdır. Ana planınızı ve çeşitli olasılıkları göz önünde tutan iki yedek planı yapar, bunları iyice sindirir, pratiğe girişirsiniz, ötesi hayattır! Ben eylemler yaparım, fakat hiç şehit, gazi ya da tutsak vermem gibi bir iddia olamaz. Ki böyle bir şeyin yönlendirici hale gelmesi, eylem iradenizin kırılması dışında bir sonuç vermez. Clausewitz'in de dediği gibi ''savaş bir şiddet eylemidir ve hasım olan iki kuvvetten biri diğerine iradesini kabul ettirinceye kadar sürer.'' Düşman tanımlaması yapıldığı anda karşınızdaki bir güç ve iradeden de söz etmiş olursunuz. Bunun dışında, gerilla güçsüzün güçlüye karşı mücadele biçimidir. Yöntemi vur-çekil'dir. Bu, düşmana darbe vururken, aynı zamanda kendi istikrarını koruyabilme imkanıdır. Mesele bunun hakkınca değerlendirilebilmesidir. Düşman açısından, Kürdistan topraklarındaki eylemler olağandır! Çünkü işgal altında tuttuğu ve buna karşı topyekün direnişin de olduğu bir ülkedir söz konusu olan. Bu gerçeği burjuva basının günlük haber yapışında bile görmek mümkündür: ''... terörist etkisiz hale getirildi", "... yaşam malzemesi ele geçirildi'' vb. Keza, halklaşmanın getirdiği avantajların da etkisiyle, gerillanın da iki yüz-üç yüz kişilik saldırılara girişmesi, dağlarda yaşam alanları kurması olağanlaştı. Bundan dolayıdır ki biz, Kürdistan dağlarına baktığımızda ulusal demokratik talepler için savaşan onurlu, kahraman gerillayı görürken, faşist sömürgeci düşman aynı dağlara baktığında kabusunu görür. Oralarda asla güvende hissetmez kendini. Fakat işler batıya, Türkiye'ye gelince, "bu topraklar bizim, denetimimiz en yüksek düzeyde, güven ve huzur içinde hareket eder, dilediğimiz gibi at koştururuz" ruh halindedirler. Ne var ki, kentlerde özellikle 91-97, 2002-2006 dönemlerinde yoğunlaşan devrimci ve yurtsever harekete ait eylemler, faşist rejimin yönetici ve militarist güçlerinin ruh halini alt üst etmiştir ve etmektedir. O yüzden, yeni yasalara, kitlesel gözaltı ve tutuklamalara, devlet terörünün çeşitli biçimlerine, f tipi tecrit hapishanelerine, elektronik gözetimin sınırsızca yaygınlaştırılmasına, yalana dayalı psikolojik savaşa, hatta bu temelde tek tek ailelerin kuşatılmasına kadar varan faşist saldırganlığa başvuruyorlar! Son iki yıldır yeniden canlanma sürecine giren eylemler huzurlarını bir kez daha paramparça etti! Şimdi onlar için kaygı ve korku öndedir. Bitirirken şunu hatırlatalım: 1956'da Fidel Kastro ve içlerinde Che'nin de olduğu 82 yoldaşı, deniz yoluyla Küba sınırlarından içeri girdiklerinde, baskına uğrayıp 70'e yakın şehit verirler. 19 yoldaş, kuşatmayı yarıp ellerindeki çok az silahla dağlara doğru yönelmeye çalıştıkları sırada, üstlerinde düşman helikopterleri uçmayı sürdürmektedir. Che, Fidel'in başını göğe dikip helikopterleri işaret ederek, "bakın bizden nasıl da korkuyorlar" dediğini anlatır, neşe ve güvenle. Kuşkusuz ki, Fidel'e o sözleri söyleten haklı ve meşru bir mücadeleye duyduğu güvendir. Bilimsel inancın ve kavrayışın yarattığı devrimci iyimserliktir. Bugün bize düşen, faşist sömürgeci düşmanın kaygı ve korkularını büyütmek, diktatörlüğü, devrimci irade, devrimci feda ruhu ve devrimci yaratıcılık karşısında çaresiz bırakmak, politik mücadeleyi bu açıdan da belirli bir niteliğe ulaştırmaktır.
|