Bültenimizin Mart sayısında “Yunanistan'da Ezilenlerin Hükümeti” başlıklı yazıda Syriza ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştık: “Yunanistan'da erken seçimler (25 Ocak 2015) sonucunda hükümeti kuran Syriza, seçim öncesindeki söylem ve talepleriyle Yunan halkı; işçi sınıfı ve emekçi yığınları için umut ve cesaret saçan odak olmuştu... Bileşimi, seçim öncesi söylemleri ve programı göz önünde tutulduğunda Syriza'nın herhangi bir burjuva parti olmadığını; şu veya bu toplumsal sınıfa dayanmadığını ve şu veya bu toplumsal sınıfın ideolojisine göre hareket etmediğini; çok farklı ideolojilerden beslenen siyasal yapılardan ve toplumsal sınıf ve tabakalardan oluştuğunu görmekteyiz. Syriza böyle bir “yeni” oluşu temsil etmektedir. Syriza, radikal demokratizmin veya “sol” radikalizmin temsilcisidir. Bu anlamda da “Post-Marksist” bir partidir... Çare Syriza mı? Şüphesiz değil. Troyka ve AB ile görüşmelerinde Syriza hükümeti, seçim öncesindeki taleplerinin çok gerisinde kaldı; hiçbir temel talebini kabul ettirmedi; “yardım kredileri”nin dört ay daha ödenmesi, kara para aklamaya, rüşvete, vergi kaçırmaya karşı mücadele, bakanlık sayısının 16'dan 10'a indirilmesi, 300 bin yoksul aile için ücretsiz muayene, ucuzlatılmış yakıt, ücretsiz elektrik, gıda türünden taleplerin kabul edilmesi ötesinde AB dayatmaları karşısında direnemedi; seçim öncesindeki temel taleplerinde geri adım attı. Seçim öncesindeki hedefi Yunanistan'ı mevcut ekonomik ve sosyal yıkımdan kurtarmaktı. Şimdi bu hedefine AB ile uzlaşma temelinde ulaşmaya çalışmaktadır ki, bunun Yunanistan için kurtuluştan başka her şey olacağı tartışma götürmez”. Troyka ile görüşmelerinde Syriza bu sınıfsal karakterini ortaya koydu. Yunan işçi sınıfının, emekçilerinin, ezilenlerinin taleplerini sahiplenerek iktidara gelen Syriza altı aylık iktidarı sürecinde gerçek sınıfsal karakterini sergiledi; Avrupa Birliği Komisyonundan, Avrupa Merkez Bankası ve IMF'den oluşan Troyka ile uzlaştı. Daha önce seçimlerde karşıtı olduğu AB'ci muhalefetin de oyuyla Syriza, Yunan parlamentosunda 12 Temmuzda Çipras ve delegasyonun kabul ettiği Troyka tarafından hazırlanmış olan paketi 16 Temmuzda kabul ettirdi. 2. önlemler paketi de 23 Temmuzda onandı. Dayatılan koşulların kapsamı, ekonomiden politikaya kadar oldukça geniş ve derin. Genel başlıklar altında belirtecek olursak: KDV önemli oranda arttırılacak. Vergilendirme tabanı genişletilecek ve vergiler arttırılacak. Emekli maaşlarında kapsamlı kesinti yapılacak. Ulusal istatistik dairesinin (ELSTAT) hukuksal bağımsızlığı garanti altına alınacak. Elektrik enerjisi için nakliyat ağı özelleştirilecek. Özelleştirme kurumu TAIPED bağımsız olacak. Yunan bürokrasisi politikadan arındırılacak. AB-Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF kurumlarının Atina'ya geri dönecek ve döndü de. Troyka Yunanistan varlıklarının 50 milyar Avroluk kısmını bizzat yönetecek. Açık ki, bu koşullar, bir zamanlar Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'ye dayattıkları Düyun-u Umumiye'den farklı değildir. Çipras imzaladığı anlaşmalarla Yunanistan'ı politik olarak fiilen, ama ekonomik olarak da resmen AB'nin çıkarlarına teslim etmiştir: Verilen kredilerin geri ödenebilmesi için Yunanistan ekonomisinde geriye kalan en değerli kalemler, AB ve IMF tarafından talan edilecektir. Yunan hükümeti ve parlamentosunun varlık nedeni Brüksel ve Berlin kararlarını onamaktan, meşrulaştırmaktan ibaret olacaktır. Son iki paketin onanması da bunun böyle olacağını göstermektedir. Yunan halkının; işçilerinin ve emekçilerinin direnişi diğer AB ülkelerinde, özellikle de İspanya, Portekiz ve İtalya'da örnek alınmasın diye Alman tekelci sermayesi görüş ve çıkarlarının baskın olduğu Troyka, “sorun çıkarlarıma dokunmak olursa acımasız olurum”un pratiğini Yunanistan'da uygulamıştır. Yunanistan'da yaşanan AB kaynaklı sefalet Troykanın umurunda bile olmamıştır. Verilen kredilerin (borçların) geri ödenmesini daha baştan garantilemiştir; Troyka bu amaçla Yunanistan ekonomisini yönetecek ve Yunanistan hükümeti ve parlamentosu da bu yönetmeyi siyasal olarak meşrulaştıracak. Çipras önderliğinde Syriza hükümeti, Yunan burjuvazisinin ve küçük burjuvazinin imtiyazlı kesimlerinin sınıfsal çıkarlarını temsil ettiğini göstermiştir. Syriza, işçi sınıfı ve emekçi yığınların bağımsız kitle hareketinden ne denli korktuğunu, bu korkuyu yaşama yerine Troykanın dayatma ve tehditlerine boyun eğmeyi yeğlediğini göstermektedir. Altı aylık hükümet dönemi Syriza politikasının “sol radikal” hayallerden, çapsız manevralardan, aldatmacalardan oluştuğunu göstermektedir; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar karşısında “sol radikal” söylemler ve aynı zamanda AB karşısında sembolik tavizleri geçmeyen içerikli çağrılar. İşte Syriza'nın marifeti bundan ibaretti. Syriza ve Podemos gibi Post-Marksist hareketler, sınıfsal fark gözetmeksizin geniş yığınlar için demokratik reformlarla yaşam koşullarının iyileştirilmesini esas amaç ediniyorlar. Bunda yanlış olan bir şey yok. Ama bu türden hareketler, kapitalizmde devletin sınıfsal karakterini kavrayamadıkları için, Syriza örneğinde görüldüğü gibi, amaçladıkları reformları gerçekleştirmeleri de hayal oluyor. Syriza'nın başarısı ve arkasından gelen kapsamlı uzlaşması, bu türden hareketleri nasıl etkiler bunu şimdiden bilemeyiz. Ama komünist hareketin ve partilerin zayıf olduğu koşullarda sınıfsal fark gözetmeksizin, sınıfları uzlaştırma ve bir kitleye indirgeme temelinde hareket eden Post-Marksist ve Post-Modern teoriler, neoliberal saldırıların devam ettiği koşullarda sempati bulacaktır; öyle ki “sol”a da nüfuz edecektir, ediyor da. Bu türden hareketler, sınıfsal antagonizma reddi üzerinden “radikal demokrasi”, “eşitlik ve özgürlük” gibi kavramlara sarılarak politik arenada söz sahibi olmaya çalışıyorlar. Öyle ki, kapitalizm koşullarında “radikal demokrasi” gerçekleştirmeyi, “sonuna kadar demokrasi” uygulamayı hedefliyorlar. Ama aynı zamanda burjuva demokrasisinin sınırlarını aşmayı ve sosyalizme yönelmeyi asla istemiyorlar. Her türden radikal talepleri burjuva demokrasisi ve parlamentosu çerçevesinde gerçekleştirmeyi esas alıyorlar. Bu türden hareketlerin teorik referansları Chantal Mouffe, Ernesto Laclau ve Nicos Poulantzas gibi Post-Marksist, Post-modernist aydınlardır. Özellikle Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau gibilerine göre “radikal demokrasi” veya “sonuna kadar demokrasi” sermayenin hegemonyasını sınırlandırır. Bu “radikal demokratlar” sermaye ile emek arasındaki temel çelişkiyi, dolayısıyla burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmazlığı reddederler. Bu beylere göre kapitalist toplumda; işgücünün sömürüsüne dayanan toplumda sömürü toplumunu ortadan kaldırma ve sömürüsüz bir düzen kurma talep ve kapasitesiyle işçi sınıfı, çevreciler, feministler, LGBTI'ler, etnik ve dinsel azınlıklar ve topluluklar gibi başka siyasi kimliklerden farklı, düzen değiştirici bir özne değildir. Bu nedenle de işçi sınıfının misyonu, bahsedilen diğer siyasi kimliklerin misyonuyla aynıdır. Demokrasi mücadelesinin, baskıdan kurtulma mücadelesinin amacı, kapitalist düzeni yıkmak değil, çoğulcu diye tanımlanan burjuva demokrasisini kapsamlaştırmaktır. Burada burjuva demokrasisi ile üretim araçlarının özel mülkiyette oluşu arasında kopmaz bağ ve emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki (burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki) bir kenara itilir ve Post-Marksizm, farklı kimliklerin özgürlüklerini, beraber yaşama perspektiflerini buldukları ve geliştirdikleri “sosyal” bir düzen için sürekli demokrasi, “sonuna kadar demokrasi” mücadelesi çağrısı yapar. Yunanistan'da yaşanan da bundan başka bir şey değildir; Çipras önderliğinde Syriza “sonuna kadar demokrasi”ye, “radikal demokrasi”ye büründürülmüş taleplerle seçimi kazandı; ama sistemi değiştirme diye bir derdi olmadığı için de hızla eski sistemle bütünleşti.
|